*
Birkaç fotografın öyküsü
ya da
küçük bir öykünün fotografları
*
“Erkek adam ağlamaz.” denir, denmiştir erkek adamlarca. Oysa, bu sözü ilk analarımızdan duymuşuzdur çoğumuz. Gelenek çok çok geriye gidiyor; eski çağlara, adamerkil zamanların köküne yapışmış mantar kolonisi anıştırması yapacak kadar derinlere. Mantar, toprakla kimyasal etkileşime girer, kılcalköklerin işini kolaylaştırır, gerekli aminoasitleri besin kıvamına dönüştürüp yollar ağaca. Bunun karşılığını da fazlasıyla alır: Koca ağacın kudretli kökleri korur onu her türlü zorluktan. Varoluşları destanlaşmış iki sevgili gibi sarılır, yapışırlar birbirilerine. “Ortak yaşam” deniyor doğadaki bu limited şirket yapılaşmasına. Biri olmadan varlığını sürdüremez diğeri. (Köpekbalığıyla ortak Pilotbalığı Carangidae’yi sonra konuşuruz!)
Erkek adam ağlamaz. Seviye çok yüksektir: Öyle senin benim gibiler burun bile çekemez yanında. Tarihi de bu erkek adamlar yazar. Yaratıcılıklarının doruklarında çeşitlendirirler karakterlerini ki yazılasürsün tarih. Kahraman, pehlivan, peygamber, sportmen, eylem adamı, öncü, önder, politikacı, tüccar, iş adamı, asker, futbolcu, bilim adamı, filozof olmaları yetmez; sanat işleri de, bugün artık onlardan sorulur. Adamakıllı erkek olmayanların işleviyse, olsa olsa, söyleme katkıda bulunmak. Erkek adam ağlamaz; aşk acısı dışında. İman edip dağları devirir, asar keser, kırar döker, zamanın ruhuna meydan okur, alır götürür, atıp vurur, tutup bitirir, böylece ikili ikili, ikile ikile… bitmez söylence. Aşk acısı dışında. Bu da çok iç parçalar ya; sen erkek ol, adam ol, hem erkek hem adam ol, evrimin sıfır birinden beri saçlarından sürükleyip köleleştirdiğin, pazarlayıp tepe tepe kullandığın öz be öz birincil malın -büyük baş sığırlar hariç- ‘dişi kısmısı’ndan birine tutul, sonra da elinden kaçır… Düştüğün duruma bak! Düşündükçe sinirleniyorum doğrusu! Sinirleniyorum ama, bu çarpık motif de olmasa, çoğu klasik sinema örneklerinde uyuya kalırdık. Humphrey Bogart, Casablanca’da ağlamış mıydı, anımsamıyorum şimdi. Aklımda tek kalan, aynı parça… Çal babam çal, yeniden çal. Oysa biz seyirciler deli gibi ağlıyorduk, bak bunu unutmamışım işte.
Bütün bu iç konuşmaları, telefonu kapattıktan sonra yapmıştım kendimle. Gülsün’dü arayan. Yeni projesi “Erkek Ağlamaları”ında birlikte çalışmamızı istiyordu. “Atıf Yılmaz’la konuştum, onun kült filmlerindeki jönlerin ağlama sahnelerini yeniden çekeceğiz, sen de bunu belgeleyeceksin fotograf makinenle. Fotograf baskılarıyla, çekilen kısa filmi bir araya getirip sergilenecek işi oluşturacağız birlikte, ne dersin?” diye soruyordu. Sırıttığım telefonda anlaşılmasın diye ciddi bir sesle “Tabii,” dedim, “çok eğlenceli bir iş olacak gibi, kaçırır mıyım hiç?” Duraksamadan devam etmişti Gülsün açıklamaya: “Üç film, üç jön belirledik Atıf Beyle: Fikret Hakan, Ekrem Bora, bir de Cüneyt Arkın.” Çekim günlerini, prodüksiyon ayrıntılarını kararlaştırdık, sözleşip kapattık. Ben iç seslerimle tartışmağa devam ettim; kaldığım yeri aşağı yukarı biliyorsunuz.
Yaklaşık bir hafta sonra galiba, ilk sahnenin çekimi için Gülsün Hanım kendi evini hazırlamıştı. Cihangir Caddesi’ndeki genişçe giriş katı, kamera rayları, kablolar ve üçayaklarında sıcak günışıklarıyla dolup taşıyordu. Önce Atıf Beyle tanıştırdı beni, sonra da onun emektar ekibiyle. Çıkacak anı kitabı için bir portresini çekmemi rica etti yılların Yeşilçam ustası, hemen bir kaç poz çektim.
Çay, kahveler içildi Fikret Beyi beklerken. O gelince de, kısa senaryonun üzerinden geçtik birlikte. Işıkları ölçüp, kameranın hareketlerini kararlaştırdık; sevdiği kadının veda mektubunu okurken aynanın önünde ağlayacak adamı oynayacaktı Fikret Bey. Yıllar sonra yeniden.
İşim zordu; çekimi aksatmadan, ışıkları kesmeden, kameraya yakalanmadan her şeyi yakalamak. Fikret Bey bir bardak buzsuz Vat 69’u iki yudumda bitirip bana döndü: “Çoğu kişi bilmez, bir zamanların en iyi içkisiydi bu.” Gülümsedim. “Dikkat et,” dedi bardağı yeniden doldururken, “Ben yapay gözyaşı, soğan filan kullanmam, bir damla akacak gözümden, sakın kaçırma.”
Aynalarda çoğalır gözyaşı.
***
Tanıdığım en ‘Istanbul Beyefendisi’ adamdır derim rahatlıkla Ekrem Bora için. İkinci sahnemizi, Beyoğlu Tünel yakınlarında bir eski apartmanda çekerken kendisine hayran kaldım. Jilet gibi takımı içinde, gördüğüm en etkileyici yüz çizgileriyle bir siyah beyaz sinema karakteri. Bana “Nasıl durmamı istersiniz bu ışıkta efendim?” diye sormuştu. (Bana “efendim” diye hitâp ediyordu.) Utanıp, “Siz benden çok daha iyi bilirsiniz.” diyebildim kekeleyerek.
Eylüldü.
Asırlık Beyoğlu apartmanlarının merdivenlerinde, zaman, ışıkla gölgenin oyununda saklanıyordu.
Kaç kez çıkılıp inilmişti bu basamaklardan, hangi sevinçler, hangi trajediler nemli duvarlara yapışıp kalmıştı bilinmez.
İç seslerim giderek eski bir siyah beyaz filmin anlatıcı karakterine bürünüyor. Çocukluğumda kulaklarıma kazınmış bir cızırtılı ‘reverb’ le genişleyerek yayılıyor merdiven boşluğuna.
Alan derinliği uzuyor dalga dalga.
Kapı duvar. Açan yok. Çöküyor basamaklara. Bakışları zamanın gerisine dönmek istercesine durağanlaşıyor. Gözleri buğulanıyor Istanbul Beyefendisi’nin.
“Kestik! “ diyor Atıf Yılmaz.
***
Hemen ertesi gün müydü, yoksa aynı gün mü, bilemiyorum şimdi. Üçüncü ve son sahneyi çekip bitirecektik, sonra da en kısa süre içinde montaj, baskı işleri tamamlanacak, proje uluslararası sergilerde yerini alacaktı. Aynı apartmanın üst katında, Gülsün Hanımın stüdyosunda toplandık yeniden. Hafta içiydi, öğle sonrası sakindi Beyoğlu’nun.
Günlerden salıydı galiba.
Besteci ressam olarak gelmişti o gün sete dünyayı kurtaran adam. Avcı uzay gemisinde kullandığı motorsiklet kaskını, şahlanan kıratlarda savurduğu bakır kılıcını evde bırakmıştı. Her gün, her gün dünyayı kurtarma sorumluluğu omuzlarında, yüzünde yayvan bir gurur vardı. Beni elimde fotograf makinasıyla görünce “Gasteci istemem burada.” buyurdu. “Gazeteci değil, projeyi birlikte yapıyoruz.” diye açıklamak istese de, pek dinlemedi Gülsün Hanımı. O zaman, burada niye toplandığımızı, niçin, ne yaptığımızı yeniden anladım: Bu kahraman erkek adam için oradaydık. Bir saygı sunumuydu yeniden, bütün bu zahmet. İyi de, neden ağlama sahnesi? Orası tam anlaşılamadı herhalde. Belki de bu erkek adamın aynı zamanda ne denli duygu yüklü de olduğu vurgulanacaktı yeniden.
Kahramanlar da ağlar.
“Mmm, nolabilir…”
Tuvalde kitsch bir ‘sevgili’ karalaması, piyano üstünde kırmızı şarap, notalar…
İçim sıkıldı birden.
Dışarı çıkmak istedim. Acele acele bir kaç kez dokundum deklanşöre, yeterdi. Yetmez miydi? Yeter, yeter! Adam olana fazla bile. Aşağı indim. Bir kahve içip sakinleşirim diyordum. Neden bu kadar çabuk sinirleniyorum bazen, bilmiyorum. Evrimin başından beri süregelen tarihin ağırlığı yüzündendir belki.
Sokakta ilk gördüğüm kafeye girdim. Kimse yoktu. Barın arkasında bardakları yıkayan delikanlı “Hoşgeldiniz, buyrun.” diye seslendi. Oturdum, “Bir espresso alabilir miyim?” “Makineyi şimdi açtım, biraz ısınsın, hemen…”
Bu ‘makine soğuk’ kalıbı da her derde devadır. Makineler hiçbir zaman fazla ısınmamalı. Beklerken sıkılmayayım diye belki, televizyonu açtı çocuk. Hay allah, yanlış yere geldim, kahve de söylemiş bulundum, hemen içip çıkarım olmazsa. Gözüm, ekranda yüksek bir cam binadan çıkan kara dumanlara takıldı. Sesi kısıktı televizyonun. Bir haber kanalı. Espressom geldi, “Şeker almıyorum, teşekkür ederim.” Kaşığı tabaktan alıp masaya bırakırken bir yudum aldım, berbattı. “Şunun sesini açmanız mümkün mü?” diye sordum. Haber mi, film mi? Hani, filmlerde haber kanalında olur ya olayların bir biçimde serimlenişi… Hollywood filmlerinde CCM, CCN, CNM, CNB gibi çakma logolarda, felaket haberleri verilir.
Bugünlerde fazla film oldum, belki...
Sirenler, bağırışlar, çığlıklar. Tuhaf bir filmdi bu herhalde. Ama Manhattan’dan canlı yayın gibi görünüyordu; yerli haber kanalı içinde orijinali.
Dev bir yolcu uçağı göründü ekranın sağında, süzülüp cam kulelerden birine saplandı.
Elimde kahve fincanı titredi. Masaya bıraktım.
Dünyayı kurtarmayı unuttuk
bugün.
*
℗ fotograflar izinsiz kullanılamaz.
Yıldırım Arıcı
mart 2012