11 Temmuz 2015

Özgür Uçkan






  


                   











 


ÖLÜ ÇOCUKLARA ŞARKILAR





Müzik setini Trinité Kilisesi'nin tam önünde bulmuştuk. 
Benim oda, Rue Pigalle, Square La Bruyére, ilk sağ binanın 6. katındaydı. 





- Bu akşam müthiş bir konser var: Dietrich Fischer-Dieskau solist.

- Ha, neredeymiş?
- Opera'da, eski Opera Konser Salonu'nda, büyük orkestra filan, hepsi... Pariscope'da gördüm.
- Ooo, yer yoktur, olsa kaç yazar? Bilet alacak paran mı var?
- Hımm, yok tabii, yok da, acaba diyorum, biz eskiden konser salonlarına öyle kapıdan kalabalığa karışıp giriverirdik içeri, sonra da içeride boş bulduğumuz koltuğa otururduk. Hani diyorum, burada denesem ne olur?
- E, zor biraz. Öğrenci konseri mi bu? Kaçaymış biletler?
- 60'tan başlıyor.
- Ha ha hah! yedi frank bulsak bir paket tütün alırdık diye hayal kurarken...
- Ya da Forêt-Noire! Mmm, çok acıktım. Ne yapsak?
- Güldürme beni, sanki çok seçeneğimiz var da! 
- Makarna diyorsun!
- Eh yani! Patates tatlısı yapma da, ben razıyım makarnaya.
- O bir denemeydi, niye bu kadar alay ediyorsun anlamıyorum.
-Ederim tabii, bir tomar kesme şekerle haşlanmış patatesi ezip karıştırmak ne türlü bir deney oluyor? Patatesleri de çöpe gitti bu yüzden.
- Bak sana söyledim; çocukluğumda tatlı patates diye bir şey yerdik, yerelması gibiydi.
- Bırak şimdi, hadi makarna suyu koy, yemek yiyip dışarı çıkalım biraz.
- Tamam, ama ben akşam konsere biletsiz girmeği deneyeceğim.
-Dene de gör...
- Nasıl makarna istiyorsun?
- Neyimiz var?
- Fiyonk.
-Yanına sos yapacak?
- Burda biraz soğan, zeytin, kekik filan var sadece. Peynirimiz bitmiş.
- İyi işte; Akdeniz usulü olsun, daha ne?



                                                         *



- Ne oldu? Çabuk döndün, betin benzin atmış?

- Of, sorma, fena rezil oldum.
- Hah haay!  
- Gülme!
- Otur şuraya da anlat.
- Ben demiştim deme!
- Demiştim ya neyse, sen anlat; düşündüğüm şey mi oldu?
- Daha kötüsü, her ne düşündüysen. Gülme diyorum! 
- !
- Atladım metroya gittim. Yukarı çıktığımda hava kararmıştı çoktan. Opera binasının etrafında dolandım durdum. Çok aramadım ama bilet filan satılmıyordu zaten. Konserin başlamasına yirmi dakika gibi bir süre kala, yan tarafında gözüme kestirdiğim kapıdan girmeğe karar verdim içeri. Önümde sadece pek yüksek olmayan sarı prinç bariyerler vardı. Atlarım dedim üstünden, ne olacak ki? Hepsi birbirine takılıymış, bir sallandı atlarken; çan çan zangırdadı. Tam kapıdan giriyordum, iki izbandut görevli -nereden çıktıklarını bile anlamadım- koştu geldi "Oop, mösyö, nereye?" diye, koluma girip kaldırdılar havaya beni çocuk gibi, yan sokağa kadar götürüp bıraktılar kaldırıma "hadi, yaylan buradan" diye...
- Hah hah hah ha, bırak da güleyim istediğim gibi...
- İyi iyi, gül! Sonra eve dönerken ben de çok güldüm kendi kendime metroda, millet genç yaşta üşütmüş diye acıyarak baktı. Şimdi pek gülesim kalmadı ya... Düşündükçe sinirleniyorum; her an, her gün, her yerde, çok önemli şeyler oluyor ve biz bütün bunların ortasında, bu şehirde olan biten herşeyin farkındayken, neredeyse açlıktan geberiyoruz. Beynimiz her gün düz makarna yemekten dumura uğrayacak yakında.
- Eeh, hep derler ya; bu şehrin bir diyeti var, onu kesiyoruz epeydir, bir süre daha böyle takılmak, bu zamanları atlatmak zorundayız. Yenilgiyi kabullenip eve dönmektense...
- Pas question!
- Öyle, onun için boş ver, sıkma canını -dişini sık yerine- doğru dürüst yemek yiyeceğimiz, konsere, sinemaya gideceğimiz zamanlar da gelecek. Sen okula asıl şimdi; başarısız olursak, işte o zaman 'dış kapı' önüne koyarlar bizi!
- Evet, haklısın.
- Hadi gel, tıkılıp kalmayalım bu yamuk odaya, benim de içim sıkıldı zaten okumaktan burada. Müziğimiz bile yok. Çıkıp yürüyelim, bir ayaküstü espresso içelim, ha ne dersin? Benden.
- Peki tamam, dur bir yüzümü yıkayıp kendime geleyim önce.


                                                         *



- "La Bruyère" ne demek, hiç merak ettin mi?

- Hım, bakmıştım evet; funda, yabanmersini türevi bitki. Calluna Vulgaris...
- Ha, bir de 'latincesi' diyorsun, ansiklopedi mi yuttun  bu ara?
- Yok canım, geçenlerde bakmıştım, "Vulgaris" lafına takılmışım, aklımda kalmış işte. Ama Square La Bruyère adı bitkiden mi geliyor, emin değilim.
- Ne tarafa gidelim, yukarı Pigalle'e mi çıkalım, yoksa...
- Yok ya, şimdi orası çok kuru kalabalıktır, sakin sakin aşağı, Seine kıyısına doğru...
- Öff, doğru evet; Japonlarla Amerikalılar basmıştır bu saatte orayı.
..........
- Bir romanın ilk cümlesi önemlidir diyorum sana, gerçi bu “kitap” bir “roman” değil. Olsun, herhangi bir metnin “ilk cümlesi” önemlidir. “İlk adım” gibi… 
- İlk cümle takıntısı, Miguel de Unamuno'dan Marcel Proust'a, hatta günümüz romancılarına değin geliyor gördüğüm kadarıyla, bizimkilerden birinin bir romanı da bu 'takıntı' üstüne tartışmayla başlıyordu yanılmıyorsam.
- Ama bir yanılsama bu. Çünkü bu cümlelerin hiç biri “ilk” değil…
- Ne demek istiyorsun bununla?
- Foucault'yu kastediyorum, sö...
- Bırak şimdi arkadaşım; Foucault üzerine konuşma!
- Hah  ha ha haa... Of ya, çatlatıcaz!
- Şşt, baksan a, o ne oradaki?
- Ney ne?
- Kilisenin orada, bahçe önündekini diyorum, gördün mü?
- Aa, dolap mı?
- Gel bakalım.
- Dolapsa çok işe yarar.
- Gel gel, koş!
- Vaaay!
- Evet, vay canına! Dolap ama müzik dolabı!
- Hadi canım, bozuktur.
- Bozuk olsa n'olur? Şuna bak; güzelim cilasına bak!
- Atmışlar'ın müzik seti, dolabı... Bakayım, iki tarafında 'speaker'ları da var.
- Bak, kapağı kaldırınca çıkana; üstü  pikap-radyo, içinde anfisi vardır ortak, kesin lambalı anfidir.
- Sapasağlam görünüyor.
- Elektrik kablosu güzelce sarılıp toplanmış, bence çalışır bu, tertemiz görünüyor. Biri alıp kullansın diye...
- Alalım.
- Alalım tabii de...
- Ağır mıdır diyorsun?
- Eşek ölüsü gibidir bu, tut bakayım ucundan bir kaldırıp bakalım.
- Hoh!
- Uff! En az elli kilo...
- Fazladır bence.
- N'apalım, kaçsa kaç! Tut, yavaş yavaş götürürüz senin odaya.
- Oraya kadar düz yol da, hadi diyelim götürdük yavaş yavaş, dura kalka. Sonra n'olucak? Altı kat nasıl çıkaracağız servis merdiveninden?
- Gençsin, güçlüsün, kasların makarnayla gelişmiş, ne var yani?
- Of ya, bırakılmaz zaten.
- Deli misin, Aziz Trinité'nin biz fakirlere bir mucizesi bu! 
- En az iki yüz elli-üç yüz metre var evin oraya.
- Hadi, tek başımıza olsak yapacak bir şey olmazdı, ama iki kişiyiz.
- Of tamam , haaaydi, kaldır!
- Bak ileride çok güleceğiz buna, amma şanslı adamsın; evde müzik yok diyordun biraz önce.
- Çalışırsa!
- Çalışır, çalışır, bozuksa tamir ederiz.
- Nasıl tamir ederiz? Sen ne anlarsın? Ben ne anlarım elektronikten?
- Ne elektroniği ya, olsa olsa kablosu filan kopuktur, anfi çalışıyorsa sorun yok.
- Anfiyi diyorum, lambası mambası yanıksa?
- Hele bir eve kadar gidelim, sonra düşünürüz. En kötü olasılıkla, mobilya olarak kullanırsın.


                                                              *



- Ohh! Öldük!

- Bu merdiven bitirdi bizi.
- Kapa kapa, kapıyı kapa, görmesin kimse.
- Bana bak çok komik; oda dar diyordun, şimdi hiç yer kalmadı!
- Ah ellerim kopmuş, kolumu kaldıramıyorum.
- Benim de, çok susadım, yerden kalkıp su içecek halim yok.
- Bi kahve içelim diye çıktık, halimize bak!
- Oo, tansiyonum düştü!
- Uzandığın yerde kal, kıpırdama! 
- Mmm!
- Al, su iç!
- Sağol...
...........
- Şunu biraz daha köşeye itelim, bir yardım et.
- Tamam da, priz neredeydi?
- Bu tarafta, onun için diyorum biraz çekmemiz lazım bu tarafa.
- Senin yatağı öbür tara kaydıralım önce, baksan a; yapıştı!
- Hadi, hoop!
- Şimdi de bunu...
- Hiç fena olmadı, odaya klas geldi birden!
- Dur bakalım hele, bir de bunu prize takarsak göreceğiz klası mılası.
- Ben takmam, patlar çatlar bu, yangın çıkarmayalım?
- Ben takarım, sen bir dur, neredeydi bu?
- Arkasında kaldı.
- Gördüm, takıyorum! Bir şey olursa hemen çekerim fişi, kaygılanma.
- ! Işığı yandı radyonun! Lambaları ısınıyor galiba, .... ses geliyor!
- !



"czzczczzzzzızzzzzızzzzjsssz................au contraire, l’Orchestre Philharmonique peut aborder tous les répertoires du XVIIIème siècle à nos jours, alors ce soir vous allez écouter en direct de l'opéra de Paris, l'Orchestre philharmonique de Radio France dirigé par Pierre Boulez, baryton Dietrich Fischer-Dieskau interpréta Kindertotenlieder (1901-1904): chant des enfants morts, immersion grave et pudique dans l’affliction la plus désenchantée et pourtant digne. Kindertotenlieder est l’un des plus bouleversants témoignages de Gustav Mahler: 
1. Nun will die sonn’so hell aufgehn (le soleil va maintenant se lever radieux)
2. Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Enfin je comprends pourquoi de si sombres flammes jaillissaient de vos yeux)
3. Wenn dein M¨tterlein (Lorsque ta petite mère rentre dans ta chambre)
4. Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Je me dis souvent qu’ils n’ont fait que sortir)
5. In diesem wetter, in diesem braus (Par ce temps, dans cette tourmente).............."







"......…tersine, Filarmonik Orkestra, XVIII. yüz yıldan günümüze tüm repertuarları aşabiliyor, imdi, bu akşam Paris Opera'sında, Radyo France Filarmonik Orkestrası'ndan, Pierre Boulez yönetiminde, bariton  Dietrich Fischer-Dieskau'nun yorumlayacağı Kindertotenlieder (1901-1904): "Ölü Çocuklara Şarkılar"ı naklen dinleyeceksiniz. Derin acı ve içtenlik, inancın yitirilişi, buna rağmen dingin. Kindertotenlieder Gustav Mahler'in en dokunaklı tanıklıklarından biridir:
1 Nun will die sonn’so hell aufgehn (Şimdi aydınlık güneş doğacak)
2 Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Sonunda anlıyorum gözlerinizdeki böylesi karanlık pırıltılı alevleri)
3 Wenn dein M¨tterlein (Anneciğin odana döndüğünde)
4 Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Sık sık, çıkmalı sadece diyorum kendime)
5 İn diesem wetter, in diesem braus (Bu zamanda, bu fırtınada)......."



                                                        ***










6 Haziran 2014

"Özgür Uçkan'a yılların dostluğuyla" diye yazmıştım; bu küçük anıyı okuyup beğendiğini söylemişti. 
Bugün Özgür'ü yitirdiğimiz haberi geldi...

11 Temmuz 2015

Yıldırım Arıcı

10 Şubat 2015

Geceden Geceye...





                                                                                                                    (bir Bilge Karasu masalı üstüne kısa film senaryosu)




*


*


*












*







1: GECENİN SONUNA DOĞRU / İÇ MEKÂN



Kedi, elbise dolabının yarı açık kanadını kafasıyla iterek çıkar temiz çamaşırların arasından. Koridor boyu yumuşak adımlarla ilerler. Mutfağın alaca karanlığında görünmez olur. Pencereden sızan bir ışık parçası nereye tutunacağını bilemeden kayar. Buzdolabının yanında asılı takvimin üstünde gölgeler yer değiştirir. Kabından su içer kedi. Birden bir ses duymuş gibi dikelir kulakları. İçeri, adamın yattığı odaya seğirtir.


Adam döşeğinde. En derinlerde uyuyor şimdi. Gecenin yüzeyinde kulaçlarıyla açtığı yarığı binlerce balon köpük dolduruyor. Ayaklarının bu serin renkli pelteye bakışımsız çarpışı karanlığı seyreltir gibi. Kedi, oda kapısı önünde uzanıyor yere, düşün dışarı taşmasından çekinircesine.


Halının desenleri kıpırdanıp dalgırlanmağa başladığında, bıyıklarını titretip göz bebeklerini düşey birer çizgiye dönüştürüyor. Vatosun kanatları desenden kopunca irkilip kabarıyor. İstridye kavkısını aralarken mürekkep balığının gözleri kocaman, yüreği güm güm. Rengi beneklerle değişiyor.









                                                                                *



2: SABAHIN İLK IŞIKLARIYLA / DIŞ PLAN


Kentin üzerinde gün ağıyor. Geceden arda kalan tek tük ışıklar da sönüyor birer birer. Bina           üstüna bina. Kıvrım kıvrım yollar. Tepelere tırmanan gecekondular, biçimsiz kütleler. Bir Turan Erol tablosu gibi.












Zamanın kentte akışı. Sabah, öğle, ikindi, akşam. Arabalar, insanlar, cam, çelik, beton, yol çizgileri, trafik lambaları, ağaçlar; kavaklar, kavaklar, ince uzun dalları, yaprakları… Kedi pencerede. Akşam, çukur yerlere dolmağa başlar, kavaklar gecenin içine gömülür giderek. Bir kuş gelip öter bir yerlerde; biri alt, diğeri üst perdeden kısacık iki sesle.







                                                                                *






3: SABAH / İÇ MEKȂN


İnce, kemikli bir el, takvimin yaprağını tutup koparır; sonraki sayfanın çizgileri, kutuları, saatleri boştur.





                                                                                      *





4: SABAH / TERMİNAL DIŞ - İÇ PLAN


Güney kıyılarının bir büyük kentinde ‘şehirlerarası’ otobüs garajı. Otobüsten rahatsız edici bir gürültü bulutuna iner adam. Buraları bilen biriymiş izlenimi veren Birinci Kişi’yi gözüne kestirip sorar;

Adam – Sazandere otobüsleri nereden kalkıyor?

Birinci Kişi – Karşıdaki garaj!

yanıtı üzerine, karşısındaki terminal binasının kapısından girer girmez -kulağımız bir duvara gömülmüş gibi- uğultu sağırlaşır, sesleri, konuşmaları duymaz, duyamaz oluruz.
Denize balıklama atlarken  gözünü kapayışı, suya çarpışı, dalıp çıkışı; ayaklarını çırpması, itme, atma devinimi…
Otobüs firmalarının floresan ışıklı çirkin tabelaları, kontuarlar, müşteri avına çıkmış gelgelciler kesiyor itiş kakış kalabalığın arasında yolunu;

İkinci Kişi – Sazlı’ya, Sazlı’ya… Gönencik, Madrabaz otobüsü şimdi kalkıyor!

Üçüncü Kişi – Var mı, Kuyulu üstünden Arifköy’e giden? Hemen hareket..! Aceledelim, aceledelim…

Kolunu, yenini çekiştiren gelgelcilerden sıyrılıp tabelalara bakınıyor, kent isimleri, hiç duymadığı kasaba isimleriyle doldurulmuş ofis vitrinlerinde arıyor bu kez gitmeye kararlı olduğu yerin izini.

Birinci Ses – Sandallı, Üçyol, Sandallı, Üçyol! Ketencik…

Kuyruğunu sağa sola vururken görüyoruz köpekbalığını arkadan.

İkinci Ses – Reşitkale otobüsü buçukta, hade, beyler ablalar…

Gece kuşunun keskin sesine, yankılanan terminal duyuruları karışır. Bütün bu kaos, suya batmış gibi boğulur.





                                                                           *






INSERTS
*********************************************************************



                                                                           *



5: GÜNDÜZ / DIŞ PLAN / MONOKROM 


(‘Pazaryeri’ planları, bütünlüklü bir çekim sürecinde, devamlılık gözetilerek yapılıp bitirilecek, montaj aşamasında gerekli yerlerinden bölünerek ana yapıya “insert” edilecektir. Daha sonra, belirli bir kesişim odağında, kadrajda artan bir çoğullanma/bölünmeyle -multiple screening-  ana yapıyla ‘pazaryeri’ planları kimi zamanlarda birlikte akacaktır.)


5 / A
gene pazar yerinden geçtiğini görüyordu
bir yandan da

5 / B
ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde

5 / C
pazar yerinin dışından bir yerden, filim çeker gibi durduğu bir yerden de, pazar yerini boydan boya ağır ağır geçişini izliyordu kendi kendinin

5 / D
merdivenden inmişti pazar yerine. Pazar günü dışında bir gün, pazar öncesi ile sonrası dışında, malın yığıldığı önceki günle, pisliğin, süprüntünün kaldırıldığı sonraki
günün dışında bir gün, haftanın ortasında bir gün, ıssız,
tablasız, sergisiz, direksiz dayaksız, güneşliksiz pazar
yerinin bir ucundan bir ucuna

5 / E
bir ucundan bir ucuna ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde. Merdivenin tepesinden, sokağın oradan da, izliyordu kendi kendini. Yel esiyordu. Yağmur yağdıracak bir yel. Yerlerden kalkan toz çevrileri paçalarına, yenlerine, kulaklarına, saçlarına doluyordu. Malların sergilendiği, betonla çevrilmiş toprak setlere çıkıp iniyor, ağır ağır yürüyordu pazarsız pazar yerinin bir ucundan

5 / F
bir ucundan bir ucuna; yürüdüğünün bilincinde olduğu ölçüde de, kendi kendini ta ötelerden, pazar yerinin dışından, yukarıda kalan sokağın oradan, makinasının gözüyle izlediğini görüyordu. O ıssız genişliğin, o sessiz uzamın bir ucundan bir ucuna geçen yalnız adamın filmini çekiyordu, pazar yerinin gerisindeki adam, yanikendi; pazar yerinin bir ucundan bir ucuna


5 / G
bir ucundan bir ucuna geçerken de, o sessiz ıssızlığın içinde, gençliğinde, bir arkadaşının onca severek söylediği bir türkü, ansızın, yolunu bulmuştu bilincine
çıkmanın... Yel vurdukça denizlerine, denizleri dalgalı... Oysa öncesi vardı o türkünün, kavakların, Aksaray'ın kavaklarının gölgeli olduğunu söyleyen. Pazar yerinin dört yanını çevreliyordu buradaki kavaklar. Ulu, salınan, ırganan. Ortalarındaki uçsuz bucaksız pazar yerinin ıssızlığındaysa, yağmur yelinden başka dalgalanan bir şey yoktu; kendisi o geniş uzamın bir ucundan bir ucuna


5 / H
pazar yerinin ıssızlığını verev bir çizgiyle bölerek bir uçtan bir uca yürür, yürüyen kendini pazar yerinin dışından, sokağın oradan, kat kat merceklerin keskin inceliğiyle gene kendi izlerken, bu ölüm sessizliğinin içinde yürüyen adamın toz çevrileri arasında denizi usuna bile getirmediğini görüvermiş, bilivermişti. Ama sokağın oradan bakan adam olarak mı, yoksa pazar yerinin bir ucundan bir ucuna


5 / I
bir ucundan bir ucuna yürüyen adam olarak mı biliyordu? Yolunun ucundaki ölümü düşünmüştü pazar yerinde yürüyen adam, ya da, onun öyle düşündüğünü, filim çeken adam bilmişti. Niye pazar yerinin yaşadığı üç günün değil de, bu ölü günün filmini çekiyorum makinemle? diye düşünüyordu galiba sokağın oradaki, merdivenin başındaki. Ama gene de yalnız o değildi bunları usundan geçiren, pazar yerinde yürüyen kendi de öyle geçirivermişti bunları içinden. Başını kaldırmış, filim çeken kendine bakmıyormuş gibi, ama sonunda ona bakacağını sanarak, kavaklara bir göz atmıştı. O kuş bu kavaklara da gelir öterdi herhalde geceleri. Sonra filim çeken kendine bakmadan, gözlerini önünde giden ayaklarına dikmiş, yürümüştü gene. Yürüyor, kendi filmini çekiyordu yukarıdan. Pazar yerinin öbür ucuna vardığında

5 / J
pazar yerinin öbür ucuna varmış, alçak setten sokağa atlıyordu şimdi. Yukarılarda, uzaklarda duran öbür adam, yani gene kendi, makinesini toplayıp gidiyordu. Issız pazar yerinden geçen adamın filmi çekilmiş, bitmişti. Makaralar kutuya girecekti






                                                                       *







6: GECE / OTOBÜS - İÇ PLAN


Gece, yol… Otobüsün farları akan yol çizgilerini ortaya çıkarıyor, kedigözlerini ışıldatıyor.

INSERT  5 / A

Adam otobüste uyuklarken, yüzünde gece ışıklarının parçaladığı belirsiz bir kaygı ifadesi, kapalı gözlerinde kıpırtılar. 

INSERT  5 / B







                                                                      *








7: SABAH / TERMİNAL DIŞ - İÇ PLAN (DEVAM)

Omuzuna yapışan eller;

Dördüncü Kişi – Abi, Gerdir’e mi? Baltepe’den geçer…

Beşinci Kişi – Bodur’a hemen kalkıyor… Neresi? Sultaneşiği mi?

Dördüncü Kişi – Kuşlar’a da gidiyor, en yeni otobüsler bizde abi.

Adam – Yok, yok; Sazandere’ye gide…

Yarım kalır sözü, önü açılır, bırakırlar kolunu çekiştirenler. Biri sanki daha öteleri gösterir gibi çenesini kaldırır. Güçlükle ilerler o yöne, soluğu daralır kalabalıkta.


INSERT  5 / C

Adam – Sazandere…

Demeğe kalmadan sanki garajın daha da derinlerine, uğultunun, sıcağın, yağ kokusunun içine itilir.

INSERT  5 / D

Altıncı Kişi – (Söver gibi) Aha oradaki arabalara sor.

Yine suyun altından gelir gibi boğulur sesler.
Gösterdikleri yere yaklaşırken üç otobüsten birinin, sessiz bir filmdeymiş gibi, çıt çıkarmadan süzülüp gittiğini görür.
Koşmak ister.
Garajı dolduran adamların hepsi, gelip önünde durur sanki.


INSERT  5 / E

Seslenmek ister, dudaklarını görürüz de duymayız, düşlerdeki gibi. Kalan son otobüsün yanına vardığında sorar;

Adam – Kaçta kalkacak bu?

Birinci Sürücü – Kalkmayacak bu, bi yere gitmiyor ki…

Adam öfkesinden donar, derin bir soluk alır, yutkunur, sonra en dingin sesiyle sorar:

Adam - Demin burada üç otobüs vardı. Nereye gitti öbür ikisi?

Birinci Sürücü – Nereye gidecek? Biri Gündüzlü’ye gitti, biri de Arifköy’e…


INSERT  5 / F

Değnekçi – Bu gece Sazandere’ye otobüs yok artık beyim.

Adam bir an ikircik içinde kalıp, vazgeçer başka bir soru sormağa, arkasını döner, garajdan sokağa atar kendini.

INSERT  5 / G

Şerbetçilerin, fındık fistıkçıların, insanların bu saatte büsbütün azgınlaşan Akdenizli gürültüsü diken diken batar beynine.

INSERT  5 / H

Uğultunun sağırlığı azalır gibi olsa da, yorgundur.
Bir otelin önünde durur.






                                                                           *




8: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN

Küçük, eski bir taşra otel odası. Yatağa oturur adam. Karşısındaki aynada kendini görür; iç içe çoğalarak sonsuza giden yansılar.
Uzanmıştır artık; gözleri kapanır, yastığa gömülü yarım yüzünde hiçbir ifade yoktur.
Aynanın içinde, bir ucundan bir ucuna yürüyen…






                                                                             *






9: GÜNDÜZ / KUMSAL – DIŞ PLÂN

Hemen hemen aynı duruşla, kumların üstünde güneşlenirken de yüzündeki o ifadesizlik. Gözleri açılır. Denizin olması gereken  yöne bakar. Bir an bir çöl ufkunu görür gibi oluruz.






                                                                             *






10: GÜNDÜZ / LOKANTA – DIŞ PLÂN

Kalabalık, yemekçilerin, kahvelerin olduğu sokaklardan biri. Adamı (arkası dönük), sokağa atılmış bir bolkepçe lokantasının masasında yemek yerken görürüz kısa bir süre.







                                                                            *




11: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ - İÇ PLÂN

Değnekçi – Abi, Sazandere’ye -doğrusunu söylemek gerekirse- yarımşar saat arayla üç otobüs ya kalkar, ya kalkmaz… Yani, birincisi hep kalkar da, öbürleri yolcu olursa…

Adam – Yani, kaçta geleyim ilkine yetişmek için?

Değnekçi – Sen bi buçuk saat sonra burda ol, iyisi.






                                                                            *






12: AKŞAM / SOKAKLAR DIŞ – PLÂN

Adam, yakıcı güneşin batışıyla yeni yeni canlanan sokaklarda dolanır vakit geçirmek için.
Yürüye yürüye Garajlarda bulur yine kendini.





                                                                            *




13: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN

Bu gece gürültüye biraz alışmış olduğundan mı yoksa kulaklarını gönül gücüyle sağırlaştırdığından mı ne, garajın içinde değil de çok uzağında gibidir. Sanki pazar yerindedir gene… Deniz sanki yavaş yavaş kendisinden uzaklaşmıştır. Oysa burada, denize gitmek için uğraşıyor, yaşamı boyunca göstermediği bir kararlılıkla, av bekler gibi bekliyor otobüsü.

Pazar yerindeki adamdı denizi unutan. Bunu, sokağın oradan bakan adam olarak mı, yoksa pazar yerinin



INSERT  5 / I    

* ODAK NOKTASI -multiple screening-  ana yapıyla ‘pazaryeri’ planları bitene dek birlikte akacaktır.



Şimdi, hâlâ, pazardaki adamlarla uğraşıyordur. Bir düşün düşünün anısı içinde üçleştiği gibi dörtleşiyor, garajda duran kendine bakıyor, baktığının dışında… Bitmez bu.


Adam - Aynalarda çoğalır gibi çoğalıyorum; yorgunluğa, öfkeye, üst üste yığılan tersliklere vermeli bunu…

diye söyleniyor, avutmağa çalışıyor kendini.                                                                 
    
İrkillir. Beklediği yere, kıtıpiyoz bir araba gelmiştir. Otobüsün artık kalkması gereken saattir bu. Gelen, her yanı dökülen bir taka.

Adam – Sazandere’ye mi?

İkinci Sürücü – Haa

belirsiz bir karşılık, evet'e de, hayır'a da çekilebilecek çeşitten… Adam, artık alıştığı için, uğultunun içinde kendi sesini, sorusunu, açık seçik işitmiştir. Sürücü, besbelli, yolcu denen aşağılık yaratık türüyle yüz göz olmayacak sürücülerdendir.
Adam, biraz beklemeğe karar verir. Öncekinden daha kırık dökük bir otobüs eskisi yanaşır berikine. Adam bunun sürücüsüne yaklaşıp, sorusunu sorar;

Adam – Sazandere?

Üçüncü Sürücü – Hı ı!

Boş otobüse biner, yayları dirice bir yer bulup oturur.



INSERT  5 / J    


Pazar yeri gene gözünün önüne gelir.
Yanıbaşında kopan bir tangırtıyla yerinden sıçrar. Uyuklamış mıdır gene? İlk gelen otobüs gidiyordur. Çantasını, torbasını toplayasıya, kendini dışarı atasıya, o soluk, yoluk nesne, kalabalığın içinden süzülüp gitmiştir bile. Bindiği arabanın sürücüsünü göremez. Oralarda duran birine sorar;

Adam – Nereye gidiyordu bu?

Yedinci Kişi – Soğukgöl’e gitti galiba.

Soluk alır adam.

Adam – Bu araba ne zaman kalkacak?

Yedinci Kişi - Bir yere gittiği yok, sürücüsü de yatağında uyuyordur şimdi. Demin çıktı yatmağa… 

Bu araba yarın sabah kalkar. Kazlar'ın arabası bu

Adam çılgın gibi koşar sağa sola, değnekçiyi arar, bulunca da sinirle çıkışır;


Adam – Yahu, benden başka sanki herkes biliyor da, bir ben bilmiyorum Sazandere arabalarını. 

Nerden kalkar bunlar? Bir ben miyim soran Sazandere’yi?

Değnekçi – O ooo, Sazandere  arabası kalkalı hanidir… O köşeden kalkar zaten.

Adam – E, sen bana burası dedindi?

Değnekçi – Yok be abim, sen yanlış anlamışsın dediğimi; her gece Sazandere’ye tek bir araba kalkar, aha o da gitti.







                                                                          *


 

14: GÜNDÜZ / KUMSAL – DIŞ PLÂN

Adam aynı kumsalda, giyinik olarak denize bakarken.


 


                                                                          *


 


15: GÜNDÜZ / LOKANTA – DIŞ PLÂN

Aynı masada… Sigara içerken.





                                                                          *





16: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN

Yatağında.






                                                                              *







17: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN


Uzaktan gördüğümüz kalabalık. Karıncalar gibi.
Değnekçiyi bulamaz. Sazandere otobüsünü, teker teker, her arabanın yanında durarak sorar. Gösterilen yerlere gider, başka yerler gösterilir. Kalabalığın içinde, omuzunda sırt çantası, oradan oraya atılılır, bineceği arabayı bulamaz. Her yere gidiyor öbür arabalar, bildiği, bilmediği her yere. Nedense, Sazandere arabalarını bilenler azdır, ya da, bilir gözükenlerin verdiği bilgi sağlam çıkmıyordur. Yorgunluktan, durduğu yere çökecek gibi görünür. Sazandere'ye giden otobüsü iki kez sorduğu yerin önünden geçerken bir daha sorar;

Adam – Sazandere otobüsü?

Sekizinci Kişi – A aa, on dakika oluyor, buradan kalktı.

Yanındaki delikanlı yarım bir gülümsemeyle ona bakar. Hem alaycı, hem acıyan.






                                                                           *




18: GÜNDÜZ / KUMSAL – DIŞ PLÂN

Kumsala, denize uzaktan bakarken.




                                                                           *





19: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN

Oda penceresinden dışarı bakarken.







                                                                            *





20: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN

İyice uzaktan görürüz kalabalığı, bir ara adamı da görür gibi oluruz.





                                                                           *





21: GÜNDÜZ / OTEL - İÇ MEKÂN

Yatağında oturmuş, peynirli ekmeğini yemektedir.
Yerde birikmiş gazete öbeğini ayağıyla yatağın altına iter.
Yüzünde oynadığı zor oyundan zevk alan bir satrançcı gülümseyişi, elindeki ekmeğe  dalar gözleri.







                                                                          *





22: AKŞAM / TERMİNAL DIŞ PLÂN

Değnekçi onu bir arabanın arkasına çekmiştir:

Değnekçi – Kardeş, gecelerdir geliyorsun, görüyorum. Söylemesem olmayacak. Gerçekte, bu arabalar içinden sekiz tanesi, başka yere giderken, ya da gittikten sonra, Sazandere'ye uğrayabilir, uğrar da. Ancak, sapa yer olduğu için, gerekmedikçe oraya gitmek istemez sürücüler. Fazla para isterler, yolcuyla çekişirler, onu yarı yolda indirmeğe kalkarlar. Oralılar zaten hep bir araya gelir, bir otobüse binerler, yola çıktıktan sonra sürücü artık nazlanamaz; ama senin gibi tek yolcuya kimsecikler "gideriz" demez, öyle bilesin bunu.
Hani denk gelecek, başka yolcu olacak da... O zaman gidersin belki. Hem gidilecek yer bolluğuna kıran mı girdi?...

 


                                                                         *



 

23: GECE / OTEL - İÇ MEKÂN

Adam handiyse gülecek gibidir aynadaki suretine, zafer kazanmış bir büyükusta gibi süzer kendini.








                                                                         *







24: AKŞAM / TERMİNAL - DIŞ PLÂN

Araba artık kaçamaz. O gece Sazandere otobüsünü, bir hayvanı köşeye kıstırır gibi kıstırır.
Otobüsü eliyle koymuş gibi bulduğunda, yolcuların gelmiş olduğunu görür. En önde oturan birine sorar kapıdan:

Adam – Sazandere’ye mi bu?

Bir Yolcu – Evet evet, hemen kalkıyormuş, buyurun geçin; arkada yer var.






                                                                         *






25: GECE / OTOBÜS - İÇ PLÂN

Biner. Pırl pırıl, yepyeni bir arabadır bu. Yolcuların hepsi yerine oturmuş, kimi kıvrılmış uyuyor, kimi uyumağa hazırlanıyordur. Yerine oturmasıyla birlikte motor işler, gürültünün içinden bir gemi yeğniliğiyle çıkarlar. On dakika geçmeden, otobüs, tek bir ışık damlası bile seçilmeyen kara yolunda gitgide artan bir hızla kayıyordur.

Adam – (Mırıldanarak) Uğraşınca, hele isteyince, pekâlâ oluyormuş...!

Sonra tokat yemiş gibi irkilir; bir gece önce değnekçinin söylediklerinden sonra bu düşünce, olsa olsa, güIünçtür.
Otobüsün ışıklarını çoktan söndürmüşlerdir. Horultular gelir her yandan.

Uyumalıdır, yorgun varmamalı Sazandere'ye.



…..





Uyandırırlar sonra.

Adam – Ne oldu?

Sürücü Yardımcısı Delikanlı – Abi (düzeltir)  beyfendi, İneceğiniz yere geldik.

Ortalık hâlâ karanlıktır. Otobüs durmuştur. Kulak verir, uyku sersemliği içinde. Denizin sesi işitilmez.
Otobüste kendisinden başka yolcu kalmamıştır zaten.
Üstelemez, herkesin kendi işini iyi bilmesi gerektiği yollu iyimser bir güven duygusu içinde, iner.







                                                                          *






 26: GECE /  YOL KENARI - DIŞ PLÂN


Karanlıkta birileri çantasını eline tutuşturur.
Ayağını yere bastığını anlamağa daha vakit bulamadan, otobüsün yoğun bir toz kokusu içinde hızla, yeniliğinin bütün gücüyle uzaklaştığını duyar. Yapayalnızdır karanlığın içinde.
Adam bekler. Toz genzini yakmaz olur. Kulak verir yeniden. Denizin sesi gelmez.
Burnununu havaya diker, tuz kokusu da yoktur.
Kızmamasına şaşar, şaşmamasına şaşar. Sırt çantasının askısını düzeltip, bir iki adım atar, ayakları kuma gömülür gibi olur. Gibi değil, kuma gömülüyordur düpedüz.
Çantasını yere bırakıp, eğilir; kumla kumu, deniz kumu değildir bu. Un gibi, incecik, bildiği deniz kumlarının hiçbirine benzemeyen bir kumdur.
Bir iki adım daha atar gömüle gömüle. Deniz de umurunda değildir şimdi, Sazandere de. Yalnızca merak var içinde, yalnız şaşkınlık.
Deniz buralardan çekilmiş miydi bu yıllar içinde?
Rastgele yürümeğe başlar, çantasını ardında bırakıp. Düşünmek de boştur, yük taşımak da.
Bir tepeciğe tırmanıyor şimdi, besbelli. Bir kumula.Yoksa Sazandere, ya da başka neresiyse burası, gerçekte bir çöl müydü? Güler. Ama inceden inceden bir tedirginlik de yayılıyordur yüreğinden karnına, kollarına doğru.
Biraz daha yürür.






                                                                        *






27: GECE /  EV ÖNÜ - DIŞ PLÂN

Ansızın, ayaklarının altında, çukurda, bir dizi pencere görür, ışıl ışıl yanan. Oraya doğru iner. Pencereli duvarın köşesini dönünce bir kapı çıkar karşısına.

Deniz yeşili bir dizi camın, içeriden gelen güçlü aydınlıkla çerçevesini çizdiği bir kapı.

Elini yumar, parmaklarının orta boğumlarıyla vurur kapının ortasına. Elini daha kaldırmamıştır ki kapı açılır.
Çok yaşlı bir adam duruyor karşısında.
Gülümsüyor. Kendisini tanıyormuş gibi:

Yaşlı Adam – Buyurun. Buyurun, biz de merak etmeğe başlamıştık. Buyurun şöyle ocağın başına…







                                                                       *






28: GECE /  EV - İÇ PLÂN / FİNAL

Adam, "Beklediğiniz birine benzettiniz beni," diyecek olur, demez; ansızın, ne denli üşümüş olduğunu farketmiştir.

Girer, sevinçle yürür kapının karşısındaki ocağa doğru.

Ardından seken gevrek ses:

Yaşlı Adam - Yeriniz ne zamandır sizi bekliyor…

Ne zamandır bekliyoruz sizi, ha bu yıl gelecek aramıza, ha önümüzdeki yıl diyerek...


Adam ocağın karşısındaki boş yere oturur, ayaklarını, ellerini yalım yalım yanan ateşe uzatır.


Ateşte bir takvim yaprağı tutuşur, kıvrılarak büzüşür, kararır, korlaşır sonra.







                                                                       * * *















*







Yıldırım Arıcı


Üşengeçlikten değil ama, hakkıyla çekilebilmesi için (gereken parasızlıktan) yıllardır bekleyen bir kısa film senaryosu... 

(Bekleyedursun. Belki bir gün yolumuz Akdeniz'e düşer.)




Senaryo kurulurken çok emeği geçen Servet Erdem'e, Sevgiyle...


2012 






*