30 Kasım 2008

III. zakkum

.


kapandım o geceye

sonraya suskun

“ben” diyesiydim

“sen” dedi,

“başlayamazdın ki bitiresin

sen çoktan

kara bir şalın altındasın”


.



(1985)

25 Kasım 2008

ateş böcekleri

Çok yoktu sabah ışığının sarıtopaz çiğlerde kırılmasına.
Yazanlar Yokuşu’nun en kara miyam kedisi, kentin en sevilen evinin bahçesinden sokağa fırladı.
Bir Oregon ezgisi duyulur gibi oldu, sessizlik sonra.
Bindiler karton kutu parçasına.
Kent biraz önce gecenin işçileri tarafından beyaza boyanmış, Magritte ayının gülümseyişini içine çekercesine yalnız.
Sokak yukarı doğru kaydı kutunun altında.
Öyle geliyordu ki onlara, kayan, düşmemek için birbirlerine tutunan kendileriydi.
Boyanın da kar olabileceğini uslarına getirdikleri hâlde, açığa, açıktan açığa söylemeğe çekindiler nedense.
Çay içmekten –nasıl olduysa- vazgeçip, hitit papazlarının kara şarabından almışlar, şişe ucunda yetişen mantarı koparmağa kıyamamışlardı.
Baltan yanında mı?
Bakmalıyım.
Saçlarını karıştırdı şöyle bir, zirkon keski ışıldadı.
Buldum, yanımdaymış.
Gülerek aldı baltayı, dilim ekmeğe sürülü cevizlibiber yer gibi kesti kafasını mantarın. İşi bitmişti mantarın.
Aman tanrım! Bakamıyacağım.
Kankara sızıyordu şişenin yarasından.
Sokak kayıyordu hâlâ.
Böyle giderse Kader Sokak’ın altlarından geçeçeği kesinmiş diye düşünülebilirdi.
Düşündüler de.
Kader’in yapabileceği başka bir şey yoktu artık; geçmeliydi istese de, istemese de.
Salıncaklar, üstlerinde sosyetik isviçre pastalarıyla salına sallana yaklaştı, arkalarında kaldı sonra.
Beytepe’de deliyel vardı, vardı ya, çamlar korur onları.
Irzına geçilen Polyana’nın erken doğurduğu piçdi gelecek zaman.
Kader, şimdi de onunla kırıştırıyor, üstü buzul, kayıp geçilebiliyordu ıraklara.
Hava.
Soğuktu hava.
Klaus, oralardan, çok çok yakın oralardan, yıkık kalenin burçlarından, bir likyarya söylüyüyordu donuk diyez anahtardan.
Dan dan.
Yankı vardı.
Yılanlar yıldıradı; boşa aktı ağu.
Kale surları yıkık, sağlam.
Kurduk işte; okyanus aşılır saçlara tutuna tutuna.
Gözler söyledi ya; fanusta kalacak sözveriyorumlar.


(1984)

24 Kasım 2008

beştaş


üç kişiydik o zaman

parmaklarımızdan düşerken çocukça mızırdandığımız
pörsük erik taneleriydi zaman
güldük / katıla katıla / ağladık
gecenin ölümü balsarı pus
leylâk toz rugan
mürekkep silgisiyle ufalanırken ay
sustuk katıla katıla
erikleri oyuna saydık

iki kişi kaldık şimdi



(1983)

23 Kasım 2008

reliquaire

çatıkatı duvarında yedi kedi
karalıkadın’la diğerleri
özdeşti
baktım; varlığını asan ağaç
koparmış ipi

turuncu yansımıyor küçük elmalara
fire verdi sarı; satranç tahtasında delik
moderato cantabilenin ilk notası
hoşçakallı öpücük
uykusu var soytarının
uykusunda balık

-defolun sinekler-

japetus’ta ilkyaz şimdi
kızılcıklar dolu dolu
sarkıtlar daha sarkık
kıpırtısız kaydı aynada kuğu
sıçrayan ışık kör ediyor
çay damlası hızla, peltek
kağıda yapışık
altı kafadan/bacaklı bir böcek, kıyıya çabalıyor
tutundu görüntüsü
atkısına güvenir çaykovski
kesik eldiveni

uzaklardadır günbatımı
biraz çevir sandalyeni
aya sarkan ayakkabılara gitmedim
(afişleri, mor ışığı geçeceksin, dondurmacıdan sağa)
posta kutusunda
kurumuş
papatya


(1980)

22 Kasım 2008

zakkum II

kara şalı içinde Amalia Rodriguez’e


bir karafado
yarımay gölgelerinde titrek
döneliyoruz kader sokak’ta
zaman gümüş kavkısında sanki yengeç
esrik değirmilerden çapraz kaçışıyla

gözbebeklerinin iğnesinde bu gece
karalıkadın çıtırtılı bir plâk
gidip geliyoruz uzak dalgalarda
ekrep kuyruğuyla ağulu yelkovan
tutturduk bir sapkın tarantella

ve karafado
yarımay ışıltılarında titrek
döneliyoruz kırık kadranımızda
morzakkumların böylesi gecelerde uyuduklarına
inansak bile dudaklarda umutla
korkunun ezgisiyle çevriliriz
o paslı gramofonda



(1983)

21 Kasım 2008

zakkum I

karalıkadın o gece
bir fado söyledi
“satranç oynayalım mı
kaybedersem
seninim”
yoktu karalıkadın’ın
gözleri
ışıdı
“kazanırsam benimim”
“yedinci mühür’ü ansı” dedi
“erken”
“hep geç”
o karalı gece biriydi
giderken
yarım bir bakış
fado
tam da o
tümceydi





(1980)

20 Kasım 2008

BİR TİBET ABDALI

Rönesans başlarında Floransa... Büyük ustalar çağı. Tüyü bitmemiş çocukların ustalara 'adam olur' diye, etiyle kemiğiyle verildiği dönemler.
Derebeylerinin, soylu takımının desteklediği atölyeler, ustalıklarını kanıtlamağa çalışan kalfalar, yardımcıları, yeni yetme çıraklar. Hükümdarların, piskoposların arasında paylaşılamayan rönesans adamları.
Böyle bir çağın dahisi olmak, uzun ince bir sabır gerektirir. Boya karmaktan, temizlik işleri yapmaktan başlayan bir yamaklığın büyük ustalığa varabilmesi için yıllar geçmelidir. Matematikten fiziğe, mimariden anatomiye, yutulacak, hatta çağın bulgularını aşacak düzeye gelmek bir ömür gerektirir.
*
Bizim abdalımızın uzun ince yolu, ortaçağdan başlayıp rönesanstan günümüze kadar gelmese de, otuz yıl öncesinden iki binlere kadar aşılmış tek kişilik bir patikadır denebilir.
David Sylvian 1978’de Mick Karn, Steve Jensen, Richard Barbieri ile birlikte 70’lerin naif rock müziğini yapan “Japan” topluluğunu kurdu. Onun bu dönemi, Tin Drum albümü ile doruğuna ulaşmış ve noktalanmıştır. Daha özellikli bir bakış açısıyla Sylvian’ın çalışmaları üç kategoride toplanabilir; solo albümler, ortak albümler ve multi medya çalışmalar.
İlk kategori Brilliant Trees (1983) ile başlar. Gone To Earth (1986) ve Secrets Of The Beehive (1987) bu kategorinin klasikleridir. Bu solo çalışmaların arkasında çok önemli müzisyenlerin de olduğunu belirtmekte yarar var; Holger Czukay, Kenny Wheeler, Bill Nelson, Ryuichi Sakamoto ve Jon Hassell bunlardan yalnız birkaçı. King Crimson’un orta direği Robert Fripp ile olan birlikteliği Gone To Earth ile başlıyor. Ryuichi Sakamoto’yla yaptıkları efsanevi çalışmaları Bamboo Houses (1982), Forbidden Colours (1983) David Bowie ile Sakamoto’nun başrollerini paylaştığı Oshima’nın “Merry Chiristmas Mr. Lawrence” filminin soundtrack’ını oluşturmuştur. Sylvian, Sakamoto’nun Heartbeat (1992) albümünde de yer almıştır.
Can’in beyni Holger Czukay ile Plight And Premonition (1988) ve Flux And Mutability (1989) çalışmalarından sonra, bir çeşit kendi geçmişine göz atış gibi değerlendirilebilecek Rain Tree Crow (1991) eski grubu Japan’in üyeleriyle yeniden buluşmasıdır.
The First Day (1993) Sylvian’ın kimi zaman karanlık ve belirsiz yolunda bir aydınlanma döneminin ürünü olarak çıkmıştır. Robert Fripp ile yürüdüğü Darshan / Road To Graceland mistik olgunluğunun delilidir. Aynı zamanda prodüktörü de olan Ingrid Chavez ile evlenmiş ve ilk çocuklarına adanmış bir albümdür. Dünya çapındaki konserlerin bir dökümü olarak da altın diskli Damage (1994) kolleksiyonculara sunulmuştur.
Dead Bees On A Cake (1999) karizma/mis/tik bir çizgide, bu kez Bill Frisell, Mark Ribot, Kenny Wheeler gibi jazz ustalarının da katılımıyla, Talvin Singh’den, Civan Gasparyan’a uzanan etnik motiflerle, yeniden ermişliğinin manifestosudur.
Üçüncü kategoride, 1984’te yayınlanan Sylvian’ın instant kolajlarının yer aldığı Perspectives adlı kitap, Preparations For A Journey adlı dökümanter film, yirmi dakikalık video çalışması Steel Cathedrals, Jon Hassell, Holger Czukay ve Steve Jansen ile gerçekleştirdiği Words With The Shaman (1985) ve Alchemy An Index Of Possibilities göze çarpar.
1987’de , İngiliz dans ve tiyatro grubu Kin için Ember Glance adlı müzikal kompozisyonu, görsel düzenlemeyi de Russell Mills ile paylaşarak oluşturmuştur. Approaching Silence (1999) Sylvian’ın da katıldığı bir enstalasyonun müzikal seyri olarak ortaya çıkar.
2000’ler Everything And Nothing, Sylvian’ın solo şarkılarını yeniden seslendirdiği bir antoloji, (2002) Camphor, bir ermişin el kitabı niteliğinde mistik titreşimler, (2003) Blemish, (2004) World Citizen, Ryuichi Sakamoto ile, (2005) The Good Son vs. The Only Daughter - Blemish remiksleri ile oldukça üretken bir dönemin başlangıcı oldu.
(2005) Snow Borne Sorrow albümü bu olgunluk döneminin kilometre taşıdır. Nine Horses adıyla biraraya gelen Steve Jansen, Burnt Friedman ve kuzeyli müzisyenlerin katılımıyla ufku genişleyen proje 2007’de Money For All ile sürdü. Son olarak geçtiğimiz aylarda When Loud Weather Buffeted Naoshima adlı çalışmayla bugüne bakabiliyoruz.

*
Gittiğimiz yer, oraya nasıl gideceğimizdir.
Eğer gittiğimiz yer, oraya nasıl gideceğimiz ise,
Gittiğimiz yerdeyizdir.
Eğer gittiğimiz yerdeysek, gideceğimiz bir yer yoktur.
Eğer gideceğimiz bir yer yoksa, belki de o yer olduğumuz yerdir.
*
Poetik bir dilegetiriş de olsa, Robert Fripp’in kurduğu mantık, bu çağdaş Abdal’ın, iki bin yılını kutlamış bir Sidarta’nın pusulası gibi...
Sylvian’ın rönesans adamına koşutluğu bir bakıma yakın, bir bakıma uzaktır. O, daha çok, doğuludur, daha çok, dünyalıdır.

Aynı ırmağa girip dururuz da, niye suyun aynı su, benin aynı ben olduğuna şaşarız! Parmenides beni affetsin.



(2007)

18 Kasım 2008

SİYAH KUĞU CİNAYETLERİ

Siyah bir kuğu gibi sahnenin içinden süzülen kuyruklu piyanonun tellerinden, yaratıcı, hedonist katiller için ne güzel suç enstrumanları çıkartılabilir! Katiller her zamanın, her kültürün en çalışkan girişimcileridir.
Lars Von Trier, kuzey avrupa kültürünün, şımarık, kendinden fazla emin yönetmenlerinden. Yıllar önce görüp de çarpıldığım (yanılmıyorsam ilk filmiydi, o zamanlar nasıl da samimiydi, son dönemde yaptıklarına katlanmak güç; şımarıklık etin çürümesinden daha çirkin kokular salar) Suç Unsurları, boz bulanık, yağmurlu ve soğuk bir iklimin şartlarına koşut insan ilişkilerine, sanki soğukkanlı bir katilin otopsi yapıyormuş gibi çözümlemeleri beni derinden etkilemişti.
Eğer insan, insan olmaklığını mekân ve zamandan bağımsız olumlayabiliyorsa, küçükasyanın orta bir yerinde, sıradan bir küçük kentinde, diyelim Bayburt ya da Kastamonu’da, kim bilir Şereflikoçhisar’da, bizim, bize uyan temel suç unsurlarımızı kim, hangi Von Trier, nasıl çözümler? Hadi Danimarka’daki kasabayı Bayburt’la değiştirdiniz, WV kaplumbağanın ön kaputunda, aritmik çalışan sileceklere tutunmuş bir kadını beceren eski bir dedektifi kiminle değiştirirdiniz? WV’yi Doğan SLX ile değiştirince işler kolaylaşır mı? Adam eski bir korucu olsun, kadın da kasaba genelevlerine düşmüş orta bir terk. Buyrun çıkın işin içinden; Yeşilçam filmlerindeki sakil estetik yinelenmiş olmaz mı?
Bizim kültür unsurlarımıza kim otopsi yapar, cinayeti kim çözümler? Kimdir bizim Burroughs’umuz, Brecht’imiz, Wittgeinsten’ımız, kimdir Warhol, Bowie, Weill adında bu topraklarda yaşayan? Kubrick Yeşilçam’da mı? Foucault hangi üniversitede seminer verir?
“Yaşam, bir varlığın, arzulama yetisinin yasalarına göre eylemde bulunabilme yetisidir. Arzulama yetisi, bu varlığın tasarımları aracılığıyla, bu tasarımların nesnelerinin gerçekliğinin nedeni olma yetisidir. Haz, nesne ya da eylemle yaşamın öznel koşulları, yani bir tasarımın, nesnesinin gerçekliğinin nedeni olabilmesi (ya da öznenin, nesneyi gerçek kılıp ortaya çıkaracak eylem yönünde güçlerini belirlemesine yol açabilmesi) arasındaki uygunluğun tasarımıdır.”
Immanuel Kant çarşı içindeki lahmacun-pide salonunun sahibi midir? Neden pratik aklı eleştirir? Suç otopsisi, bir kültürün canileriyle kurbanları arasındaki ince arzulama yetisinin tasarımlarını çözümleyebilir mi?
Habire sorular sorup, garip analojiler kurmak, dolunay gecelerinde uyuyamayanların delirmeye karşı uyguladıkları en etkili silahmış! Oysa ben bunu her zaman kullanır oldum. Ne de olsa (Trier’inki değil ama) bir başka coğrafyanın ikmale kalmış tarih öğrencileri kuşatmış çevremi; kurtuluşu, kaçarı yok!
Hem Dostoyevski hem Gogol ile görüştüm; Hatıralarımı yeniden yazıyorum, şu popkültürümüzün postgerzek sanatçılarından kaçıp gizlendiğim
yeraltından,
notlar halinde!

(2000)

17 Kasım 2008

sara smile

yaz karıncalarının gülminesi adacıklara eklembacak yüzüşlerini izliyorsun. yel uçurmuş onları aynasu yüzeyine. çatlak duvarlı beton havuz. balıksız. kırmızı vanalı fıskiyesiyle. lilâ batımlarda çimen buğusu. jöle peltesinde kayar gibi yüzüyor karınca. taçyaprağa tutunuyor, çıktı adasına. ada senin, tepe senin, havuz bizim. bir gülümseyişle seğiriyor bulutlar. pamukşekerci pembe dolamış çubuklara. bir bulut ver şekerci amca, yirmi beş kuruşluk, cırtlak pırıltılı. az önce suladık çimleri. havuzda satranç, pamukprenses kaleye çapraz. çıplak boyunlar. akşam ürpertisi ılgıyor yazsararığı tüylerde. kavuşturuyoruz kollarımızı açmazı düşünürmüşce. kalyonlar yüzdürüyoruz delikan bilgeliğinde. yünkazak sevinciyle ısınıyoruz hemencecik. havuzun gümüşü yansıtmaz olduğunda, içine düşüyor gemici yıldızı. gülkayıklar mendireğe sığındı. yataylar dikeylere saklanbaç. karıncakraliçe kalesine dönüyor. piyon ebe. limanda fırfır yalımlı maytap açılımı. fil sobe. sicilya kulesinde sırça sirenler raksıyor. çingen çalgıcılar cinbalum havalarına geçmiş. buda dingin, peşte panayır. balo geceyarısına değin sürüyor. uyanıyor akşamsefaları. düşleniyorsun; tülperde uçuşuyla çiğleniyor hülyalar. artık seçemiyoruz oyunu. çay demliyoruz küflü hilâl peynire. ayabakan çiçekleriyiz. buruk omuzlara saç değimleri. umuda okşanık, ayna kızgınlıkları umursamaz henüz. hanımeli, anne eli huzuru var yastık kılıflarında. vadideki zambak bile açmamış daha. kösnü, atını terletmemiş. atlar L dolanbaçlarında. kukasız maç, mızıksız saklan/kaç. düşüp dizlerini kanatmış körebe. vanilyalı dondurma kokusu geçiyor kırık lambalı sokaklardan. çimlerin ıslaklığına uzanıyoruz çıplakayak. ablalar yemeğe çağırıyor haylazları; sarımsaklı kabak kızartması var. sonra, anason yayılıyor baygın kavun dilimleriyle.balkonlarda emekli kahveleri içiliyor, hem cıgara. kapı almaca zarları.
radyo karıştırması,
toz şeker,
ince belli camhakkı kesme bardak,
prenses süreyya vesikalı altlık,
prinç kaşık şıngırtısı,
alice’in tavşan kanı köstekli çayı,
oyunu öylece bırakıyoruz çöken karanlıkta. ayabakan çocuklarıyız. çıkıp bahçeden yürüme zamanıdır. evi olmayan köstebek deliğine. yetişkin yağmuruyla sırıl sıçanız. evi olmayan, yollara. oysa, bir çürüyüş ağırlığıyla bulanıverirdik ham hüzünlere. “ayın karanlık yüzü”nü bulurdu bir el; kim kimdi, hangimiz hangisi. çekirdekçi lüksleri briket duvarlı açıkhava sinemasının kapısında parlar, birkaç makara sarımı arada sahibinin sesleri gelip giderdi havuzbaşına. radyonun pili biter, ay yiter çatılar ardında. vadimizde bir bahçıvan dolaşırmış, öylesine.
o’nun gülümseyişine adımlarla. saksafon çığırtkanlığı librafon süreğenliğiyle.
seke seke,
adım adım dokunuyorum şimdi.
öylesine yakalıyıveriyor anıböceklerini yaşlı avcı.
yolcu yıldızına bakınıyor.
kör köstebek yuvasından çıkar mı.
iğdiş duyarlıklar campari esriği cücenin kamburunda sızlıyor.
ayakoyunları; bir adım ötesi.
hiç gündoğumunda görmedim o havuzu.
karınca ters-yüz olmuş, çoktan boğunuk.
yitik atlı/karıncalanmış ayaklarım.
devimsiz, durağan hüznün balı akıyor olgun meyvelere.
kanı/yor/um o’nun gülümüne, alıp götürüyor.
unutuşun sınırlarını çoktan aşındırmış yalancı bir heyecan.
havuzun çatlağı açılayazıyor.
yapış yapış jöle kaplamış tenimi.
buzlar çiçek açmasın, üşüyorum.
günün ilk ışıkları bir çöp kamyonu gibi topluyor gece artıklarını.
uyuya kalıyor bremen mızıkacıları.
kıvrılıp dortop oluyorsun.
yuvarlanıp gidiyor misket.
ilk karın altında
dona kalmış tesbih böceği.
bırak,
bırak,
uyusun.


(aralık 1984, hüsen için, rue ruelle)

16 Kasım 2008

yok mu ş

Göçmüş Kediler Bahçesi'nden geçiyorum öğle sıcağında
yaprak kıpırdamıyor
kimseler yok
ağır bir dinginliğe batıyor ayaklarım
yürümek zor
eğilip bükülüyor suretler
eski
soluk
çürük
kokuşmuş şarkı bukleleri
pisipisi otları
kuru kertenkeleler

berberim cinnet geçirdi
şimdi
hastane morguna bitişik kafeteryada garsonluk yapıyor

çıkış yok

mu
bahçeden

(2008)

15 Kasım 2008

SON TANGO

(PARİS’DE SON TANGO, AMSTERDAM’DA ÖLÜM, LİKYA’DA KONSER)

Güneş gideli çok oldu şu tepelerin oradan.
Mavi derin.
Işıma donup yalazlandı şimdi. Denize kalay çalan çingene dolunay, Likya mezarlarının rastgele dizilişini gölgeleyen bodur çalılar, ara ara yüzümü yalayan yaban inciri kokusu.

Hışırtılar, kıpırtılar artıyor kuytulardan meydanın orta yerine doğru. Ben yerimi çoktan kapmışım; aslanlı mezarım. Kalabalık olacağı belli. Fısıltılara kulak kabartıyorum; “Ayın kuyruğu burçlara değdiğinde başlayacakmış.”, “Sizin yeriniz neresi?”, “Ben çok uzaklardan geldim, adanın arkasından.”, “Biz buralıyız.”, “Bu son konsermiş.”, “Onca zaman bekledik bu geceyi.”

Garip, yanardöner kanatlı bir böcek “Biraz yana kayar mısınız, Mr. Baker geliyormuş, aşağıdan göremiyorum.” diyor. Çekiliyorum çıkıntının ucuna doğru. Kayaların, mezarların arasından kıvrılarak çıkan patikada bir karaltı seçiyorum. Gözlerim iyice alıştı alacakaranlığa. Metalik bir yansı uçup geliyor. Kalabalığın giderek artan gürültüsü kesiliveriyor ansızın. Önce trompetini görüyoruz; pırıl pırıl, akkor.

Ağır aheste, tören adımlarıyla yaklaşıp Nomi Meydanı’na, sahnenin ortasına ulaşıyor karaltı. Sesimiz soluğumuz tutuluyor. İlk ayışığı kalenin burçlarından kurtulup sahneye süzüldüğünde, kırmızı sarı spotlar da yanıyor. Piyano, basın tatlı swingiyle başlatıyor ayini. Çizgili gömleği, siyah ceketi, biryantinlenmiş uzun gri saçlar, trompetini koluna sıkıştırmış, mikrofona uzanıyor yarı iliştiği tabureden.
Gözleri kısık “My funny Valentine, sweet comic Valentine...”

Dünyanın ucundaki
Son burçta
Bohem kırgını kristal ay
Tutkun
Ilgın ürpertisiyle utangaç
Dudaklarına
Yakamozlar tutuşur
Yanardöner
Saydam turkuvazda yıkanan
Çıplak ayaklarına
Gümüş nitratın kağıda tutsayamadığı bu
Dünyanın ucundaki
Son burçta.

*









Paris, Aperlai, Venedik ya da Amsterdam; ölüm her yerde. “Let’s get lost.” Mırıldanıyor Chesney Chet H. Baker; “Müziğimden başka verecek bir şeyim yok!” Uzanıp yanağımı öpüyor, dişsiz buruk bir gülümseyiş “Thanks Scaramouch, yakında yine geleceğim.”Parmakları trompetinin klavyelerinde inip kalkıyor “Oysa hep son kezmiş gibi çalarım.”

(1988)

14 Kasım 2008

KÖRDÜŞÜM



Siyah-beyaz bir film için sinopsis

O hasta bir adam. Gözle görülür belirtiler taşımasa da, hasta. Oysa birçok yerde sık sık görülen (hayır, "bulunan" demeli)
sık sık bulunan biri. O'nlardan biri. Belki bu yüzdendir kimsenin ilgisini çekmemesi. Hani, filmin ortalarında bir sahnede, şöyle bir görünüp -bulunup- yitmesi perdeden, hiç de rastlantı değilmiş gibi.

Sinemaya gittiğimde, film başlamazdan önce koltuğuma -hep bir tarafı batar, rahat edemem- yerleşmeğe uğraşırken önümdeki beyaz dikdörtgen yüzeyin masum durgunluğunu düşünürüm hep; Canavar Oyuncağın yediği düşsel bir varlık gibi asılı durur orada. Kolay yutulmuş bir yaratık olmaklığını daha fazla sürdürmekten vazgeçince, yavaş yavaş kıpırdanmağa, ileri geri oynayıp, hınçla devinip, canavarın midesini yırtmağa, bu boğucu, sindirici karanlıktan kurtulmağa çabalayacaktır. Onunla aynı düşteyimdir. Bir bakıma ben de yutulmuşumdur gördüğünü anında iç eden azrailin doymak bilmeyen boğazınca. Bizi sindirmeğe, asitli özsularıyla eritip çözeltmeğe çalışacaktır. Bazan dizlerimin bağı çözülüverir de. Giderek kaykılır, iyice sinerim o zaman. Sonra ansızın biter bu savaşım. Düşlerin zamansız, kaypak mekânlarından dışarı kusulur, ışığa kavuşuruz. Dünyanın bildik sesleri yerine gelir. Koltuğumu kendisine katlanmağa bırakıp -o bana katlanamadıktan sonra- çıkar giderim salondan. Artık bakmam arkama. Asılı olduğu yerde öylece, ak, lekesiz beklediğini bilirim. Yine geleceğim, oyuncak yine yutacak bizi. İşleri yolunda giden bir düş tecimeniymişçesine gülerim gizli gizli.

Şu son günlerde en sık bulunduğu yer Devlet Resim Heykel Müzesi. Erkenden kalkıp müzenin açılışından hemen sonra, elinde çantası -aylardır tuttuğu notlar, fotokopiler- çıkar merdivenini mermer sütunlu yapının. Bakımsız bahçeye çin yelpazesi gibi yayılan basamakların bitiminde, ağır ahşap kapının hiç kapanmayan kanatları cırlak mavisiyle gözünü iğneler her sabah. Müze yetkililerine sert bir dilekçe yazar içinden;
"Devlet Resim Heykel Müzesi Yönetmenliğine,
(Zevksizlik, ilgisizlik, güzellik kıyımı, ...) Ötesini getiremeden unutur kapıyı. Yüksek tavanlı loş geçeneklerin o adlandıramadığı hoş kokusunu çeker içine, eskimiş yağlı boya, tahta cilası belki. Her gün başka bir bölümün büyüsüne girer, dönemin ustalarıyla söyleşir.
Doğrusu bu ya, severek yapabildiği biricik iş ansiklopedi yazmanlığı. Gerçi, şimdiye değin hazırlanmasına katkıda bulunduğu "Küçük Hayat Bilgisi Ansiklopedisi" dışında, bazı sanat dergilerinde rönesans ressamları üstüne yazdığı üç-beş güdük makaleden başka yayınlanmış bir çalışması olmadı ama, bu kez şeytanın bacağını kıracağını umuyor, şeytana olan saygısı bir yana... Hele bu işi bir bitirsin, yıllardır tasarladığı "Büyük Yaşam Ansiklopedisi"nin yazımına girişebilir; Karanlık yaşamın ışığı, 66 fasikül, bütün kitapçılarda!

Şarap tecimenlerinin alıp sattıkları şarap cinslerini şöyle bir tadıp, işlerinden haz almalarına diyecek sözümüz olmayacaksa -iş bu ya- ben de düşlerin esrikliğine kaptırıveriyorum kendimi.

Odasında. Gece geç saatlere kadar, o güne değin yazdıklarını toparlıyor adam. Kedi dortop olmuş döşeğin ucunda, iç geçiriyor uykusunda. Sarı beyaz tüyleri tarazlanır gibi. Perdenin aralığından gümüş bir hüzün süzülüyor masasının üstüne. Kalkıp geriniyor adam. Kedi söyleniyor. Pencereye gidip soğuk cama dayıyor kızgın alnını. Gözlerini kırpıştırıyor. Dolunay bu gece. Ölü denizlerin yengeçsi gölgeleri kıvıldanıyor çarşafında, yastığın altına kaçışıyorlar. Çapraz adımları döşeğin öte ucuna çekiyor, dortop oluyor adam. Gözlerini kırpıştırıyor kedi, kalkıp geriniyor kambur kambur. İçi geçiyor adamın, körlemesine düşüyor.

Bir kör
ne görür düşünde / sakın görmez demeyin.
Oyuncak Gözün gördüğü göz / gözün gördüğü -göremediği- oyuncak
ne görür düşünde.
Bir kör düşü değil mi
siyah
beyaz.



Masanın üstünü kaplayan renk renk dosyalara bir göz atmalı. Bir hastalığı tanımlamada -eğer gözle görülür belirtileri yoksa- gözardı edilemeyecek en iyi yöntemlerdendir. İşte büyük harflerle atılmış, "NAMIK İSMAİL" başlıklı biri (henüz tamamlanmadığı belli...)
"Osmanlılar'da 17. yy.da başlayan batılılaşma atılımları 18. yy.da hızlanarak devam etmiş, 19. yy.da tümüyle etkin olmuştur. Bu süreç içinde resim sanatının gelişimi de ilgi çekicidir. 18. yy.dan başlayarak İstanbul'a gelmeğe başlayan yabancı ressamların etkisiyle, yeni açılan okullardaki öğretmen gereksinimini karşılamak amacıyla (1835) Avrupa'ya eğitilmeleri için öğrenci gönderilmeğe başlanmıştır. Ferik İbrahim Paşa, Hüsnü Yusuf, Ferik Tevfik Paşa gibi sanatçılar ilk gönderilenler arasındadır. İlk kuşak ressamlarımız Harbiye ve Mühendishane çıkışlıdır. Ferik Tevfik Paşa, başka bir Ferik Tevfik Paşa -garip! ikisi de kaytan bıyıklı mıydı?- Hüsnü Yusuf, Servili Ahmet Emin Bey, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyit Bey, Osman Nuri, Hüseyin Zekâi Paşa, Osman Hamdi Bey ve daha birçokları... 1908 lerden 1928 lere kadar "Müstakiller Grubu"nun yer aldığı dönem, İzlenimci akıma koşut sayılabilecek bir anlayışı paylaşan Nazmi Ziya, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Feyhaman Duran gibi ressamların çalışmalarıyla hareketlenir. Gruba sonradan Namık İsmail, Şevket Dağ, Hüseyin Avni Lifij, Ruhi, Mehmet Ali Laga gibi isimler de katılır. Namık İsmail'in gerek sanatçı, gerek yönetici kişiliğiyle bu grupta ayrı bir yeri vardır.
15 Mayis 1890'da İstanbul Fındıklı Perizat Çıkmazı'nda doğmuştur. Annesi Bakiye Hanım, babası Kafkasyalı Hattat İsmail Zühtü Bey'dir. İlk öğrenimini önce Kabataş Şemsülmekatip'de, sonra Beşiktaş Hamdiye Mektebi'nde yapmıştır. St. Benoit, St. Pulcharie ve Galatasaray liselerinde öğrenimini sürdürmüştür. M. André, Arslanyan ve Şevket Bey'den ilk derslerini almış, daha sonra Paris'de Çallı ile tanışarak Julien ve Cormon atölyelerinde çalışmıştır. Birinci dünya savaşının çıkmasıyla 1914'de yurda dönmüş, silah altına alınarak Kafkasya cephesine gönderilmiş... "
Yazısı giderek kötüleşiyor, okumakta zorluk çekiyoruz. Adamın bazı şeylerden çabucak sıkıldığını, bunaldığını hemen kavramayacak biri var mıdır bu karga/burgacık akışı izlemeğe çalışıp da... Neyse, hepimiz bir büyük ruhbilim çağının çocuklarıyız, öyle ya! Geçelim.
"30 Ağustos 1935'de Moda vapurunda geçirdiği bir kalp krizi sonucu 45 yaşında vefat etmiştir.
Dönemin en değişken sanatçısıydı. İzlenimcilik, Gerçekçilik, Dışavurumculuk arasında sürekli gidip gelmiştir. Kararsızlığının, çok yönlülüğünün nedeni olduğu söylenir. Fransız İzlenimciliğinin temel ilkelerini benimsemesine karşın, bütünüyle izlenimci olmamış, özellikle teknik açıdan Alman Ekolünün etkisinde kalmıştır. Resimlerini en önemli iki unsuru ışık ve devinimdir. Sanatçını bir mektubundan 250'den fazla ürünü olduğunu öğreniyoruz. Ancak, bugün saptanan sayıları 130'dur. 83'ü özel kolleksiyonlarda, 25'i müze ve galerilerdedir."
Süregidiyor sayfalar. Dosyanın içinden koyumavi bir karton düşüyor ansızın, gümüş alacası mürekkepli bir yazının dokusu ışıldıyor göz mekiğinin soldan sağa kayışıyla;
"MEHTAPTA CAMİ 1925, 80x98 cm.
Yüksekliğin ve düşüşün kaçılmaz, kaçınılmaz çekişi. Işık esriği dorukların saplandığı gölgeler. Giz. Yumuşak eğimi gizin. Sokakların durgunluğu yutmuş sanki az önce atılmış bir ölüm çığlığını. Sebilin suyu kurumuş. İşte buradan bakıyorum; baykuşun tünediği terasın korkuluğundan. Avım, elinde titrek feneri, kaderinin izine düşmüş kara çarşafının uzayan gölgesinde. Sabırla bekleşiyor selviler. Zamanın ve geçiciliğin tanıkları. Sinilik. Siliklik. Gece soğuk. Dumanlar yükseliyor bacalardan, ayin tütsüleri. Dolunayın çiğ ışığında zorlukla seçiyor kuşbakışı gözlerim üç yıldızın göksel üçgenini. Aşağılarda, iki pencerenin soluk dirimini tamamlıyor avımın taşıdığı fener; dünyasal üçgen.
Tanrı istencinin çile, ceza evi, soluk suların küflü yeşilinde yıkanıyor. Tanrı varsa, şeytan da burada.
Bizi seyrediyorlar."
*

Müzenin bahçesine vardığında yağmur yeniden çiselemeğe başladı. Şemsiyesini yine nerede, ne zaman unuttuğunu çıkaramıyor. Bir yenisini almamağa kararlı paltosunun yakasını kaldırırken. Ayakları bahçenin yüzyıllık ulu ağaçlarından dökülüp üst üste yığılmış, çürümeğe yüztutmuş yapraklarına, iri atkestanelerine dolanıyor. Günün ilk ziyaretçisi olduğu belli, kimseler görünmüyor ortalıkta. "Yağmurdandır, hem erken daha. Bugün Namık İsmail'in dosyasını kapatmalıyım, o resmi bir daha görmek istemiyorum." diye söyleniyor merdivenleri çıkarken. Kapının ağır kanatlarının cırtlak mavisi, yağmur bulutlarından nasılsa sızıp kente isteksizce ağan gün ışığının bozluğunda iyice çirkin. Arkasında bir martı çığlığı duyduğunu sanıp şaşalıyor. Bahçe, bir kez daha ölen doğanın örtüsü denli sessiz, ıssız oysa. Denizden kilometrelerce uzakta, martı mı? Boş bulunup düştüğü alıklığına mı yansın, yıllardır bu bozkır kentin karanlığına çakılıp kaldığına mı? Cam kapıya hışımla abandığında şaşkınlığı iyice artıyor; kilitli. Pantalonunun cebinden kayışsız kol saatini çıkarıp bakıyor, açılış vakti geçmiş bile, tatil ya da bayram günü de değil bildiği kadarıyla. Buğulu cama vuruyor saatinin altın suyuna batırılmış çeliğiyle. İçeride bir ışık yanıyor, gide gele tanış olduğu bekçi elinde çay bardağıyla açıyor kapıyı. "Boşa yorulmuşsunuz beyim, bugün kapalıyız. Öğleyin sinemacılar mı gelecekmiş ne, ziyaretçi almıyoruz."
Müzenin bahçesine vardığında yağmur yeniden çiselemeğe başladı. Şemsiyesini yine nerede, ne zaman unuttuğunu çıkaramıyor. Bir yenisini almamağa kararlı paltosunun yakasını kaldırırken. Ayakları bahçenin yüzyıllık ulu ağaçlarından dökülüp üst üste yığılmış, çürümeğe yüztutmuş yapraklarına, iri atkestanelerine dolanıyor. Günün ilk ziyaretçisi olmadığı belli; bahçenin ortasında, yapının ana giriş merdiveninde sarı muşamba yağmurluklar giymiş, eğilip kalkan, koşuşturan adamları görünce şaşalıyor. "Sabahın bu erken saatinde, yağmur altında ne işleri var." diyor duraksadığı yerde. Merdivenin hemen bitiminde, giriş kapısının tam ortasına doğru gelen açıklıkta çimenlere birşeyler çakıyorlar. Adamlardan ikisi tekerlekli üçayağı üzerinde şimdiye dek gördüklerinin en irisinden kara-metalik bir sihirli oyuncağı ellerindeki naylon tenteyle yağmurdan korumağa çalışıyor. "Her neyse, bugün Namik İsmail'in dosyasını kapatmalıyım, o resmi bir daha görmek istemiyorum." diye söyleniyor yanlarından dolaşırken. Çimlerin üstünde dev bir çocuğun oyun çemberleri gibi ışıldıyor raylar. Elinde kronometre benzeri bir ölçek tutan adam başını kaldırıp gülümsüyor o geçerken. "Işığı ölçüyor olsa gerek, o halde bu puslu havada niye bön bön sırıtıyor, her ne ise ne! Neyin filmini çekeceklermiş ki?" Basamakları çıkarken kalınlı inceli elektrik kablolarına takılmamak için önüne bakıyor, ayakkabılarının altı çamur toplamış. Kapının eşiğindeki paspasa hışımla vuruyor tabanlarını. Ahşap kanatların beyaz boyasını o an farkediyor. Tertemiz. Filmciler işe yaramış hiç olmazsa. Cam kapıyı itip, içeri, o sevdiği loş kokuya dalıyor. Gide gele tanış olduğu bekçi elinde çay bardağıyla Çıkıyor bir odadan. "Günaydın beyim, bugün sizden de erkenciler var, sinemacılar müzenin filmini çekeceklermiş, öğleden sonra ziyaretçi almıyoruz."
Bir başka çağın, insanların gelincik tarlalarını düşman kanıyla suladıkları, yani gelinciklerin küme küme tomurcuklanıp, bir günbatımı ardında koşan ilkay gümüşüyle yıkandıkta, sabahın kuşluk vaktine değin kankızıla kesiliverdikleri bir çağın dünya görüşüne -ister istemez- uyan- uysun diye kimbilir kaç kişinin kanının uğruna akıtıldığı, bir başka çağın mekânı bu, bir başka dünyanın geçenekleri bunlar. Zamanın ardına dolaşan, dallanıp budaklanan, kıvrılıp bükülen, kesilip kırılan geçenekler. Sayısız kapıya yataklık eden bir nehrin delta kanalları gibi. Adam hangi kapıyı açacağını biliyor. Hangi kapının ardından hangi kokuya dalacağını, hangi duvardaki hangi resme bir kez daha kanı donasıya bakacağını biliyor. Varsın, günümüzde gelincikler solgun küskün bitsin demiryolu çakıllarının kıyıcığında. Labirentlerin korkulu görkemi geride kalmış artık. Ya da, en azından kimse bunları umursar görünmüyor. Adamın ayrıklığı sayrıklığı burada; o hangi yaldız çerçevenin içinde yiteceğini bilir gibi,önemser gibi.
Oradaydı, asılı olduğu beyaz duvarda, hâlâ ışıldayan çerçevesinin içinde başdöndürücü bir dipsiz çukur, yerçekimi kurallarına aykırı, karanlık. "Mehtapta Cami, 1925, 80x98 cm. Namık İsmail"
Pek büyükçe olmayan odanın duvarlarında birkaç başka resim daha var. Onlarla hiç ilgilenmeden ortadaki deri koltuğa oturuyor. Yanındaki sehpanın üzerinde çantasını açıyor. Bir tomarın arasından çıkardığı kağıdın üzerinde başlanıp yarım bırakılmış bir metnin peşine yeniden düşüyor kalemi. Bir daha başını kaldırıp karşısındaki resme bakmadan. (Soldan sağa)

"MEHTAPTA SULUSEPKEN ÜSTÜNE
artmaz eksilmez kediboku
bakışlarımı gizleyebildiğimi sanmıyorum.
göz kaçağı!
her ne ise... beceriksizim. kimi zamanlar çok iyi bildiğim, e bildiğim bir şeydi kaçarken avlamak.
eeh, bu da bir saplantı sende: kimi-li geçmiş zaman kipi. sabrımı taşırıyorsun.
evet, taşırıyorum. saplantının biri bin para bende.
yine de
yine de, sabırsız kediler gibi kıpırdanan ayaklarına bakmadan, gerili kasların, boğumlu eklemlerin ışıkla, gölgeyle
delisin!
oynaşmasını, parmak aralarına değin sokulan halının ipeksi tüylerine kıskanıklığıma varasıya gözlerimle içmeden edememek, açlığımı dizginleyecek özdenetimden yoksun olduğumu bilmek.
bu istediğini kolaylaştırmıyor mu?
doğru çoktandır ayırdında.
ne de güzel sürdürüyorum O'nunla havadan sudan konuşmayı.
suya sabuna dokunmadan.
narçürüğü ojeli başparmağıyla diğerinin topuğundan incecik bileğinin kemiğine uzanan oval girintiyi teni pembeleşesiye ovup yunmasını önemsemezmişçesine.
gözlerin, boyalı tırnaklarında yanıp sönen yansılara takılmış da, sanki konuştuklarınızın derinliğine dalıp gitmiş numarası yapıyorsun. O da sürdürüyor hinliğine umursamaz okşa-n-malarını.
ansızın, 'muzbalıkları'nı anlatmağa başlıyorum sağ küçük parmağının diğerlerinden açıklığına şaşarak. nerede okuduğumu anımsamıyorum şimdi, kimindi, ne zamandı ya, kısacık bir öyküydü işte: çenesiyle omuzuna sıkıştırdığı almaca bağırarak annesiyle şehirler arası telefon konuşması yaparken, bir eliyle kendine çektiği ayağının tırnaklarını diğeriyle büyük bir özenle boyayan kadına boş gözlerle baktıktan sonra, kaldıkları yazlık motelin kumlasında güneşlenmeğe giden adamın, orada tanıdığı küçük bir kız çocuğuna denizde yüzerlerken yumurtladığı 'muz yeyip şişen balıkları saymaca' oynundan sonra yalnız kalır kalmaz beyninde 45'lik bir delik açmasıyla, havada asılmış gibi bitiveren -ya da, unuttum şimdi ayrıntıları- bir öyküydü.
durup dururken bunu anlatışının nedeni O'nun ayaklarının çığırtkanlığının yaptığı bir çağrışım mı yalnızca?
bilemiyorum. belki de, belki de sonundaki şeysizlik...
anlamsızlık mı?
yok canım, kimin kimi, kimin neyi kovaladığı bulanık bir sisin içinde.
intiharı mı, yoksa öykünün sonunu mu kastediyorsun?
yo, hayır, ne adamın şakağındaki deliği, ne de öykü sonunu. hem, öykünün sonu bu delikten akıp gidiyor gibi. soğuk, acımasız, yürek bunan bir şey var.
oh! iyice sabukluyorsun artık.
onları ellerimle tutup dudaklarımla ıslatmak, kirpiklerimle oylumların içrekliğini okşamak istiyorum.
susuyoruz.
mutfağa çay koymağa gidiyor. belleğim yüksek hızlı fotoğraflarını çekiyor durgun odanın loşluğunu dalgırlandıran, kısa bir an görünüp yiten topuklarının.
kısa yaylar çizerek basıyorlar yere, sessiz, iki tenis topu kadar çevik, uçucu.
buraya neden geldim geldin geldik geldiniz, sonra ilenip durursun. zayıflık.
zayıflık değil bu.
ah! yine mişli geçmiş lağımını akıtacaksın anadamarlarına. bu kokudan nefret ediyorum; çürük kokusu, bayat, çiçekbozuğu küf kokusu. seni gidi tekil şahis; SENin barsaklarında obur muzbalıkları yüzüyor henüz olgunlaşmamış bok balçıklarına ters. Schubert'in alabalıkçısı seni... gırtlağında titreşen ilksesler sözcüklere, tümcelere dökülesiye ağzından salyalar saçarak fırlıyor, o'nun biraz önce üstünde salındığı halı motiflerine dalıp derinlerde yitiyorlar.
mutfaktan bardak, kaşık sesleri geliyor. yüzüme değişik gülüm taslakları oturtmağa çalıştıkça (Marcel Marceau'nun maskçısı) belediye balolarında dağıtılan gevşek lastikli gülünç karton suretler gibi kaykılıp düşüyorlar. dudaklarımla yakalayabildiğim bir uyduruk sırıtışla yetinmek zorundayım.
yeniden göründüler mutfak kapısından, alay edercesine gülümsüyor parmaklar. öylesine uyumla, öylesi sakınımlı.

*

mum alevinin bakıra dönüştürdüğü tırnaklar açılıp kapandıkça, birbirlerinin arasından geçen denizanalarının bulanık dip kumlarına gömülesiye sürdürdükleri ritmik danslarını, sırtında bilekleri kenetlendiğinde, topuk kemiklerinin omurunu delercesine kasılıp katılaştığını gözlerin kararana değin seyrediyorsun."

*

Gözleri kararıyor, midesi kazınıyor. Ne kadardır orada oturduğunu kestiremiyor artık. Toparlanıyor. Kağıtları, kalemi, çantası. Zorlukla buluyor çıkışı. Işık göz kamaştırıcı. Bekçi basamaklara uzanmış gerine gerine peynirli ekmeğini yiyiyor. Yağmur çoktan durmuş, güneş tepede. Nemli toprak, azot kokusu. Sinemacılar? "Kimse kalmadı beyim sizden başka." Bahçeyi boylamasına geçip, otobüs durağında elinde filesiyle çömelmiş kendi kendine söylenen kadının yanında bekliyor bir süre. Vazgeçiyor. Yürümeğe başlıyor. Birşeyler yemeli, dinlenmeli. Ulaştığı dörtyol ağzında insan, araba kalabalığı başını döndürüyor, içini bayıyor iyice. İlk gördüğü otobüse atıyor kendini. Tuhaf, otobüs bomboş, ondan başka küçük bir çocuk oturuyor arka sıralardan birinde. Oracıkta çöküp başını cama dayıyor. Hiç durmuyor gibi otobüs. Kimse binmiyor başka. Bilmediği, tanıyamadığı caddeler, ara sokaklar, kentin bu kesimi ona bütünüyle yabancı. Gözleri kapanıyor.
Omuzunu sarsan adamın gözlüğünde kendi yüzünün şaşkınlığı sorar gibi. "Son durak beyefendi, uyuya kalmışsınız." Kucağından düşüp sıranın altına kaymış çantasını çekip çıkarıyor aceleyle çıkarken. Dikiz aynasında saçlarını elleriyle düzelten otobüs şoförüne teşekkür etmek için ağzını açtığında, yalnızca kuru bir ses dökülüyor boğazından. Sol dizinden kesip almışlar bacağını. Önce karıncalar yeyip bitirmiş; et, kas, bud, lif lif. Kemiklerinde kan kurumuş, kil kızılı alacalı bir kestane kabuğu bağlamış dizini. Ürkü yere çömdürüyor onu, ayağını tutuyor. Yere atıverdiği çantasını fermuarı bozuk gözünden kağıtlar fırlamış uçuşuyorlar. Bezginlikle tıslayıp, yaralı bir çekirge gibi havalanan fotografa -hayır, renkleri birbirine binmiş "Simena, batık şehir, denizde Likya mezarı" görünümlü bir posta kartı bu- doğru umutsuzca atılasıya
bir el
fırtınalı gecelerde çakıp, göğe çatlayan şimşekleri, yıldırımları andıran sütçalığı damarlı bileğin kıvrımında salınan ayanın sedef uçlu, ince uzun, köşe boğumlu parmakları
tutup uzatıyor kartı, el değmemiş Likya mezarı mı kaldı? Yüzüne bakmıyor; her elin bir yüzü vardır. "İyi misiniz?" İyi o. Güzellik ideasını anımsayacak denli iyi, pay çıkaracak kadar değil ama. Pay almıyor artık. Yeniden unutacak olduktan sonra. Nostalji, taşlarına kar düşen, çatısı yıkık bir bizans kilisesidir, içinde mum yakacak bir Tarkovski hep bulunur.
Toparlanıp kalkıyor, bacağı yeniden hisseder olmuş, karnıcalar etlerini geri getirmiş. Kağıtları, kalemi, silgisi, silinikleri. Topalayak-Oedipus durağın bankına çöküyor. Karınca karınca canım atlıkarınca. Çantasına tıkıştırıyor elindekileri. Sonra kafasını kaldırıp ilk kez bakınıyor çevresine. Son durak! Yolun bittiği
durduğu yerde oturuyor. Arkası ağaçlık. Karşıda, küçük çimli göbeğin berisinde yeni olduğunu belli eden görkemli yapının girişindeki kalabalık çekiyor ilgisini. Dizini sıvazlıyor bir yandan. Son karıncaları da silkip döküyor. Oraya gidip bir bakacak. Çantasını koluna sıkıştırıyor. Kaldırımdan inerken dönüp durağın bir adının olup olmadığını 63 HAYVANAT BAHÇESİ Gerisinde kalan yeşil alan olmalı. Daha önce hiç gelmemişti. Hatta bu kentte bir hayvanat bahçesinin varlığından haberi bile yoktu. Ola ki, bu yapı da zooloji müzesi, ya da akuarium gibi... Belki de nikâh salonu falandır! Kalabalık, bir kuyruk düzeninde kıpır kıpır ilerleyip kapıda yitiyor. Şimdi o da, önündeki kel kafalı adam gibi kuyruğun bir uzantısı; ucu, sonu, son eklemi. Son durağa bir kez daha dönüp göz atıyor, kendisini getiren otobüs gitmiş bile. Kel kafalı adamın kolunda son yitirdiğine tıpatıp benzeyen bir şemsiye var. Yırtığına varana kadar. Belki adam... Yok canım, daha neler! İlerliyorlar. Eşiğine geldiği kapıdan içeri baktığında, burasının büyücek bir sinema olduğunu anlıyor. Ortalarda afiş, ya da film ismine benzer bir yazı, fotograf görünmemesine karşın, bilet gişesine seanslarla giriş ücretini bildiren bir kağıt yapıştırılmış. Cam koruganlı gişenin aralığından biletini uzatıyor kadın, pantolonunun arka cebinden cüzdanını çıkarıp ödüyor istenilen ücreti. Biletçi kadın işini bitirmek için onu beklemişçesine toparlanırken "Acele edin" gibisinden sallıyor fosfor yeşili tırnaklı elini. Her elin bir de dili vardır.
Yoksa bir tiyatroda mı? Salona açılan kapının kadife perdesini aralayıp kör karanlığa daldığında bir ışık demeti, gece savaşlarının bombardıman uçağı tarayan ışıldakları gibi çarpıyor ayaklarına. Işık yaklaşıyor, bileti alınıyor elinden. Yerde kayarken kırılıp bükülen ışığın görünür kıldığı basamakları iniyor. Perde büyük, çok büyük. salonun boyutlarına orantılı olduğu düşünülürse yüzlerce izleyicinin -hınca hınç dolu olduğundan kuşkusu yok; insan kokusu, tütün sinmiş nemli kumaş kokusu soluğuna yapışıp diline kekriyor- arasında yerine, koltuğuna doğru götürülen (çekilen mi demeli) bir o kalmış. Kuyrukta gördüğü şemsiyeli kel adamı andıran biri, kalabalığın alkışlarıyla kırmızı bir kurdeleyi kesiyor. Perdeye yaklaşıyorlar. Karanlık giderek seyreliyor gibi. Şöyle bir dönüp boş koltukta karar kılıyor ışık. Oturağı açarken yanındakinin dizine çarpıyor. Kalın bir öksürük. Paltosunu çıkarmadan kaykılıyor yerine. Perde olduğundan da büyük görünüyor içbükey eğimiyle. Kel kafalı önemli zat, el sıkışma faslına geçmiş bile.
Akıl almaz bir akuariumun saydam duvarlarından içeri açılıyor görüş alanı.
Akıl almaz bir dünyayı görüş alanı.
Akıl almaz bir dünyanın görünüşü.
Akıl almaz bir dünya görüşü.

*
Bir banka için hazırlanmış güncel haberleri sıkıntıyla izliyorum. Belediye başkanının köprüyü açış töreninden sonra, iki devlet başkanının "tarihi" karşılaşması, imzalanan ekonomik anlaşma; Resim heykel müzesindeki yangın; Yurdumuzun en büyük hayvanat bahçesinde yırtıcı kuşlar için yapılan özel kafeslerinde özgürce uçuşan atmacalar, perdeli ayaklarıyla asılı uyuyan yarasalar, Kör baykuş; Birinci futbol liginden liderlik karşılaşması, berabere biten karşılaşmanın sonunda atılan penaltılar, kalecinin penaltı anındaki endişesi...
Neyse ki, yüz bilmem kaçıncı yılını kıvançla kutlayan bankanın güvenciyle izlediğimiz program sona eriyor. Perde bir an kararıp sessizleşiyor. Salonda bir yerleşme dalgası, öksürükler, mırıltılar. Yanımdaki kadın dondurmasını bitirmiş.
Perde aydınlanırken siyah bir yazı beliriyor.

"bir Y filmi"

(1994)

13 Kasım 2008

YEDİNCİ

1 a
Uzun süredir kullanılmamış. İlk bakışta anladınız. Kokladığınız kapalı kalmışlık, dokunduğunuz ince bir toz. Biri diğerine uzun, dar bir geçenekle bağlı iki oda. Mavi mozayik bezeli banyo arada kalıyor. Tam karşısında mufaktasınız, buraya mutfak denebilir evet. Şu küçük değirmi masada yemek yenebilir. Uçukmavi çay takımı dikkatinizi çekiyor; porselen. Çok eski olduğu belli, yine de hiç kullanılmamış gibi pırıl pırıl. Zarif demliğin üzerindeki ilk gezegenlerarası yolculuğu betimleyen desenlere, işçiliğe bakarsanız, değeri eskiliğiyle yarışıyor dersiniz. Buraya gönderildiğiniz duyulduğunda korunduğu vakumdolaptan çıkarılıp mutfak masanıza pek de önemi olmayan bir nesne gibi bırakılmış; size gösterilen saygının örtülü bir uzantısı olsa gerek.
Kısa tüylü halıyla kaplı geçeneği geriye dönüp katediyor, birinci odada ağır metalik çantanızı bıraktığınız basık sehpanın beriside kendinizi görüyorsunuz. O, çantayı tutacağından kavrayıp size yöneliyor, boşta kalan eli çenenizde hızla biten sakalı sıvazlarken, gözaltı şişleri canınızı sıkıyor. Boy aynası dolabın iç yanına doğru kayarken üstte elbise askıları, ortada sıra sıra gözler çıkıyor ortaya. Alt boşluğa dikine yerleştiriyorsunuz çantayı. Orta sürgülerden soldakini çekip, temiz havlu köşelerine "M. R." başharflerinin mavi oyayla işlenip işlenmediğini merak bile ediyorsunuz. Sağdakinde steril uyku tulumlarıyla mavi odalıklar bulacağınız kesin.
İkinci odada koltuğunuz şömineye bakıyor. Mermer sövenin hemen üstünde ayna olması gereken yere Ettirgam'ın "Bıçaklanmış Zaman"ı asılmış.Tıpkıbenzeri ya da gerçeği, ayırmak zor. İşte bu koltuğa oturup okuyacaksınız kalın mavi dosyanın içindekileri. Hemen solunuzdaki açılır kapanır yatakta uyumak için dönüp duracaksınız; yatağınızın altında gürültülü bir kanpompası atıp duracak, dinleyeceksiniz gece boyu. "Gece" olduğu sözüngelişi. Eski deyimlerden dile kaynamış, pekişip kaldığı halde nesnesi çoktan uçup gitmiş binlerce sözcükten biri ancak. "Gündüz", "bulut", "sonbahar" gibi... Sağınızda kalan duvarda her birimde bulabileceğiniz türden iki ızgara var; biliyorsunuz ki birincisi soluduğunuz havanın, ikincisi günışığı düzeneğinin lumbozlarıdır. İçeri girmenizle kendiliğinden çalışmaya başlamışlardır. Hemen oturmuyorsunuz koltuğunuza. Bir an önce yatağı açıp uyumanızı diliyor yanan gözleriniz, hiç olmazsa ilk gece uyumuştum diyebileceksiniz.

1 b
Koltuğunuz "Bıçaklanmış Zaman"a bakıyor. Eski usulde demlenmiş çayınızı içiyorsunuz. Mavi kaplı dosyayı çantanızdan çıkarıp hemen solunuzdaki sehpaya bırakmış, bütün gün hiç umursamıyormuşcasına bakmamıştınız. Gününüz sıkıcı standart programla parça parça olmuştu zaten. Mavi Rehber uzmanları öyle görülür, tanınır kişiler değildir onlar için. Bu kente gönderilen yedinci uzman olduğununuzu öğrendiniz, öncekilerin de bu odada, bu koltukta "Bıçaklanmış Zaman"a baktığını düşündünüz. Onca uzman gelip gittiğine göre, bu kentte çözülemeyen bir şeyler olduğunu sezmiştiniz. Kalın dosyanın yıpranmış, eprimiş kapağı sizi doğruluyor.
"... Ögeleri, onları biri birine bağlayan mantık dizgesi olmaksızın bir iç kuraldan, bir perspektif, bir hikayeden yoksun bir şekilde yığılmış kentleri, düşlenebilir kentlerin sayısından düşmek gerekir. Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: Hayal edilebilen herşey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar, söylediklerinin ana hattı gizli de olsa, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey başka birşeyi gizliyor olsa da..."
Kopukluktan sonraki döneme ait olduğunu bildiğiniz -daha önce de rastlamıştınız- yüzeylerde iz bırakan renkli sıvıyla doldurulmuş çubuk ile yazılmış, el işi... Yazılımındaki biçimsel değişiklikler uzun geçmişe rağmen kültürel durgunluğun belirleyiciliğini kırıp aşamamış. Burada görev yapan ilk uzmanın ilginç bulup dosyanın başına koyduğu bu metnin kimin elinden çıktığını belki de hiç öğrenemeyeceksiniz. Bu kentte mi yaşamıştı? Gezgin miydi? Yoksa bir tür rehber yazmanı mı? Ya ölümü?
Her neyse... İşe bütün verileri en ince ayrıntılarına kadar deşip özümsemekle başlamalı. Birazdan sizi almağa gelecekler: Yönetmenlerle toplantı -sıkıcı- yemek -tatsız- onurunuza geleneksel gösteri -aptalca-.
2 a birinci uzman
"... Büyük kopuştan bu yana çalışmalarımız sürüyor. daha önce dört kentte görev yaptım. İlk ikisine gönderilen ikinci uzman olmuştum (bu azımsanmayacak bir kolaylıkmış da pek farkında değilmişim) sonrakilerde her şeye o korkunç karanlıktan başlamak gerekti.. Rehber'in temelleri yavaş yavaş ortaya çıkıyor yine de. Umutsuzluk, kimi zaman uzun karanlık geçitlerin sapaklarında, bazen de yatağınızda yakalıyor sizi; soğuk ve belirsiz. Dipsiz boşlukları (elimde kırık bir tebeşir) aklamaya çabalayan bir gölge gibi umarsız görüyorum kendimi, yorgun, sinirli uyanıyorum.
Buraya geldiğimde, artık işini kanıksamış bir profesyonel tutumuyla, ağır ve güvenle çalışmağa kararlıydım. Önceki deneyimlerde geliştirdiğim sade yöntemimle içinden çıkamayacağım bir kuyu olabileceğine inanmazdım. İlk keşif gezilerinde olağan görünmeyen hiçbir şeyle karşılaşmadım. Öteki kentlerde de olduğu gibi yedi sayısı üzerine kurulmuş bir dizgeyle karşı karşıyaydım. Merkezden köşelere yedi ana tünelin ve eşit uzunlukta yedi parçadan oluşan çift kanallı bir çevrinin belirlediği eşkenar yedigen, kentlilerin zaten bildikleri, yaşadıkları bölgeydi. Diğer kentlerdekinden farklı olduğu görülen ilk şey renk unsuruydu: Yedigeni oluşturan ikizkenar üçgenler -ki bunların eşkenar üçgen olduklarını daha sonraki ölçümlerde saptadık- sırasıyla kırmızı, yeşil, mavi, sarı, mor, turuncu, gri renklerindeydi. Bilindiği gibi bu basit bir boyama değil; renk, yapı maddesinin özünde, harcında. Ben kente ilk gelişimde mavi bölgeden girmiştim. Bunu şimdi anımsıyorum. Diğer bir giriş-çıkışın turuncu bölgeden de yapıldığı aşağıdaki plan 1'de gösterilmiştir..."
Yedi parçalı büyük ölçek plan, bir de bütünü gösteren çizim, açılarak büyüyen sayfalarda sürüyor. Ara ara notlar düşülmüş, kimi, değişik yazıcılardan çıktığına göre (belli ki sonraki uzmanlar da aynı plan üzerinde çalışmışlar) güvenilir bir çalışmayı elinizde tutuyorsunuz. Mavi Rehber'in geliştirilmiş son baskısıyla karşılaştırarak ilerlemek işin zor ve sıkıcı yanı.
Gecenin kokusu vanilya tatlılığı kıvamına geldiğinde "gün ağıyor" diye mırıldanıyorsunuz eskilerin dediği gibi. Bunun bastırılmış uykunun bir sanrısı olduğunu okumuştunuz bir yerlerde.
Toparlanmalı. Yarın yani bugün ilk gezilere başlayacaksınız. Bunun için de size verilen yardımcı listesinden ilk seçiminizi yapmalısınız. Önce Mavi Rehberi'i yerleştiriyorsunuz çantaya, sonra dosyayı.

3a
* Mavi Rehber her son basımında, bilinen tüm kentlerdeki resmi uzman sayısında (ne bir eksik, ne bir fazla) çoğaltılır. Bir önceki baskı uzmanlarca yok edilir. Yenisini aldıklarında kendileri görür bu işi.
* "Daha önce" ne kadar da karanlık, belirsiz, kaypak. "Daha önce"nin niceliği bir üstrehberde belirlenmemiş; "Şimdiye değin" ile aynı anlamı taşıması, uzmanların ceplerinde taşıdıkları bilmece küplerinin parçalarından biri
* Daha önceki baskıların tümünün yok edildiği emredici bir varsayım mı, yoksa
* Şimdiye değin kaç baskı yapıldığını uzmanlar da bilmiyor.
* Uzmanlar dışında hiç kimsenin bir Mavi Rehber okuduğu, hatta gördüğü sanılmıyor. Uzmanların yükümlülüklerinden biri de bunu korumak.
* Uzmanların kentlerdeki en yalnız insanlardan seçildiği yaygın bir söylentidir.
* Mavinin saptanmış tonları konusunda ayrıcalık çıkaran bazı uzmanlara işlerinden el çektirildiği bilinir.
1 C
"Sayın uzman...!"
"Sayın uzman... Beni istemişsiniz efendim." Ses odanın içinde. Ayıyorsunuz birden. Başucunuzdaki almacın verici düğmesine basıp "Evet, evet..... Bekleyin, açıyorum." Döşeğinizden fırlıyor, geçeneğin başında, giriş bölmesinin yanındaki anahtar gözüne dokunuyorsunuz. Kapı yukarıya kayıyor. İlk dikkatinizi çeken parlak plastik ayakkabılar, sonra bir çift mavi göz. İçi boş ikircim. Davranıyorsunuz yine de. Üstünüzdeki tulumu çıkarmak üzere banyoya yönelirken sürücünün sessiz adımları belli belirsiz ardınızda, sonra mutfak bölmesinde ince çıngıl sesler, porselen, su.
Çayınız "Bıçaklanmış Zaman"ın önündeki sehpada. O hiç konuşmadan bekliyor. Sanki uzun bir tartışmadan önce kafası karışmış, sonra da düştüğü boşluğun derinliğini kavramış gibi suskun, lumbozun önünde, arkası dönük.
Elleriniz titriyor çayı yudumlarken, geleceği bir bıçakla deşmeğe başlıyorsunuz.
2 b İkinci uzman
"Yedi parçalı planın yedincisini yeniden, yeniden karşılaştırıyorum benimkiyle; yerine oturmayan birkaç sapak, üç beş geçit var yine de. Sanırım kenti derinlemesine -yani üç boyutlu- görememek büyük bir hata. Daha aşağıya giden geçeneklerin varlığını önemsememek saçmalık olur. Bundan böyle 'kapalı', 'çıkışsız' denilen yolların keşfedilmesi için harekete geçmeliyiz...
"Onların ölümü beni yıldırmadı. Korku özgüvenimi kamçılıyor. 120. sarı geçiş (yitişe bir belirti) çıkmaza vardı. Yarın büyük gün.
"Odama döndüğümde dehşetin şömineden çıkarken durdurulmuş olduğunu düşündüm. Mantıksız mı? Ama her şeyin anahtarı bu kara delik sanki: zaman burada asılı, devimsiz.
"Yarına kadar yazacak çok şey olacak; beni çağrıyorlar."

1 d
Aracın panelinde beliren üç boyutlu haritada gideceğiniz en uç noktayı gösteriyorsunuz sürücüye. Elinizdeki Rehber'in kesildiği sınır. Yüzünüze bakmıyor. Bundan özellikle kaçındığına inanıyorsunuz artık. Rehber'in (sürücünün göremeyeceği bir açıda) bu kente ilişkin son haritasını yayıyorsunuz kenara. Aracın ivmesi sizi koltuğa gömüyor birden. Işık çizgileri kıvrıla döne akıyor yanınızdan, bazan aşağıya, kimi zaman yukarı. O'nun yeni tıraşlanmış ensesinde giderek belirginleşen bir damarın saçların bittiği sıklığa doğru ilerlediğini, onun, sizin, bu aracın kabaran damarda ileri doğru fırladığınızı kuruyorsunuz. Midenizden belli belirsiz bir ağırlık yükseliyor göğüs kafesinize.
Sonra her şey duruyor. Gözleri görüyorsunuz yeniden: "Geldik sayın uzman."
2 c üçüncü uzman
" 'Beni çağrıyorlar.' İkinci nesil mavi notların böyle kesilmesi beni çok sarstı. O son araştırma gezisinden sonra onları bir daha gören olmamış. Elimde belki de sonsuza dek yittikleri bölgenin tamamlanmamış çizimlerinden başka bir ipucu yok.
"Görev yaptığım kentten apar topar buraya getirildim. Bizler, kopuş öncesinin mistik abdalları gibi, ya da ikinci katman çingene gezerleri örneği, bir kente bağlanmadan, bugün burada, yarın kim bilir... Sonra karşınıza bir ışık yolu çıkar ve girersiniz. Bir sonraki, yittiğiniz renkten sürer izinizi. Zamanın akışında gölgelerin sınırlarını belirlersiniz. Uygarlığın yazmanları, uzamın ölçüsüyüz. Bunun için seçildik.
.................
"Yorgunluğum ilk günün duygusallığını bütünüyle silmese de, şimdi kendimi daha farklı buluyorum. Karışıklık, belirsizlikten kaynaklanıyor. İkinci uzmanın ayrıntılarda çok titiz olduğu belli ama bağlantıları kurmada yetersiz kalmış olabileceğini düşünüyorum.
"Yedi renk bölgesinin biri birine tıpatıp benzeşmediği ortada: yaptığım karşılaştırmalarda
Mavi - Turuncu
Mor - Yeşil
Kırmızı - Sarı bölgelerinin eşbakışımlı, ama bir ayna izdüşümü gibi ters olduklarını gördüm. Bölge sayısının tek olması beni hep şüphelendirmiştir; Gri bölgenin de diğerleri gibi görülmesinin bizleri yanılttığı sonucuna varıyorum. Gibi görünüyor da, tıpkısı değil.
" Günlerdir çözücülerde çalışıyoruz. Teknisyenler uykusuzluktan yakınıp mızmızlanmağa başladılar.
"Gri bölgenin diğerlerine olan mantıksal aykırılıkları, artık belirginleşen bir başka dizgenin varlığını temellendiriyor. Sanırım! Ya da her şeye yeniden başlamalıyız.
3 b
* Metinde, "p"de oturan birinin yaşamında "q"nun etkisini belirtmeliyim; bu iki kenti biri birine ekli gibi düşünebiliriz. Diyelim ki birincisi ikincisine göre daha derinlerde kalıyor. Birinden diğerine yollar var. Bu yolları bilen biliyor ama tümünü değil. Bir kentten öbürüne geçmek için bazı kestirmeler, beklenmedik sapmalar var, öyle ki iki anabölge arasındaki uzaklık, birinden ötekine gitmek için geçilecek yol, o kişinin yolları bilme derecesine, bir de gideceği kenti az çok tanımasına göre değişecektir. Diyelim ki kentlerden birinin yerini tanımlamak için kullanılan sözler kişilere göre başka başka imgelere dayanacaktır. "q"nun kapladığı alan ile "p"nin kapladığı alan kişiden kişiye değişir. Bu da iki kişi arasındaki rastlantıyı ya kolaylaştıracak ya da bir yanılgı haline getirecektir.
* Bir noktadan ötekine, bir sürü ara durakları aşa aşa ilerlediğiniz sırada, dış yola koşut olarak içinizde oluşan devimi ve içinizde geçtiğiniz yolu anlatmalı, serüveninizin bu çarmıh devresini yansıtmalısınız.
* İstediği anda bir kentten öbürüne ulaşmak isteyen kimse için normal ulaşım yolu nedir... Hem rastlaşmalar da olmalı metinde, beklenmedik anlarda, ancak zamanla aydınlanacak bazı gizli yasaların düzenlediği anlık geçişler olmalı bir kentten ötekine.
* Böylece okur, başından sonuna değin biri ötekine çok uzak birimlerde yaşayan iki kişinin açısından az çok değişik bir anlam taşıyan 'kentler bağıntısı' yasalarına dayanmakla kalmayacak, aynı zamanda her birinin yaşadıkları kentleri tanıma derecesine göre de koşullanmış olacak.
1 e
Basınç koruganını geçip kapıyı açıyor, buzmavi bir aydınlığa adım atıyorsunuz. Uykunun kıyısında, uyanışın eşiğinde, düş gördüğünü düşlemek... Daha önce de gelmiş miydiniz. "Vurgun" diyor sürücü, "bu derinlikte kaçınılmaz oluyor." Kolunuzdan kavrayıp sizi yanında yolların ayrılır gibi göründüğü, eğik kirişlerle berkitilmiş dev bir sütunun önüne doğru yönlendiriyor. Dar bir dikeytaşıyıcıya giriyorsunuz. Kapının önünde, arkası size dönük, "Biraz daha ineceğiz sayın uzman, sizi uç yanaşlıkta bekliyorlar."
Düşüş. Göz kapaklarınız kapanıyor.
................
Ayral geçitler listesinin sonunda. Renksiz (!) olduğuna karar verdik. Pürüzsüz, kıvrıntısız, perspektivsiz de. İçinde daha öteye (nedense) ilerlenmemiş. Bunu anlamak zor değil; kaygı, yatay etkili bir yerçekimi gibi sürüyor geçidin içinde.
Biri "Öte evren", "Koşut evren" gibi birşey söylüyor. Öte evren? Nasıl yani? Kördüğümün ilk boğumunu gevşetmeli miyiz, yoksa buraya kadar deyip geriye
2 d dördüncü uzman
"ÖNEMLİDİR: KENTİMİZE GÖREV YAPMAK ÜZERE GÖNDERİLEN KIDEMLİ UZMAN M.R., ARAŞTIRMALARI SIRASINDA KULLANDIĞI BİR ULAŞIM ARACIN GRİ BÖLGEDE GEÇİRDİĞİ KAZA SONUCU ARAMIZDAN AYRILMIŞTIR. DEĞERLİ ÇALIŞMALARINI DA KENDİSİYLE BİRLİKTE YİTİRDİĞİMİZ UZMANIMIZA SAYGIMIZ VE MİNNETİMİZ SONSUZDUR.
KENT YÖNETİM BİRİMİ BAŞKANLIĞI"
2 e beşinci uzman
"Köstebeklerden sözedildiğini çok duymuştum ama ilk kez bu kentte serbestçe dolaşanlarına rastladım. Birimlerin seyreldiği kenar bölgelerde binlercesi kaynıyor. Zamana direniyor kent. Delik deşik. Sırlar, gizler süzülüp daha da derinlere akıyor. belki de köstebekleri besleyen kaynaklar böyle doğuyordur. Su, yaşamın, dirimin belirtisi değil mi? Bilinmezlik de öyle işte.
"Bugün Kent Tarih Arşivi'nde, mikrodisk dizinlerinin iç içe sıraları arasında kaybolduğumu farkettiğim anda buldum o'nu. Daha doğrusu o beni buldu. Yaşını kestirmek çok zor. Saçları yoktu. Standart dışı giyisileriyle, gözlerinin önündeki büyütücülerle garip bir kadın. Beni büyük kopuş öncesinden kaldığını söylediği belgelerin saklandığı kısma götürdü. Bildiği kadarıyla bu kısımdaki belgeler hiç araştırılmamış, hatta kopuştan beri el sürülmemişleri bile varmış.
"Nedense, önceleri pek önemsemedim. Paradigmaların çokbiçemli yapısında, taşı taşdan, camı camdan ayırmağa çabalayan bir kaçık gibi dönenip durmaktandır diyorum. Aslında kafamın bir köşesinde yer etmiş, de, hani ayrıntılarda boğulmaktan burnunuzun ucundaki beni görmez olursunuz ya, bunun gibi bir şey... Bir sabah uyandığımda yalnızca arşiv, arşivdeki kadın vardı gözümün önünde. Banyodaki aynada, ayakkabılarımın içinde, cebimde... Günlük akışı elimin tersiyle durdurup arşive gittim. Bu kez o'nu bulmak için önce (yine) kaybolmam gerektiğini bilerek.
"İki ayaklı bir köstebek. İzlemekte güçlük çekiyorum. Yerinde durmuyor. Sesini, konuşmasını yönlem olarak almasam yanıbaşımda yok olacak. Kendinden, yaptığı işden hiç bahsetmiyor. Hep bir masal anlatır gibi, geniş zaman kullanarak, tarihle alay ediyormuş izlenimi vererek, hiç durmaksızın konuşuyor. Bir avuç dolusu 'd' tipi kayıtla döndüm birimime. Bunları verirken herhangi bir bürokratik işlem yapmadı bile.
"Artık dışarı çıkmam için bir neden kalmadı. Yönetmenler çalışmaların durmasından endişeleniyorlarmış, alıklar! Her sabah kapıma gelenleri kovalamaktan usandım.
"Bu akşam gidiyorum; merkeze alınmışım. İçimden durmadan gülmek geliyor. Hepsinin canı
"Köstebekler karanlığı yeğler."
2 f altıncı uzman
"Dosya bütünüyle canımı sıktı. M.R. uzmanlarına olan saygının zedelenmesine göz yummayacağım. İşimizin şansla, gizemle hiçbir ilgisi yoktur. Kaldı ki, dosyanın eksik belgeleri bütün bu açıklanamaz gibi görünen olguların nedenidir. Bilerek ya da istemeden, mantık çarpıtılamaz. 'd' tipi kayıtlardan bir iz bile yok ortada.
Türümüz dışındaki canlıların üreme ivmelerinde bir artış olmadığını gösteren veriler, benden önceki uzmanın şizoid saplantılarla işini aksattığının bir başka göstergesi.
Sanırım (ne yazık ki) çalışmaları baştan alacağız."
1 f
Buraya kadar deyip geriye mi döneceğiz? Gerek yok: Merkeze gelmişiz.
Geçit, bu çok büyük birime açılıyor. Yedigen. Çok basit, yalın; yedigen... "Burası şeyi andırıyor..." diyor sürücü, "Arşivi." diye tamamlıyor biri.
Her şey tamam. Bütün ayrıntılar, sıralar, kayıtlar. Kent Arşivindeyiz! Ya da tıpkısı.
................
Herkese yetecek kadar var, en son baskı.
3 c
* En "tam" kitap ilk yazılandır.
(M.R., önsözden)


*** *** ***

(1999)

12 Kasım 2008

EKSİK BİRŞEY Mİ VAR ?

Onat Kutlar için



Bugün günlerden ne fark eder? Ocak ayında olabiliriz, ya da yazdır. Eğer yazsa, dışarıda ay doğuyordur. Sofanın hışırtılı gölgeleri karanlık denizlere dalmıştır. Küçük kız uzun uzun yeni bir oyun düşünüyordur. Vişneçürüğü taraz, ayna, sonra kedi; şu gülünç kaplan...

Öğle.
Sıcak.
Şehir sokakları tozlu. Bozuk kaldırımlarda bir deli gördüm; iki eliyle alnına doğru tuttuğu öküz boynuzlarıyla bana doğru gülüyordu. Yanımdan tırıs tırıs geçip gitti. Saatin çarkları dönüp dönüp
İkindi.
Daha sıcak.
Külrengi, bozarık bir gökyüzü. İnsanlar iki büklüm. Sırtlarında çuval çuval yükleri, yanımdan geçip gidiyorlar. “Sıkıntı”’ diyor şair, düşlerini nereye koyacağını bilemeyenlerin şehri; sırtlarında taşıyorlar. Şehir ise onları hiç taşıyamamış gibi. Saatin yayları dönüp dönüp
Akşam.
Hâlâ sıcak.
Kuyruğu yoluk bir tekir yokuşaşağı topallıyor. Bezgin. Umutsuz. Acılı. O.K. yokuşun başındaki pastaneye giriyor. Havalandırması iyi buranın; içerisi serin. Köşede, kalabalıktan uzak bir cam kenarı masası tam ona göre. Koyu bir kahveyle limonlu soda söylüyor. Sık sık gelir buraya O.K. Şehrin göbeğinde, gürültüden yalıtılmış, rahat edilebilecek bir yer. İster gelip geçeni seyredersiniz, ister bir kitabın yarım kalmış kısmını okur bitirirsiniz, hem kahvesi de fena değildir. Sonra beklediğiniz dostunuz gelir, bir de pasta istersiniz... Geleniniz yoksa, varmış gibi yaparsınız. Sık sık saatinize bakar, yolları gözlersiniz. Sonunda beklemekten sıkılmış, garsona bir işaretle gideceğinizi, artık oynamak istemediğinizi anlatıverirsiniz. Saatin pimleri dönüp dönüp
O akşam kitabını çıkarmadı O.K. İçinde bir sıkıntı... Dostları gelecek gelmesine ama... Beklemek güç geliyor. Kimi zaman beklemek de bir amaç olur çıkar oysa. Sanki yaşamının azrak anlarını kristalleştirmişti de, şimdi onları sokak çocuklarının misketleriyle değiş tokuş etmenin sorumluluğunu taşır gibiydi. O çocuklar ki çoğu tiner içerler. Ceplerinde misket yerine plastik şişeler saklıdır. Belki de şehrin tüm sıkıntısı onun sırtında bugün. İsa gibi. Bütün yükü taşımaya gönül erdirmiş biri, bir adak, bir kurban.
Şehrin ana meydanı her akşam olduğu gibi kalabalık. iş çıkışı, trafiği ipleri karışmış bir kukla tiyatrosuna döndürüyor. İnsanlar aceleci, yorgun, bir an önce evlerine ulaşmağa çalışıyorlar. Süreğen tekdüzelik nefes almayı bile güçleştirir gibi. bir camın ardından baktığınızda bu akışı anlamsız bulmamak güçtür. Bakar düşünürsünüz; niye? Kutu kutu dünyalar birbirlerini görmeden, anlamadan geçerler. Kesişmeler mekaniktir. Uyur gezerler kentinde sessiz bir film çeviren yönetmen olduğunuzu kurabilirsiniz. Elleriniz kenetlenmiş, bu sahneyi yeniden, yeniden gözden geçirmektesiniz. Sonra seslerin nesneleşmiş bir uğultu meteoru gibi kafanıza çarpışını duyar, kendinizi oracıkta bir yere yerleştirirsiniz; onlardan biri, sadece biri.

* * *

Öğle.
Soğuk.
Şehir sokakları, çiğnene çiğnene çamurlaşmış karlarla kaplı. Bozuk kaldırımlar takır takır buz. Bir kömür çuvalına oturmuş kaymağa çalışan bir deli gördüm; çıplak ayakları mosmor kesmiş, elinde bir çift boynuz, bana doğru gülüyor. Saatin milleri dönüp dönüp
İkindi.
Daha soğuk.
Kurşun rengi, bozarık bir gökyüzü. İnsanlar iki büklüm. Paltoları ıslanıp ağırlaşmış. Şehir kaygan, şehir yıvışık çamur. “Sıkıntı Çiçekleri” diyor şair! Kötülük açacağı yeri bilirmiş; saatin bucurlarında dönüp dönüp
Akşam.
Çok soğuk.
Kuyruğunu bacaklarına kısmış bir uyuz köpek yokuş aşağı topallıyor. Bezgin, üşümüş, acılı. Yokuşun başındaki pastaneye giriyor O.K. İyi ısınan, temiz bir yer. Köşede, meydanı olduğu gibi gören masayı seçiyor. Buğulanmış camlardan dışarısını seyretmek O.K.’nın hoşuna gider. Hem bir kaç çeşit kahve yaparlar burada. Bu akşam şu sert italyan kahvesinden söylüyor cıgarasını yakıp... “Dünyanın en güzel kokusu” diye okumuştu bir kitapta, kahve hem içilir hem duyulur. Birazdan felsefeci dostu gelecek. Karşı yakadan bu saatte buraya gelmek hiç de kolay değildir. Saatin taşlarında pullar dönüp dönüp
Çantasından kitabını çıkarıp, kaldığı sayfayı zorlukla buluyor O.K. Elleri şişmiş gibi soğuktan. Sıcak kahve iyi geldi, içi ısındı ya, ya parmakları? Yok, olmuyor, içinde bir sıkıntı, okuyamıyor. Gözleri çirkin meydanda koşuşturan gri kalabalığa dalıyor. Simitçiler, memurlar, sekreterler, işsizler, cıgara satan çocuklar, kimsesiz çocuklar, acındırılan çocuklar, dilendirilen çocuklar, dövülen, itilen, harcanan dünyalar. Duyusuzlar evreninde, renksiz, donuk bir filmin ham çekimlerini birleştirmeğe çalışan gözler onunkiler. “Birşey ister misiniz efendim?” Film duruyor. Başını kaldırıp ona gülümseyen kıza bakıyor. Zorlukla yanıtlayabiliyor bu sevimliliği; “Evet, bir konyak lütfen.” Belki havası değişir, bu denli olumsuz görmez yaşamı. Olumsuz mu? Ne saçma! Kim demiş olumsuz. Hem olum da nereden çıktı? Kötü çevirilerden mi, bilisiz köşe yazarlarından mı, abuk sabuk bir söyleyişi yücelten berbat televiziyon kanallarından mı? Hadi! Hadi saat! Dön, Dön.

* * *

Diyelim ki saat, akşam sefalarının kahvaltı saatidir. Gerine gerine ekmek dilimlerine tereyağı, sonra da bal sürmektedirler. Koyu “pure arabica”larından kocaman bir yudum aldıklarında geriye dinelmiş bir mahmurluktan başka, geceye dair kaygı kırıntıları kalacaktır. Bunları da kahvaltının kırıntılarıyla birlikte masa örtüsünün içinde toparlayıp silkince “akşam”a başlanmış olur.
Ya da saat durmuştur. Çünkü gözün zor seçeceği çarklar yorgunluktan şişmiş, yayların, zembereklerin gücü tükenmiştir. Miller, pimler uzaya uzaya yerlerine sığamaz olmuş, işlevlerinin tekdüzeliğinden sıyrılıp çıkmışlardır.
Bir noktanın diğerine ardaşıklığına zaman diyorlar! Siz kalkın şimdi, bu iki noktayı plastik bir bombayla uçurun. Zemberekler boşalsın, akrepler, engerekler, en gereksiz vidalar, incikler, cıncıklar havaya karışsın... Şöyle bir silkinip dalgalanır zaman. İşte o zaman anlarsınız ki noktayla noktanın arasını açmak kolay iş değildir. Yine gece biter, yine martılar çığlık atar, yine fırınlar ekmek pişirir.
Bunları geçelim. Bu gece gecelerden ne fark eder. İnce bir aseton kokusu karanlığı seyreltmektedir. Mor bir kalem bulup kağıdı üç boyutlu bir uzam gibi terbiye etmekten kaçamıyorsanız bırakın kendinizi elinize, kaleminizin izine...

Öyle ya da böyle ne fark eder. Her değişim içinde bir eksiklik taşır.

Hadi, hadi, vişneçürüğü taraz, ayna; atla!

atla zaman...

(1995)

10 Kasım 2008

14 TEMMUZ

Yakında ayın katledileceğini imleyen bir gecenin gölgelerinde ürpererek yürüyorlar. Sessizce yürümeği severler. Okul yıllarından, kızgın yaz güneşinin batışından sonra bir kahve, bir cıgara içmek bahanesiyle gelen bir alışkanlık. Odalarda pek konuşmazlar. Satranç tahtasına gözleri, müziğe kulakları diker, sanki bir çivit denizinin dibini görmeğe çalışırlar.

Zaman, suyu durulaştıracağına bulandırıyor. Gözler kısıklaşır, kırışık alınlar ilerler. Oysa yürümeler bitmezmiş gibi.

Asmalı köşeyi dönünce yokuş yukarı kıvrılır. Birbirlerinin ayak seslerine uyumlanan solukları sıklaşıyor. Duvar diplerinden, bahçe çitlerine kıpır kıpır fosforlu gözlerin kerteriziyle buluyorlar kapıyı:
• 13 A •

Işığı ancak sızdıran perdeler, kedinin girip çıkması için aralanmış pencere, bakımsız, ne olduğu anlaşılmaz bitkilerle dolu bahçe, ziller... Göz göze gelip en alttakine basıyorlar, kısa bir bekleyişten sonra aşağıdan açılıyor anakapı. Loş sahanlıkta bir kat inip, kapı eşiğinden bakan siluete gülümsüyorlar

Kutsal tapınağın eşiğinden geçmek kolay değil. (Yağmur çiseleyip güneş açarsa, hele bir de coğrafya bilgisinden teneffüse çıkmışsanız, beyaz, fasulye biçimli yakanızın tek düğmesini açar var gücünüzle koşarsınız; gök kuşağının altından geçen oğlansa kız, kızsa oğlan olur diye...) Yedi rengin altından geçmek ne denli çocukça bir tansıksa, bu bodrum katının dairesine açılan kapının sövesi de o denli aşılmazmış gibi.

Siluet içeri çekiliyor, kapıdan geçiyorlar. Girişte ilk gördükleri elbise askılığına bağlanmış pembe bir uçan balon. Salon başındaki masanın bir yarısında üst üste konmuş kitaplardan oluşan bir Babil Kulesi var. Onlar diğer uca, ahşap koltuklara ilişiyorlar. B K’nın bir konuğu daha gelmiş, masada önceden hazır edilmiş bardaklara çay koyuyor. T’nin hiç eksik olmayan gülümseyişi soruyor; açık-koyu, şekerli-şekersiz? Koyu ve şekersiz tabi. Y aslında kahveyi çaya yeğlediğini geveliyor. B K ne çeşit kahve diye söze karışıp kokuları, tadları farklı üç ayrı kahveden birini seçmesini istiyor Y’den. Y, utanıp sıkılmakla birlikte, üçünü de deneyebileceğini söylüyor. S kendini tutamayıp gülmeğe başlıyor.

Böyle bir gecenin fırsatını yakalamışken kameranız boş durmamalı. Masa başındaki çay kahve sekansını bırakıp, salonun diğer ucuna doğru devinerek duvarlardaki tabloları, misafir koltuklarını, sehpanın üstündeki küllükleri çekmeli.

Özellikle şu çini kaplamalı, sehpaya oldukça aykırı düşen, melaminden yapılmış serigraf baskılı küllüğü makro görebilmelisiniz. Siyah beyaz resim dört adamı bir duvara yüzleri dönük, bacakların ayırmış olarak gösteriyor. Dördü de komik şapkalı ve uzun ceketli. Şapkalar farklı tarzlarda olmakla birlikte yüzyılın ilk yarısına uygun giysiler bunlar. Ne yaptıkları bir bakışta anlaşılıyor kuşkusuz. Eğer bir el kadra girip küllüğün arkasını çevirirse “Milano 1957” damgasını rahatça okursunuz.

Ha, bir de diğerlerinin yanında ufacık kalan T E’nin yağlı boya özportresi var. Sehpadan yükselip duvara pan yapın, ahşap çerçevesini ortalayıp zumlayın. Belki o zaman, yüzüne bir gülün gölgesinin düştüğünü görebilirsiniz



Görüntüyü, büyük koltuğun ortasında kuyruğunu gözlerine kapamış kedinin uykusu kapladığında, gırıltılara, salonun öbür ucundaki gülüşlerin çoğalarak karıştığını duyacaksınız. Çünkü biri, masanın etrafında oturanlardan biri, çaylar içilirken bir gece oyunu oynamayı önermiştir diğerlerine.

B K gözlüğünün üstünden mavi mavi bakıp ‘Nasıl bir oyunmuş bu?’ diye sormuştur. T, bir yudum aldıktan sonra açıklar; ‘Oyunun adı “Binbirgece”. Oyunculardan biri, bir film anlatır gibi, o an düşündüğü bir öyküye başlayacak,. sonra kaldığı yerden bir sonraki devam edecek. Herkesin üçer dakikalık süresi var. Sıra dönecek, ama öykünün dönüşü olmayacak. Eğer bitirebilirsek, üç turda öyküyü bağlamamız gerek.’

S ‘Zor iş, tutarlı bir anlatının çıktığı olmuş mu?’ diye sorunca, Y, ‘Anlatıcılar birbirlerini iyi takip ederlerse niye olmasın?’ diye açıklıyor görüşünü. B K kaşların çatıp ‘Bir yazarın, kağıdı kalemiyle yazdıkları bile bin bir güçlük taşırken, dört ayrı kişinin, dört ayrı kafanın, üstelik aralarında anlaşıp konuşmadan aynı anlatıyı sürdürüp, tutarlılıkla sonuçlandırmaları kolay mı yani?’ diye çıkışıyor. ‘İyi de,’ diyor T, ‘zaten oyun bu; Binbirgece.’

Y ‘Tamam hadi başlayalım.’ heyecanla bir gelincik yakıyor. Masanın etrafındaki dört kişi, salonda kendi kendine gezinen kamerayı unutup ışıkları karartıyorlar. ‘Peki, kim başlayacak?’ diye soruyor S ‘Ben ilk olmak istemem.’ Gözler Usta’ya dönüyor, sorunun canlı yanıtı tartışılmazmış gibi...

‘Bana niye bakıyorsunuz?’ diyor B K ‘Oyunu çıkaran başlasın.’

‘Olmaz.’ Diyor T, ‘ben başlarsam kurallara aykırı olur.’

‘Neden?’ diye soruyor.

T kesin bir tavırla ellerini masaya koyuyor; ‘Çünkü oyunu önceden oynamamış birinin başlaması gerekir.’

S ‘Öyle olsun ama senden başka deneyli yok aramızda.’ Y’nin omzunu çekiştirirken ‘Hadi, sen başlarsın’ diye savuşturuyor. Y’nin gözleri Usta’nınkileri arar gibi. Hadi! Hadi!

B K Maltepe paketinin üstüne taktığı metal kapakçığı çıt diye açıp, bir cıgara çekiyor incecik kemikli parmaklarıyla.

Kamera, kediyi uykusuyla başbaşa bırakmış, kendisine uzak görevler, zor çekimler düşeceğini anlamış gibi, geniş açıya geçip, masaya yönelmiştir. Sanki 60’ların uzun dalga Ankara Radyosundan, tok, pürüzsüz, güven veren bir ses, yeni bir “Arkası Yarın”a giriş yapmaktadır;

‘Milano’da bir terasdayız. Davetliler yemekten henüz kalkmış, akşam sefalarının açtığı köşeden şehir ışıkların seyrediyor, içkilerini yudumluyorlar.’

Konuşurken bile “ve” kullanmıyor diye düşünüyor Y, mantık dersi dışında...

‘Üç adam, terasın diğer ucunda, değirmi sehpanın etrafında, deri koltuklara gömülmüş, konyak içiyorlar. Ortadaki iri gövdeli (ne irisi, şişman azmanı) purosundan çektiği dumanı gıdığını çekerek üflerken, solundaki adama ‘Evet, evet, olabilir.’ diyor. Yüzünde sayısız tikle, çabuk çabuk konuşmaya devam ediyor beriki ‘Olmazsa olmaz! İstemediğim şeyi istemiyorum; buna cinayet karışmasın!’

Asık suratlı, altın çerçeveli gözlük takan üçüncü adam yerinden kalkıp, siyah gabardin ceketini iliklerken, sert bir devimle topuklarında dönüp ‘Siz bilirsiniz beyler’ diye tıslıyor, ‘buna zorunluyuz.’ konyakları tazelemek üzere gelen garson tartışmayı bıçakla kesiyor sanki... Evet ben de burada kesiyorum, kim devam ediyor?’

Kala kalıyoruz; usta oyunda cinayet mi istiyor? Üstelik Milano’da! Y mızıklanıyor ‘Ama olmaz ki, daha üç dakika dolmadı, ben buna nasıl devam ederim...’

* * *

Ben buna nasıl devam ederim.

Oysa kamera almış başını dolunayın altında süzülmekte. Şehir ışıkları yalazlanıyor aşağılarda. Ansızın pikeye geçip, bir parkın dev çınarlarına sürtercesine alçalıyor. Islak çim kokusu, turunç kokusu.

Erimiş gümüşte kayan kuğular. Bir tüy, bir telek.

Gece yosunlarıyla cilveleşen kızoğlankızın çıplak sırtı görünür gibi oluyor ara ara, sonra,

sonrası süt karanlık.

Ay, masal gibi, on dört parçaya bölünüp acuna dağılıyor.

Artık yengecin yürüme zamanıdır.

(1997)

8 Kasım 2008

BİR LAFONTAINE MASALI

Masal bu ya,
kurdun biri, ancak 18. yüzyıl tablolarında görülebilecek bir çınarın en manzaralı dalına tünemiş, çellosunu çalıyormuş…
Masal aslında kurt ile kuzunun masalı…! Ya da karga ile kurdun! Belki de karınca ile karganın,,, Kim bilir, köpek ile çekirgenin de olabilir… Her ne ise, kurt tünediği dalın yapraklarının (mevsime uygunluk göstermek için) birer birer dökülüşünü kendine tempo almış, çellosunu kimi zaman piçikatolarla, kimi zaman stakkatilerle renklendirerek konuştururken, şey gelmiş; ... karınca! Sormuş ulu uğacın köklerinden sorguçlarını kaldırıp;
-Hey kurt kardeş , güzel çalarsın da, söyle bana, tersinden okunduğunda da müzik olan nedir sence? Kurt bu beklenmedik soru üzerine dikelen tüylerini arşesiyle yatıştırmaya çalışırken, düşünmüş ne yanıt versem diye. Ama karınca yanıtı beklemeden bir taş daha atmış kuyuya;
-Müziğin yasa dışı olmasından söz edilecek mi bir gün? Ansiklopedilerden madde beğenebilecek misin bu sorulara?
-Orada öyle bütün bir yaz çellonu çaldın, hoşça vakit geçirip tembellik ettin, kara kış geliyor yiyeceğin falan da yok. Karnını notalarla mı doyuracaksın?
-Ansiklopedilerde yazmaz ama şunu söyleyebilirim ki, yapısı gereği has müzik yasa dışıdır zaten, çünkü kamusal değildir. Önce uyarılır, sonra bir yerlere kapatılır, ama o , bir fısıltı halinde bile olsa sesini duyurur. Ne de olsa tersinden okunduğunda da müziktir. Hem ben özgür bir kurdum, kış için yemeğim yok ama, müziğim ve hazır kartım var! Sen asıl köleliğinin üstüne bir düşün bana bu soruları sorana kadar; sen özgür müsün?
-Karıştırıyorsun kurt kardeş, ben özgürüm, ben karıncayım, senin dediğin köpektir köle olan. Bizim kendi netvörkümüz var zaten. Biz toplumsal olarak (buraya ikinci bir zaten) özgürüz.
-Karınca değil tilki bile olsan fark etmez. Beni lafa tutup, çellomu düşürtemezsin, müziğimi kesemezsin.
-Bunu bir meziyet diye abartma kurt kardeş, bir enstruman çalmak nedir ki, bir kereliğine kazanılan bir beceri… Oysa, bir kediye bakmak, bıkmadan usanmadan hergün, ama hergün onun gereksinimlerini karşılamak, dünyanın en zor işidir diyor Cortazar.
-Ben de çelloma bakıyorum, onun ve benim ruhumuzu cilalıyorum, kediyi ne yapayım?
-Peki ya korkuların yok mu yaşamına dair?
-Korkudan önce kaygı, önemli olan o. Kaygının nedeni belirsiz, müziğin de tınlama noktası budur; belirsizlik! Ayrıca siz toplumsal olarak nasıl özgür oluyormuşsunuz? Özgürlük satın alınan bir telefon kartıdır diye biliyorum ben!
-Hayır kurt kardeş, özgürlük satın alınamaz, özgürlük, toplumsal bir şebekedir, bireyler bu şebekenin birer halkasıdır. Hem lafı değiştirme de söyle bana, belirsizlik nasıl tınlarmış müzikte?
-Bu müzik işi simya gibidir özgür karınca, altın notayı elde edeceğim diye, yaşamını sülfirik asitle yıkamaya soyunan simyacıyla müzisyen aynı kişiliktir. Hem, güzel şeylerin yanlışlıkla yapıldığını söylerler, kim bilir belki de doğrudur, yaşamım asitle delik deşik bile olsa, bir gün kendi altınımı üretirim. Üretemezsem bile bu uğurda açlıktan ölmeğe hazırım.
-Sana iyi yolculuk kurt kardeş, hem ağaçla aynı hızdasın, hem diyar diyar gezersin. Özgürlüğünü kullan da beni ğittiğin yerlerden ara e mi! Belki sana yiyecek gönderirim…
Der ve uzaklaşır karınca, kurt, çellosunu hálá aynı ağaçta dillendire dursun, bu masaldan ben bir yere varamadım.
Siz?
Ya siz,
özgür müsünüz?

(2002)

7 Kasım 2008

EYLÜL BULUTLARI

Anneme telefonda yalan söyledimdi; “ Nasıl sevgili kediciğin, hasta gibi diyordun...” diye sorduğunda, “ Çok iyi...” çıktı ağzımdan uzun bir yutkunmadan sonra. “ Öldü.”, “ Kaybettik.”,
“ Gitti!” demedim
diyemedim.


Belki de bunun annemle son konuşmamız olduğunu mu sezmiştim?
Bilmiş miydim
İlmiye Hanım'ın bir hafta sonra Minu’yu
kucağında taşıyacağını
eylül bulutlarında.


(2007)

6 Kasım 2008

BEN

Benim!
Merhaba. Uyuyamadım da...
Bir süre yatakta debelenip kalktım, terasa çıktım.
“Çok kahve içiyorsun, ondandır.” demeyin. Etkisi olmuyor değil tabi. Yaşlılar giderek daha az uyuyorlarmış, belki de yaşlanmışımdır bu gece. Yoksa iki şeyi, birbirinden ayıran bir nokta, bir boşluk falan yok mu? Olmaz mı öyle şey? Aman; uyuyamadım işte.
“I can’t get no sleep.”
İnadına mutfağa gidip bir kahve mi yapsam? I Ih! Canım istemiyor. Bir İçki?
“I can’t get no sleep” Uyumak isteyip istemediğimi bilmiyorum ki.
Eylül, serinlik getirmiş geceye. Cam masa nemli. Çıplağım, üşür gibi oldum, içim ürperdi. Yatağa gidip pikeyi aldım üstüme. Sigara, çakmak.
“No sleep”
Dilime takıldı; kemikli, abanoz parmaklarını yüzüne kapayan, çukur gözlü zencinin söylediği şarkı. “I can’t get...”
Hiç ışık yok. Pikenin içinde, geceyi yenmiş gibi hissediyorum kendimi. Karanlığa koyu mor bir sıvı karışmış, kokusu belirsiz.
“No sleep”
İşte kendimi en çok “ötede” bulduğum an bu; ne öncesi var, ne sonrası.
Ne ki “Dünya, sözün süzgecinden geçirilir.”miş. Dil, çok bulaşıcı bir virüs; her anı kemirip çözebiliyor. En “öte”de olduğumda bile.
Dişimi fırçalarken, aynadaki ile gözgöze geldiğimde de, kendimin zaman içindeki dipnotudur diyorum şu herif. Ters ters bakıp, ağzından kuduz köpekler gibi köpük akıtıyor; duygusal biri!
Her neyse, sizi ilgilendirmez biliyorum.
Bütün bunlar düzmece.
Bütün 1. tekil şahısları düzmece olan, hakiki masallar da öyle.
Merhaba.
Benim.
Uyuyamadım.
Size bir masal okuyayım, belki uykum gelir.
En çok sevdiklerimden biri, kendini prenses sanan kurbağanın masalı.
Yoksa biliyor musunuz?
“A La Lune de Miel Kurbağanın Dansı”
Gecenin yeğin kütlesinden sıyrılıp, floresan ışığının daha da çiğleştirdiği gara girdi otobüs, gitti köşede durdu. Kapılar tısladı, uyku sersemi ayaklar çakıl meydana birer birer indiler.
Otobüsün homurtusu kesilince şehirdekilerin nasıl uyuduğu duyulacaktı neredeyse; şu çamurlu kediden başka. Tuvaletçi bile yatmaya gitmişti herhalde. Kedi, bakışlarındaki çok görmüş ifadesini değiştirmediği için olsa gerek, yerinden kımıldamadı.
Şimdi bir kaya parçası gibi duran otobüsün pencerelerinde uyuyan gölgeler vardı, bir kaç çirkin yeşil ışığın çiziktirdiği gövdeler. Biri siyah, diğeri beyazlar giyinmiş iki adam çakılların üzerinde çok ses çıkarmaktan çekinirmiş gibi yavaş yavaş meydanın uzak köşesine doğru yürüdüler.
“Yolu ancak yarıladık.” dedi beyaz.”Her yaz aynı şey, yarım saat bekleriz şimdi.” dedi siyah.
Ay yoktu. Yıldız yoktu. Karanlığı floresanlar kesiyordu. Serinceydi, uyku gibi. Köşedeki beton çıkmaya gelince beyaz durdu, siyah çöktü. Kaslarını gevşetmek için bir yay gibi gerindi beyaz. Siyah, betonun bir parçası olmuştu. Bir kuyruklu yıldız bile yoktu.
Jean Gaul Potier yeni bir ceza verircesine “Bir ay!”dedi. Kurbağa gırladı. Jean Gaul Potier kendinden emin “İki ay daha!”dedi. Kurbağa bırladı. Uzun bir sessizlik oldu. “Altı ay!” dedi Jean Gaul. Gözünün birini sağa ötekini sola çevirdi kurbağa, gerdanını şişirip uzun bir vırak çıkardı. Ayın denizdeki yansısında ancak ÖLÜLER DANS EDEBİLİR. “Dans etmek istiyorum.” dedi kurbağa. “İki yıl!” diye cezayı artırdı Jean Gaul.
“Sonsuza dek dans etmek istiyorum.”
*
Afyon garajında biri beyaz biri siyah adam.
“Yüzüğümün taşı düşmüş.” dedi siyah, “Bu kaçıncı ametist.”
“Boş ver!” dedi beyaz.
Omuzlarını silkti siyah, “Boş ver.”
Önündeki çakılları işaret parmağıyla karıştırıken siyah, “Taşlar...”
Dayanamadı beyaz, yanına çöktü siyahın.
“Otobüste bir ara içim geçti, düş gördüm.” dedi siyah.
Onun düşünü bildiği için sustu beyaz, siyahın çakıllarla oynayan parmağına gözünü dikip dinledi.
“Geceymiş, bir ahşap balkonda, sedirde uzanmışım. Aşağılardan geçen bir motor denizi biçiyormuş. Ay ışığı gözüme giriyormuş, gözümü kapayıp bir cıgara yakıyormuşum. Yanıbaşımda annemin ölüsü yatıyormuş. Ona da beyazlar giydirilmiş, sabun kokuyormuş. İçim boşalmış, sivrisineklerin ayağımı emişlerine kayıtsızmışım. Ben buradaki ‘yabancı’ymışım. Gün adanın tepelerinden ağınca yoluma gidecekmişim. Balkonun yanındaki odanın açık penceresinden bir öksürük sesi dışarı atılmışmış. Doğrulup pencereye bakmışım, sanki karanlıkta bir kadının kırmızı ojeli ince parmakalarını görür gibi olmuşum. Cıgaramı kayan bir yıldız gibi balkondan aşağı atmışım.
Sonra mırıltılar, sonra hırıltılar duymuşum. Kayalıklarda gel git başlamış. Sokrates’in sivrisinekleri gövdeme etik serumları aşılıyormuş. Aldırmamışım, gözlerimi yummuşum. Sabun kekikliymiş, annem tertemizmiş. Ayın ayini esrik, gece kösnülmüş.
Sonra hırıltılar inlemelere dönüşmüş. Deniz kabarmış. Adanın tepesinde bir volkanın sonunda püskürdüğünü duymuşum. Kızgın lav akıtları suya ulaşıp ay ışığının yansılarını kavurmuş. kafamı yastığın altına sokmuşum, yine de patlamalar duyuluyormuş. Sivrisinekler şimdi de Neron’un lirini çalmağa başlamışlar.
Gürültü korkunçmuş. sonunda sağır olmuşum, ya da
belki de
düşümde uykuya dalmışım.”
*
Afyon garajında iki adam.
Biri siyah, öteki beyaz. Artık konuşmuyorlar. Otobüsleri birazdan gecenin içinde yitecek. İkisi de binlerce kilometreden niçin geldiklerini, çakılların arasında sırıtan şu izmaritin önünde neden oturduklarını biliyorlar.

(1998)

5 Kasım 2008

FLUX + MUTABILITY

Kuzey treni ikinci peronda şöyle bir kasılıp sessizce karanlığa doğru kaydığında, ışıklı göstergeler mekanik bukalemunlar gibi renk değiştirip, anlamsız, çılgın sözcükler taradılar, uzak kent adları sıralamaca yarışına yeniden giriştiler.

Dalai Lama’nın yüzüne ilk gün ışığı vurduğunda, bin yıllık dökme çanlar güneşi kutsuyordu.
Beyaz duvarlarına yasemin kokusu sinmiş odasının penceresine
karları hiç erimeyen Himalaya dorukları asılmış kalmıştı.
Sınırsız Güç’ün,göz kapaklarını ısıtıp, yanaklarını okşadığını hissetti.
“Yağan karın musikisi” diye mırıldandı.
“Yüce İstenç’e direnişin, eriyip soğuk su damlacıklarına dönüşümün şarkısı bu.”

Gözlüklerinin buğusunu yağmurluğuna silerken kahvesini getirdi garson. Büyük saate bir kez daha göz attı. Yaklaşık yirmi beş dakikası vardı. Bir bardak da su istedi kahvenin parasını öderken. Adını iyice duyamadığı biri danışmaya çağrılıyordu yankılarla. Bir çingene kadın ona kırmızı güller uzatıyor, yan masadaki denizci çavuş ateşini istiyordu. Uğultu, çelik sütunlu garın renkli cam tavanına yükselip, geri dönüyordu kulaklarına. İçtiği su tebeşir kokuyordu.

Yavaşça kalktı sert döşeğinden.
Penceresinden, tapınağın bahçesinde iki yalınayak rahibin yaktığı ateşi seyretti.
“Alevlerin musikisi, buharlaşıp göğe uçan suyun şarkısı bu.”
Uzaklarda sis vardı; birikmiş, elmalıkların üstüne çökelmiş ipek bir şal.


Hemen önünde, on, on iki kişilik bir izci takımı, yönetmenleri pos bıyıklı bir adamın umarsız uyarılarına aldırışsız, sırtlıklarını çarpıştırıyor, sağa sola koşuşup temizlik işçilerine dil çıkartan, yaşlı bir bayanın köpeğiyle dalaşan arkadaşlarını yüreklendirici çığlıklar atıyordu şimdi de. Oldum olası sevmezdi bu tür yerleri. Asıl onu sıkan beklemekti: Bunca yıldır edinmesi gereken, bir türlü üstüne sindiremediği bir alışkanlık. Kalabalık, geniş mekânlarda dikkatini toparlayamaz, duyuları çevresine saplanır, düşünme yönlemi darmadağın olurdu hep. Yine de, büyük çantasının yan gözünden özenle koruduğu kitabını çıkardı.

İçini çekti, dinledi. Gözlerin yumdu yine.
Işığın çiğliği, bütün bir gece sürmüş iç uyumunun ağır başlı durağanlığıyla eğlenir gibiydi.
Gece uzundur, ama sabah, bir çocuğun çevirdiği çember gibi atlaya zıplaya döner,
kayar gider değneğin altında.
Onun çocukluğu, kutsal yazıtları hatmetmekle,
karmaşık tanrıbilimsel sorunları kavramak için çabaladığı derslerle,
okumakla, yalnızlık kuyularında susmakla geçmişti.
Toprak testiden dökünerek yüzünü yıkadı. Duru suyun tadını kavradı dili.

Bu kente, bir hafta boyunca süren yıllık uluslararası antropolojik araştırma kurulu seminerlerine katılmak için gelmişti. Yedi gündür dinmemişti yağmur. Günleri, kurumun toplantı salonunda, geceleri kaldığı eski otelin naftalin kokulu odasında çalışmak ya da uyumakla geçmişti. Akşam yemeklerini bile odasından çıkmadan sandviçle geçiştirmişti. Uzak doğu kültürleri uzmanı meslektaş dostunun seminerde tanıttığı eski metinlerden birinin - belki de en ilgincinin - “1816, LONDON, HILL & DEEP EDITION” İngilizce ilk baskısını ona incelemek üzere ödünç olarak vermesi dışında yeni bir şey kazanmadığını, zamanını boşa harcadığını, çalışmalarından ayrılıp, bu yabancı, gürültülü kentin yoğun neminde hastalanmak üzere olduğunu düşünürken kitabın kızıl geyik derisi cildini yeniden gözden geçirdi. Birinci sayfadaki “FLUX + MUTABILITY, Sir David Sylvian” yazısı neredeyse okunamayacak kadar silikti. İkinci sayfa boştu. Boş muydu? Daha dün dostu kitabı ona ilk gösterdiğinde, yayınevinin adıyla basım tarihine ikinci sayfada baktığından emindi. Üçüncü, dördüncü ve sonrakiler de... Hayır, ışıkta iyice dikkat edince, baskı mürekkebinin handiyse uçup gittiğini, metnin kağıt üzerinden silinmek üzere olduğunu

Uyku ellerine döküldü. Geriye belirsiz bir ağrı kaldı gözlerinden kulaklarına doğru. Çan sesleri kesildiğinde turuncu giysisini geçirdi üstüne. Üç bin yıllık kutsal yüzüğü taktı işaret parmağına. Sandallarını bağladı. Gözlük camlarını eteğiyle silerken çömezi çayını getiriyordu.

Panik! Ansızın fırladı oturduğu yerden. Bardak parça parça oldu önünde. Umarsızca bakındı. İlk aklına gelen, dostunu bulmak, kitabı geri vermek gibi bir şeydi. Ama ne yapsındı meslektaşı, boş sayfalara, özü, canı uçmuş bir ölü kitaba bakıp da... Biri kolundan çekiştiriyor “ Bayım çantanızı unuttunuz, iyi misiniz?” diyordu. En yeni oyuncağı kırılmış bir çocuk hıncıyla dönüp yüzüne baktı; bir eliyle kitabı gösterirken “Bir şeyler yapın, koşun!” demek için açılan dudaklarından ses çıkmadı, çıkamadı. Anlamayan gözlerle bakan adamın elinden çantasını kaptığı gibi kalabalığa atıldı.
Çıkışı bulacağını sandığı yerde, yiyecek, içecek, hediyelik eşya, gazete, dergi satan büfeler vardı. Geriye dönüp de öte uca

Sıcak yeşil çay içini ısıttı, hoş kokusu alıp götürüverdi uzun gecenin son tortularını. Işık, barışın simgesiydi, sevgiydi. Bin yıllarca süren karanlık silinmeliydi bu ışıkla.
El yordamıyla didişen insanlar birbirlerinin yüzlerini görebilmeliydi artık.
Asıl musiki buydu.

Öte uca ulaşıncaya değin, insanlar, taşıyıcı arabaları üstüne üstüne gelip önüne durdular, arkasından işittiği kızgın sözcüklere aldırmadan çıkıştaki yürüyen merdivene ulaştığında bir an durup geriye baktı.
Doğu treni, sonuncu peronda şöyle bir kasılıp sessizce karanlığa doğru kayarken ışıklı göstergelerden uzak bir kent adı daha siliniyordu.

(1986)

4 Kasım 2008

the dreamer

hush
the dreamer is still asleep
inventing landscapes
transcendented
yet reforgot
a saturated hallucination
rather than a feather
drops down a shadow
from the single vision
time defines the end
also the beginning
the dreamer is still dreaming
as a manner of being
hus
s
h
!


(2007)

3 Kasım 2008

İKİNCİ KANALIN RESSAMI

Omuzuyla başı arasındaki üçgene dikey bir tualin çiybeyazı oturtulmuş İkinci Kanalın ekranlarında. Saçları fazla sıkılmış traş köpüğü gibi çıkık elmacık kemiklerine bulaşmış. Kontrol odasındaki iki teknisyen, kahvesini yarımağız yudumlayan genç yönetmenin bezgin komutlarına ışıklı, dimerli, bol düğmeli panelin üzerinde küçük, kesik parmak devimleriyle karşılık verirken döner koltuklarına gömülmüş, onlarca monitörün ışığında kelebek olmayı bekleyen larvaları andırıyor. Yönetmen sol eliyle tel çerçeveli gözlüğünü çıkarıp masaya dikkatlice bırakırken “Genel plana geçin.” buyuruyor.
Göz tuhaf çalışır; odaklandığınız nesnenin alt, üst,yan uzaklarında, görüş alanının sınırlarında olup bitenleri netlemez, birbirine karıştırır, bunak bir mutfak robotu gibi dönüp durur. İlginçtir ki, işte bu esrik algılayıştan, odakta olup bitenlerden çok farklı bir dünya (!) görüşü çıkarmak işten değildir. Evrenin merkezinde olanlar sıradan, apaçık, net, meraksızlığı yinelenen işlerden ibarettir. Oysa ışık partiküllerinin bir deri bir kemik kalacak kadar zayıfladıkları karanlık nebulalarda, beyaz cüceler, kara delikler, gravyer peyniri astroidler fokur fokur kaynar, kazan kepçeye başkaldırır, dönüş formülü tersine işler, isyan yayılır, kaptanın kellesi köpekbalıklarına atılır.
Göz tuhaftır. Bakmadığınız, görmek istediğiniz olmakta direnir. Aklınızı başınızdan alır.
Bütün monitörlerin aynı anda genel plana geçtiği söylenebilir. Bir göz bunu söylüyorsa inanmayın. Gözünüzün gördüğüne aldırmayın; sizin de kelleniz isteniyor olabilir. Ama yönetmenin işi buna inanmak. Devletin İkinci Televizyon Kanalında eğitici programlar yapmak. Gözlükleri de bir pranga bir kelepçe olarak takılmış, daha iyi odaklansın diye işine.
Ressam çiybeyaz üçgeni eliyle bulandırıyor. Bir bulut çıkıveriyor gökyüzünde.
Yönetmen “Tuale zoom.” diyor. Teknisyenlerin parmakları hızla çalışıyor. Yan monitörlerde uyuyan kuşlar dans etmeğe başlıyorlar. Ressam “Şurda bir ağaç yaşarmış…” diyor. Monitörlerin ışıkları ulu ağaçların yapraklarından sızan pırıltılardan şımarıp göz kırpıyorlar. Yönetmen homurdanıp üstünde I love fishing yazılı magını dudaklarına götürüyor. Ressam dönüp tüm monitörlerden gülümsüyor ona.
“Benim işim bu, birbirinin benzeri, kişiliksiz, ,anlamsız manzara ütopyaları oluşturmak. Şurada bir iki bulut, yanlarda uzun çam ağaçları, gölün durgun sularına inen otlar, çok uzaklarda dorukları beyazlanmış tepeler… Paletinize safransarıyı bolca alın, biraz da toprak pası, az kobalt mavi, şimdi karın, iyice iyice karın. Geniş taraklı fırçanızı sert ve kesik vuruşlarla, işte şöylee şöylee ve biraz da böylee böylee, tualinize şevkatle ama sert, hem kesik kesik…”
Bu yürek işi! Göze karşı durmak, kafanızı es geçmek, uzak nebulaların soğuk astreoidlerini dizginlemek, damgalamak, sayısını bir deftere not düşmek, defteri dürüp kasaya kitlemek, göz, söz,töz, tin, kın, kan, gem, kırbaç, gözlük, düzlük, sözlük, ufuk, bulut, kuş, kiş, kaş.
Yönetmen “Kes!” diyor. İkinci Kanalın Ressamı’nın dudakları donuyor. Bir sonraki ütopyada ne yüce dağların eteklerinde ışıldayan göletlerin kıyısında süren kamışlar, ne de şu köşecikte yaşayan uluçınar bu gülüşün arkesini yeniden ısıtabilecek.
Büyük puntolu yazılar aşağıdan yukarı ekranı katederken, bizim de saçlarımız
sakallarımız kayıtsız uzayışlarını sürdürecek.

(2002)

2 Kasım 2008

BULUTLAR NEREYE GİDER

Öyle kapılar vardır ki, kimi tanıdık yüzler geçip kaybolur ardında. Biraz beklerseniz, hiç görmediğiniz, alışmadığınız yenileri eşikte şöyle bir duraksayıp size, kente bakar, sonra aranıza katılır.
Eski dünyanın değerleri, günümüzden bakan bir çift gözü, önce mimari ölçüleriyle çarpıyor. Biraz önce önünde bayatsarı bir taksinin durduğu kapı işte böyle bir kapı. Han, saray, kale kapısı değil: kadının belli belirsiz bir gururla içinden geçtiği, büyük garın büyük kapısı.
Tavana yakın kirişlerin arasında güvercin kanatları çırpılıyor. Koyu kahve derisi yıpranmış valizini elinden kapıyor bir hamal. Kadın çenesiyle birinci yolda bekleyen treni işaret ediyor. Omuzlarında kendi elleriyle ördüğü siyah şalı, dantelli uzun eteği, sivri topuklu ruganlarıyla bu kadın da sanki eski bir dünyadan.
Saat on bire yedi var. İyi, tam zamanında. Hamal soruyor; üç numaralı kompartman, İlmiye Hanım parasını ödüyor adamın, pencere kenarına yerleşiyor, gidiş yönünde tabi. Neyse ki bakımlı, temiz bir tren. Yolu uzunca. Sekiz saatini geçirecek burada. Akşama doğru varırlar, kızı torunuyla karşılar onu.
Hareket memurun bir kısa bir uzun düdüğüyle dalgalanır gibi oluyor ortalık. İnenler, binenler. İlmiye Hanım çantasından ziciri koptuğu için boynuna asamadığı kapaklı saatini çıkarıyor boşuna, garın büyük saati dindonlarına başlamış bile. Ne merasim; yine düdükler, şu çiftin vedalaşması bitmeden kalkacak tren. Bir sarsıntı, evet gidiyoruz. Kapılar kapatılmış. A a, el sallayanların arasında...
Kalabalığın arasında durmuş öpüşüyorlar mı, konuşuyorlar mı, umurlarında değil tren, sanki evlerinin mutfağında önemli bir sorunu günlük yaşamlarına sindirmeğe çalışır gibi... Canım demek ki yolcu değillerdi, belki uğurladıkları da... Kadının saçları kızıla çalıyordu, yüzünü iyice görememişti ama çocuk sırım gibiydi, doğrusu hoş bir çift.
Oldum olası sevmişimdir tren yolculuğunu. Pencereden dünyalar kayar geçer, gözünüz elektrik tellerinin kavislerine, bu bitmek bilmez süreğenliğe saplanan direklere takılır, uzak tepeleri, yarısı yakılmış tarlaları, kımıltısız koyun sürülerini, bulutları seyredersiniz.
Tek tük yayla evleri, bitişiksıra işlikler, anlaşılan yol üstündeki ufak şehirlerden birine yaklaşıyoruz. Makinist hız kestiğine göre kısa bir mola vereceğiz. "Pencereden dışarı sarkmayınız." İlmiye Hanım yalnız. Kompartman kapısı açılıyor, kontrolör biletini soruyor.
Aralık pencereden yayılarak giriyor trenin "biz geldik" düdüğü. Makaslar değişirken, kırmızı ışıklar yeşile dönüyor. "Akyalı İstasyonu" Deniz özlemi çeken bir yayla kasabası! Bu isimleri kim bulup uyduruyor diye düşünüyor İlmiye Hanım. Kireç badanalı ağaç gövdeleri, ufak tefek yapılar geride kalırken, ana istasyon binasında karar kılıyor pencerenin karesi.
Fazla değil, bir kaç dakika... Bu gündüz trenleri böyle. Köyüne, köyünden büyük şehire gidenler... Sahne aynı; ama daha hızlı oynanıyormuş gibi. Çantaları, sepetleriyle inenleri yakınları karşılıyor, mutlaka bir çocuk ağlaması da bulunmalıdır. Bir iki genç trene atlıyor, çok yolcu olmaması doğal. A a, aynı çift! Kızıl saçlı kadınla o delikanlı. Hayret doğrusu, benzetiyor olamaz. Yine peronun ortasındalar. Ne zaman... Ne zaman? Demek ki onlar da binmiş de farketmemişim diye mırıldanıyor İlmiye Hanım, iki elini cama yapıştırmış, gözlerine inanmağa çalışıyor; henüz bunamadı.
Ama olacak şey değil; sanki yolcular için pandomim yapıyorlar. Benzetme kötü; bu kadın, bu adam trenden çok uzaktalar, yani herhangi bir yerde de olabilirlerdi (ilk izlenimi de böyleydi İlmiye Hanımın.) Yolcu değiller, yola uğurladıkları ya da karşıladıkları da yok. Kafa karıştırıcı! Olabilir! Olabilir! Asıl çözemediği tren kalkarken (kilometrelerce önce) en son onları dışarıda konuşurlarken gördüğüne emin olması.
Demek ki (bunu kendine açıklayamazsa rahat edemez) son anda arka vagonlardan birine atlayıverdiler. Zaten bütün yol boyu yerinden kıpırdamamıştı, nasıl olsun da onları görmüş olsun.
Sessizce kaymağa başlıyar tren. Kısa bir düdük. Kimseler kalmadı ortalıkta; onlardan başka. Güçlü pistonlar homurdanıyor, tren hız alıp da fırlayacakmış gibi istasyonu terkederken kadının kızıl saçları savruluyor; tokat adamın sol yanağında patlamıştı. İlmiye Hanımın açık kalan dudaklarından çıkan ıslığa benzer bir ses oyunun ikinci perdesini tamamlıyor.
Hiçbir şey olmamış gibi yapacak; çantasından tuzlu bisküisini çıkarıp çayını içecek İlmiye Hanım. Biraz önce yiyecek içecek servisi yapılmıştı. Trenlerin en sevdiği tarafı da bu; tıngır mıngır giderken çayınızı yudumlar keyfinize bakarsınınz. Hele yataklı vagonlar... Ah yataklı vagonlar, genç kızlığında sık sık yaptıkları gece yolculuklarını anımsadı. Üç kızkardeştiler. Anacığıyla Bey babası yan tarafta kalırken onlar aynı kompartımanı paylaşırlardı. İki üstte, iki altta, dört yatak olurdu. O üst tarafı seçer başucunu pencereye verirdi. Şöyle bir etrafına bakıyor İlmiye Hanım, sanki herşey küçülmüş gibi. Eskiden daha mı ferah olurdu trenler?
Bulutlar nereye gider? Nereye gider bulutlar? Kuyruklu yıldızlar, bir de ay... O ortancaydı; ablasından üç yaş küçük, kardeşinden beş yaş büyük. Şimdilerde pek görüşemiyorlar; yılda bir, bilemedin iki kez. Çok erken yaşta, ablasından da önce evlenip, subay kocasının iki yılda bir tayin olduğu sınır kasabalarında tüketmişti gençliğini. Biraz yavaşladılar, tepeleri geçene kadar nefesi kesilir gibi oluyor lokomotifin. Uzak sınır kasabaları. Issız tarlalar. Gözlerini kapıyor İlmiye Hanım. Eski, çizik, sararık bir filmde küçük bir kız yüzü gamzelerle açılıyor, omuzundan tutan yakışıklı zabit sert bir bakışla selamlıyor onu. İçi geçiyor.
Aynı düşte açıyor gözlerini; bir istasyonda duruyorlar. Kızıl saçlı kadın kahkahalarla gülüyor, yo hayır ağlıyor galiba. Adam kımıltısız, eğik yüzü aşağıya akar gibi. İlmiye Hanım pencereyi indirmek, seslenmek istiyor, sıkışmış, ne kadar zorlasa da kımıldatamıyor yerinden. Birden kadın midesine sancı girmiş gibi iki büklüm oluyor. Tren hareket etti galiba. Fırlıyor İlmiye Hanım koridora çıkıyor. Birini bulsa... Yardım mı isteyecek? Ne için? Hızlanıyorlar. Koridoru dönünce vagonun kapısını buluyor, pencereden gördüğü istasyonun uç yanaşlığı, direkler; çok geç!
Hâlâ elleri titriyordu yerine döndüğünde. Düş müş değil bu. Kötü bir şeyler oluyor diye söyleniyor İlmiye Hanım. Yok, olacak gibi değil; burada oturup bekleyemez, çıkıp arka vagonlara bir göz atmazsa içi rahat etmeyecek. Belki başkaları da görmüştür olan biteni. Nereye gider ki bulutlar? Yerinden kayan valizini köşeye itiyor, çantasını burada bırakamaz. Nereye, nereye...
Hızla giderken vagondan vagona geçmek hiç de kolay değilmiş. Kapıların kimi sıkışık, kimi kolayca kayıp açılıyor da, kapaması güç. Eskimiş demir yolları pek sarsıntılı. İki vagonun arasında bocalarken ince bıyıklı, abanoz tenli bir adam koluna yapışıp içeri çekiyor bir hamlede. Bağırırcasına konuşmağa alışık biri, bir elinde kalın naylon torba, tıka basa dolu:
- Düşecek idin Hanım Teyze...
- Sağ ol yavrum.
- Nereye böyle, restorantlı vagon öbür tarafta.
- Biliyorum, ben, şeye bakacaktım...
- Ha! Tuvalet mi aramıştın?
- Yok, yok...
- Pişmaniye var, saray helvası, hepsi taze abla!
- Yok sağ ol, ben, bir tanıdık vardı da...
- Al bir tane abla çocuklarına verirsin, hepsi sevinsin.
- Dur bir dakika evladım, genç bir çift vardı, hani kız kızıl saçlı, çocuk da temiz yüzlü, esmer, uzun boylu... Gördün mü bu tarafta?
- Yok Teyzanım, sen al yine de bak şu en iyisi, fıstıklı, tereyağlı...
Yok! Olacak gibi değil; adamın yardımı şöyle dursun, cıvımış sakız gibi yapıştı, kurtulmak için bir paket pişmaniye almanın da hiç sırası değil. Geri dönmekten başka çıkar yol yok.! Nereye kadar?
Koltuğuna oturduğunda soluk soluğaydı. Gösterdiği çabadan, yorgunluktan değil de bilemediği, çıkaramadığı şeylerin heyecanından.
Uzun süre düşünmeğe çalışıyor İlmiye Hanım, bir türlü birleşterimediği olay kırıkları, bilmecenin yerine oturmayan parçaları gibi, can sıkıcı... Zaman sarsılarak ilerliyor. Çift pencere camında bir opaklaşıp bir saydamlaşan yansısına dalıyor gözleri; "Gözleriniz hiç değişmedi İlmiye Hanım. Sizi ilk gördüğümde de bana bu gözlerle bakmıştınız..." Zabit, üniformasının üstünü henüz giymemiş. Aynada, köpüren yanağını sol elinin iki parmağıyla çenesine doğru çekerken usturası yukarıdan aşağıya iniyor. Oysa gözleri, onun hep o olan gözleri aynadakine izdüşüp sabitlenmiş. Eski, çizik, sararık filmin ortasından kızıl bir çizgi yavaş yavaş geçip kadrın alt köşesinden dışarı, pencereden, tarlalardan, telefon tellerinden aşıyor ötelere...
Niye böyle şeyler kurar hep? Yarı anı, yarı uydurulmuş sahneler, hoşuna gidiyor herhalde... Evde, oturma odasının ana caddeye bakan penceresinde elleri yün yumaklarını kendiliğinden dokuya dönüştürürken, o, camdan geçip insanların arasına girer, onları bir araya toplayıp, bakışları sahnenin ortasında birer birer canlanan fotograflara çevirtir, kimi yerde de anlatıcı rolünü üstlenir. Kendine ait fotograflar bunlar, örneğin şu; Akdenizin en güneyine rastlayan bir kıyı kasabasına yukarılardan bakan deniz fenerinin dibinde... Saçları yelden savrulmuş üç kadın, iki adam, bir çocuk. Kadınlar kahkahadan kırılmışlar, adamlardan biri eğilmiş, yerden birşey almak üzere, diğeri, resmi elbiseli olanın elleri cebinde, gözleri kısık, dudakları ıslık çalar gibi büzülmüş. Aralarında bir o oğlan çocuğu baka kalmış fotoğrafa bakanlara. Kendisi en gevrek kahkahacılardan İlmiye Hanımın. Zamanın sepya örtüsü bile gülüşlerin canlılığını puslandıramıyor. Akdenizde bir gün batımı, mutluluk gibi bir şey...
Sahi hava mı karardı? Epey oldu hareket edeli, neredeyse varacaklar hatta!
En uç banliyölerden birinde duruyor tren, artık geldik demektir. Akşam olmak üzere ama peronun ışıklarını henüz yakmamışlar. Kadın bankın ucunda oturmuş, elindeki kitabın dizlerinin arasından kayıp düşüşüne aldırmadan adama bakıyor. Arkasına dönüp istasyonun gerisine göz atıyor adam. Sonra birden karar vermiş gibi kadının yanına gidip, bankın arkasına dolanıyor, kadının uzun kızıl saçlarını parmaklarıyla tarayıp okşamaya başlıyor. Kadın kapıyor gözlerini. Kitap, tekerlekli sandalyesinden düşmüş bir sakat çocuk gibi kala kalmış kadının ayakları dibinde.
Yorgun bir homurtuyla sarsılıp hareketleniyor tren. Adamın elleri saçların altındaki beyaz narinliğe kenetlenmiş, sıkıyor çelikten bir pres duyarsızlığıyla.
Gözlerini pencereden alıp önüne, ellerine dikiyor İlmiye Hanım. Tanrım ne zaman bitecek bu yolculuk, artık sevmiyorum trenleri diye mırıldanıyor.
Nereye gider bulutlar...

(1996)