19 Nisan 2014

GÜNLERİN HİÇLİĞİNDE




                         




“anılarım senin geleceğin oluyor, gerçeklik duyusunu yitirip, uzaktan uzağa hep senin sivrildiğin bir pus içinde yaşamağa başladığım şu anda. sen ağaçtan sen ağaca koşuyorum, aradaki pusarık bataklıkta ayrışıp yıvışan günlerin hiçliğinde.”



Umutsuzluk, bu yazıya başlamak için cebimde kalan son taş. Oysa, hep gülümserim nasıl tanıştığımızı düşündüğümde.
Bahardı sanırım. M Çelik’in Tunalı’daki bir galeride açılışı yapılan suluboya sergisine gitmemin tek bir nedeni vardı: ‘O’ resmi çalmak. Tedirginlik ve sıkıntıyla dolaşıp bakmıştım resimlere hızlı hızlı. O uçukmavi portreyi gözüme kestirmiştim, çıkış kapısına yakın duvarda asılıydı. Yüreğim fırlayacak gibiydi. Bekledim. İçerideki kalabalık duman altı olup, ucuz şarap kadehleriyle gevşemişken, kaptığım gibi parkamın içine sokuşturup çıkıverecektim kapıdan.
Cesaretimi toplayıp yaklaştım, elimi uzatsam tutacaktım çerçevesini. Birden dondum. Arkamda biri vardı, hissettim. Bir adım yana çekilirken yavaşça dönüp baktım. Göz göze geldik. “Korkma” der gibiydi derin mavi gözler. “Ben de aynı şeyi düşünüyordum” dedi. “Nasıl yani...”  şaşkınlığı dökülmüş olacak ağzımdan  -iç ses miydi yoksa, bilmiyorum- olabilir mi böyle bir şey?
Artık almasak da olur. “Çıkalım o zaman buradan” dedim bu kez emin bir ses tonuyla “eğer ki, aynı resmi, aynı anda çalmağa kalkışan iki kişi göz göze gelirse...”
Çıktık galeriden. Kıpkırmızı kesilmiştim, ter içinde. Temiz hava iyi geldi. Hızlı hızlı yürüyorduk. Konuşmadık uzun süre. O’nu tanıdığımı farkettim; aynı dersleri alıyorduk çoğunlukla, ben bölüm değiştirdiğim, yeni geldiğim için karma karışıktı aldığım dersler, o alt sınıflardandı belli ki. Ama daha önce hiç konuşmamıştık. Derste konuştuğunu da hiç anımsamıyordum. Belki bu yüzden... Ben çok konuşurdum oysa. Ah, hep çok konuşurum!
“Aslında çok konuşurum ama şimdi ne diyecek olsam saçma geliyor” dedim. “Evet çok saçma” dedi.
Yürüye yürüye meydanın ortasında kayıp bir ada gibi sıkışmış boğalı Hitit Güneş Kursu’na kadar gelmişiz, farkında bile değilim. Durup döndüm yine gözlerine bakmağa cesaret ederken sordum “Ne yapalım?”
“Satranç oynar mısın?” dedi.
“Oynarım.”
“Bize gidelim o zaman.”
                       
                                                                                                       *

Şimdi ne desem saçma geliyor yine. Konuştuğumda da saçmalıyorum. Ama anılarımda hep bir gülümseyiş var. Yürümeler bir de. Uzun uzun yürümeler. Sessiz sokaklarda, kalabalık geçitlerde, kimsesiz parklarda uzun susuşlar. Derslerde göz göze gelip gülme krizine tutulmamak için sınıfın en uzak köşelerinde oturuşumuz. Aynı bölümde, aynı dönemde, çoğu aynı derslerdeymişiz meğer. Hiç konuşmamış, hiç gözgöze gelmemişiz daha önce; olur a olur! Başka türlü anımsamadığıma göre, şimdi bunu doğru zamanını beklemiş bir zorunluluk olarak düşünmeliyim. O doğru zaman, o an yaşamımı kolayca ikiye bölebilir. Bölmüş düpedüz. Bölünmüşüz mü demeliydim? Ya da birolmuş. “Bir yek kalem olma isteğinden çok...” diye yazacaktı çok sonra; ondan duyduğum ilklerden biridir sadece. Günlük yaşamdan cımbızla çekilip, alçakgönüllülükle bırakılmış daktilonun aşınık tuşlarına kimi sözler. O kadar çok şeyi ilk kez duydum ki ondan, alt alta yazma gereği yok şimdi. Yalnızca “yazıyor olma”m yeterli, yetmeli.
“Savaş filmlerindeki denizaltılar da hep bir yerlerinden su kaçırır” türünden yorumlarına alışmam zaman alacak gibi olsa da, hep göz önünde kocaman durduğu için kaçırıverdiğimiz basit ayrıntıları çekip çıkararak yaptığı alaysılamalar bağımlılık yaratmağa başlamıştı bende. Sinemadan laf açılmışken denizaltıya nasıl gelmiştik bilmem. Bütün oyunlarımızı da düşünürsek belirgin biçimde ustaydı bana göre; çok azdır eşitlik aldığım, azraktır yendiğim.
Odanın kapısını kapamıştı, dikkatimi dağıtan güzellikteki kedinin bakışları sayılmazsa bizi rahatsız edecek kimse yoktu oysa. Kapıyı tıklayıp, çay, kek, kurabiyelerle girdi anası içeri. Yürümelerimiz gibi, satranç seanslarımız da böylece bir ortak alışkanlık döngüsüne girecekti işte. Bizim kedi evde durmazdı hiç, ama annemin börekleri pek bir beğenilirdi.
                                                                 
                                                                                                       *

Her oyunun bir yerinde mutlaka bir hata vardır.
1.e2-e4   e7-e5
2.f2-f4 Şah Gambiti yapıyor, en yaygın açılışlarından biri.
2...e5xf4 Piyon fedası, fedayı ya kabul edersiniz ya da siz daha büyük bir feda yaparsınız!
3.Fc4  Vh4+ Vezirle erken oynamak iyi değil derler, ama roku bozmak istedim işte.
4.Sf1  Rokun bozulmasını önemsemedi.
4...b7-b5  Dişe diş, göze göz. Piyon feda ediyorum, gerekli olmasa da Fb7'ye olanak hazırlamak, b hattından yararlanmak?
5.Fxb5   Af6
6.Af3   Vh6
7.d3   Ah5?  Hep saldırmalı!
8...Ag3  Şah kale beyneli...
9.
.
.
Sonra ne oldu bilmiyorum; baskın giriştiğim oyunu gülünç bir sonla kaybetmiştim. Belirgin bir kızgınlık duyduğumu anımsıyorum o gittikten sonra uzun süre yalnız kaldığım odamda. Neden sonra satranç takımını, taşları toplarken dörde katlanmış bir not buldum beyaz atın altında.

                                                                                      “Perşembe geceyarısı    
                                                            Kader Sokak’ta                                                           
Piyano”

Hımm... Oyunun bir başka seviyesine geçiş mi bu gizemli süsü verilmiş davet? Ben de yenilmeğe doymuyorum bir türlü. Pekâlâ Monsenyor! Süet eldivenlerimi bulayım!

                                                                                                        *

Uzuun bir yokuştu Kader Sokak. Her zamanki alıklığımla en aşağıdan başlamıştım tırmanmaya. Buralardan geçmişliğim vardı daha önce ama adına dikkat etmemişim. Hava yeni kararıyor, geceyarısına çok var daha. Başka yapacak işim olmadığı için mi, yoksa önceden gidip keşfedersem avantajlı olurum satranç mantığıyla mı yürüyordum sokakta kim bilir. Bildik satranç ile ilgili olmadığını kestirebiliyorum diyelim. Peki geceyarısı olsa piyanoyu nasıl bulurdum? Sokağın tam ortasına oturmuş bir köpeğin adı değildi her halde. Sokak köpeklerinin adı yoktur zaten. Kulak kesildim; belki de sesini duyarım gerçek bir piyano arıyorsam. Ne aradığımı bilmiyormuş gibi yapıyorum. Ağır ağır yürümeğe devam yukarı doğru. Eylemsizlik açık kapı verir kaygısıyla durup soluklanmıyorum bile. Magritte’in tablolarındaki ışık içindeydim: Sokak lambaları şimdi aydınlandı, gün ışığı tam kaybolmamış, gök kobalt marin, evlerin karaltısı önyüzlerine henüz düşüyor, ağaç gövdeleri düzleşirken yukarı doğru kıpırtısız neft yeşilimsi leke sıçramalarıyla dallar, yaprak öbekleri biçimleniyor.
Hadi canım sen de! İleride, yolun benim gidiş yönüme göre solundaki bir evin bahçe duvarında oturuyordu. Yaklaştım, cıgarasını Bogart tavırlarıyla yakarken (eski bir filme gönderme mi bana mı öyle geliyor because he often kept a cigarette in the corner of his mouth, seemingly never actually drawing on it or smoking it) gülümsedi.
“Erkencisin.”  
“Sen de öyle, geceyarısı diye yazmışsın, ama ikimiz de buradayız şimdi -her nasılsa- işte.”
“Kimi zaman kural kırmak iyidir.”
“Beni izledin mi yoksa?”
“Daha neler! Neredeyse yarım saattir oturuyorum burada, hem ben yukarısından indim sokağın.”
“Beni beklemiyordun yani?”
“Hayır... Evet... Bilmem!”
“Peki, piyano burada mı?”
Kısa bir nefes çekip gözüyle arkasını gösterir gibi yapıyor. Küçük bahçenin içindeki eve bakıyorum dikkatle; sıkı sıkıya kapalı geniş bir çift pencerenin bordo renkli kalın perdelerinden sızan cılız bir ışık var yaşam belirtisi denebilecek. Başkaca bir şey yok.
“Görmek istiyor musun?”
“E, evet... Hayır... Bilmem!”
İlk kez gülüyor sesli.
“İstersin, istersin.”
“İsterim.”
Duvardan inip pantolonunun arkasını, paçalarını eliyle vurarak temizler gibi yapıyor. Biten cıgaranın filtresini yanındaki taşın altına gizliyor babası misket oynamasına kızmış bir çocuk rahatsızlığıyla. Aynı cıgarayla gitti Bogart, geldi takılgan. Beni en çok çeken galiba bu sınırı belirsiz dönüşümler. Bahçe duvarının yukarı doğru yedi sekiz boy ilerisinde, demir bükmeli kapısına gidiyor, iki adım arkasında duruyorum. Kapıda, mandal, dil, kilit yok. İtip giriyor, iki adım arkasında ben. Bahçeyi geçip evin yan tarafına dönüyor, kısa taş merdiveni iki adım, iki adım çıkıp eski ahşap kasalı kapıya varıyoruz. Zil yok. Kararmış prinç bir tokmak asılı göz deliğinin hemen altında. Tutup vuruyor iki kez. Omuzları kıpırtısız, topuklarıyla dönüp bana bakıyor sorar gibi “Eminsin değil mi?” Bunun sesle olmadığını her nasılsa fark edip yanıtlamıyorum. Yüzümü olabildiğince düzleştirip, iki adım gerisinde...
Ayak sesleri. Kapı aralanıyor; ne az ne çok. Göremiyorum açanı, geri çekilmiş, açıp geri dönmüş olabilir. Giriyor, aramızı koruyarak ben de giriyorum o aradan. Bir adım daha.
Beklediğim gibi değildi içerisi. Ne bekliyordum ki? Yani, hiç farklı olmayan bir kapı arkası giriş bölmesi işte, uzun loş geçenek, soluk fildişi sarı duvar boyu mantar panolar. Olağan dışı bir beklentim yoksa da, böyle tekdüze olması... Ha, bir uzunluğuna şaşmış olabilirim. Ev dışarıdan bu kadar büyük görünmüyordu çünkü. Hava aydınlık değildi yeterince belki, ya da ummuyordum önyüzü böyle sıradan bir yapının... Belli ki arkaya doğru uzun...
“Gel, gel çekinme.” Karşıda, salon gibi büyücek bir alana açılan kapının sövesine tutunmuş bana sesleniyordu. Sözünü dinledim uslu uslu. Ne zaman zorluk çıkarmıştım ki. İlk gördüğüm, perdeden sızan ışığın kaynağıydı; eski püskü yamuk bir abajur duruyor pencereli köşede. Başkaca hiçbir şey yoktu mekânı bölen. Hemen hemen! Zemin, cilası gitmiş koyu kestane lambri. Sol arkama bakınca, işte şimdi ağzım açık kalmıştır: Girdiğim kapı tarafındaki duvarı bütünüyle kaplayan freski görünce “Fiığss..! ”  diye bir ses çıkarmıştım, ıslıkla sözcük arası.
“Gülünç, değil mi?” dedi, sorudan çok bir yorum vurgusuyla.
“ ! “
“Gülünç denecek kadar tuhaf” diyebildim. Yanılmıyorum, yakından bakınca da düpedüz bir duvar boyaması -resmi, freski- bu. Kaplama baskı veya başka bir teknik değil. Biri -birileri- uzun uzun uğraşmış duvar üstünde; pek kolay  görülmeyecek bir... bir... (ne desem, ‘nesne’ mi, ‘yapıt’ mı) bir ‘şey’e bakıyorum.
Önce, bu şehirde duvar resmi arasan, en fazla iki, üç örnek görürsün. Aklıma ilk gelenler de hani eski Büyük Sinema’nın tavanına yapılmış olanlar, kim bilir kaç yıl önce. Şimdi orası sinema bile değil, ne oldu bilmiyorum (çocukluğumda gördüğüm ilk fresklerdi onlar sinemanın ağır, karanlık havasına karışan) ya yıkmışlardır hiç acımadan güzelim salonu, ya da alış veriş merkezi dedikleri bulaşıcı çirkinliğe dönüştürülmüştür.
Sonra, belki bir de müzede korunan bir iki resim daha vardır toplasan. Yani... buralarda hem nicelik, hem nitelik olarak az bulunur bu ‘şey’ beni gerçekten şaşırttı.
“Biz neredeyiz?” Yanıt vermedi, onun yerine girdiğimiz geçeneğe dönüp panolara baktığını sanıyorum tam göremesem de buradan: Önünden ayrılamıyordum ki duvarın. Eh artık, söyle ne görüyorsun resimde diye sormayın; anlatması zor. Ne yoktu ki koca duvarda boydan boya.
Naif minyatür tarzında, ilk bakışta Hieronymus’un “Bahçesi” gibi görünse de, daha çok Serafini’nin “Codex Seraphinianus”undan fırlamışcasına ayrıntılarla  boğulmuş bir karmaşa getirin gözünüzün önüne (bu çağrışan resimler çok sade suyuna kalır kıyaslansa.) Karmaşa diyorum çünkü binlerce figür birbiri üstüne binmiş, yarım kalmış  -besbelli ki-  bilerek çarpıtılmıştı. Kimi desen kırıntısının neyi imlediğini kestirmek bile zor. Hiyeroglif unsurlara dönüşmüş olanlarla, leke ‘enigmaları’ mütoz bölünmeyle ürüyorlardı bu evrende.
İçeriden “Olabildiğince uzaktan bak.” diye seslenince irkildim, burnum handiyse boya katmanına değiyormuş, iyice gülünç olduk resim ve ben! Uzaktan? Karşı duvara kadar gidip dayandım, bir daha baktım geniş açı lensimi takıp.
Piyano!
Boydan boya, yamuk, perspektivi kırık bükük bir piyano formunda  toplanır gibi ayrıntıların biraradalığı. Bunu anca fark ediyor olmaktan utandım birden. Yine ayrıntıları göreyim derken burnumun ucundakini -sözcüğün tam anlamıyla- kaçırmıştım. Piyano bütün duvarı kaplıyormuş meğer. ‘Piyanomsu’ demek daha doğru olur belki. ‘Terliksi hayvan’ der gibi; bir nesneye benzetilmiş ama kesinlik aranmıyor anıştırmada.
“Piyanoyu bulduk.” dedim girişe dönüp, panolara iğnelenmiş küçük notlara, fotokopiyle çoğaltılmış yazılara, çizelgelere bakıyordu dikkatle. Yanıt vermedi. Üstelemedim. Yanında durup  ben de bakayım dedim içimden, ne arıyoruz?
Haftanın günlerine göre atölye odalarının kullanım saatleri, kimler kiminle eşleşebilir önerileri, temizlik için kısa açıklama, malzeme stoklarında eksik olanlar listesi, hurdacılar çarşısında bir dükkân adresi, satılık ya da değiştirme ilânları, fırsat köşesi, nakliyat, aktarma, hamal, araç gereç kiralama, ders verilir kuponları, a 4 üzerine bir pastel çocuk boyaması (eşkenar dikdörtgen okul, beyaz yakalı öğrenciler, üçgen etekli öğretmen, kutu köşeli yeşil araba, mor ağaçlar), önemli olabilecek telefon numaraları, yangında yapılacaklar madde madde, gazeteden kesilmiş bir karikatür, altı kırmızıyla çizilmiş aranıyor başlıkları, ne iş gördüğü anlaşılmaz bir mekanizmanın küçük ölçekli plânı üzerine el yazısı açıklamalar... Gözüm döndü, burada ne oluyor?
“Ne arıyorsun?”
“Bakıyorum, benim saatlerimde bir değişiklik olmamış neyse.”
“Ne saatleri?”
“Atölye çalışma saatleri.”
Durdum, ne çalışıyorsun, ne atölyesi, burası neresi, freski kim yapmış, neden buraya yapmış, ne zaman... hepsini birden sormasam daha iyi belki. Bunaltmayayım adamı. Bırakayım kendi açıklasın, beni davet eden o olduğuna göre.
“Gel aşağı inelim kendin gör, hoşuna gider diye düşünüyorum, ‘Piyano’ya çıkarken bakarız yine.”
Geçeneğin öte ucundaki merdivenlerden iniyoruz hızlı hızlı. Bu şehirde doğdum büyüdüm, nasıl olur da burayı bilmem diye düşünürken düşüyordum az daha.
“Aman dikkat, bu basamaklar kaygan, ışık da az, insan zor görüyor önünü, sen alışık değilsin.”
“İyi de, ben neden burayı bilmiyorum önceden?”
“İşte artık biliyorsun.”
Homurdanıyordum inerken; düşeyazdığım için değil, hâlâ ne kaçırmışım bugüne kadar diye yerinirken. Kim bilir daha neler göreceğim?
Bodrum katına iniyoruz anladığım kadarıyla. Yapı tek katlıydı, giriş katının altına gelmiştik, atölyeler burada olsa gerek. De, ne atölyesi?
Selülozik tiner kokusunu içime çektim. Benzin, aseton, madeni yağ, boya, ispirto kokularına bayılırım. Kimi, parfüm, kolonya sever. Tuhaflık bende. Birkaç kapı geçtik geçenek boyu yürürken; üstlerinde numaralar, isimler,  zaman çizelgeleri asılıydı. Kapalı, olasılıkla da kitliydiler. Birine gelince durdu, kapıyı tıkladı. Yukarısına köşelerinden bantlanmış kartona “ (8) NR – İK ” yazılmıştı kırmızı keçeliyle. Altında  Pazartesi, Perşembe, Cumartesi... saatler, çarpı işaretleri.

                                                                                                             *

“Nuşirevan  Bey - - - okuldan arkadaşım.” diye tanıştırdı bizi. Kapıyı açmamış içeriden, “Buyrunuz ! ” diye seslenmişti. Şişedibi gözlük camları, fırça saçlar, üstten inceltilmiş bıyık, gömleğinin kollarına geçirilmiş uçları lastikli koruyucular, boyalı önlük, içten bir gülümseme. İlk kez böyle bir isim duyuyordum.
“Hoşgeldiniz, ben de bitirdim bugünlük, ortalık topluyordum efendim.” Doğal bir nezaket görmeyeli çok zaman olmuş meğer. Hafif bir aksan yakaladım, belirgin olmayan, ismini düşünürsek...
“Erken mi geldim?” diye soruyor, Nuşirevan Bey saatine bakmadan “Yooo, aman efendim, ben oyalanmışım, size zahmet olmasın diye şu aletleri de yerine kaldırayım derken...”
“Ben yardım edeyim” deyip, uzun masanın üstüne saçılmış kimi bildik, kimini ilk kez gördüğüm aletleri toplamağa girişiyorlar. Çoğu marangozluk gereçleri gibi; aralarında hiç bilmediğim anahtarımsılar, burgaçlar, amorf işkenceler, delgeç, keski, yontu kalemleri, uzun gagalı pensler, metal iğneli ahşap pergelleri, iletki, gönye, tebeşir...
Masanın öbür ucunda üstü özenle örtülmüş kısma gelince duruyor, dokunmuyor hiçbir şeye. Anatomi çalışan veteriner öğrencilerin şimdilik bıraktıkları bir geyik kadavrası gibi, siyah pamuklu örtünün altında sivrilen, yumuşakça dönen kıvrımlar, sert kırımlar. Nuşirevan Bey gelip örtünün sanki açık kalmış bir ucunu toplar gibi yaparken “Az kaldı, sonunda bitmek üzere.” diye açıklıyor bana bakıp.
İstemeden de olsa gülümseyip başımla onaylıyorum bu ifadeyi. Bilemediğim, anlayamadığım olgu akışının beni serseme çevirdiği belli olmasın diye belki.
“Ben de yardım ederdim ama, ...” diyorum, bitiremeden cümleyi.
“Aman efendim, misafirsiniz. Size çay ikram edelim isterdim ama ocak kapanmıştır bu saatte.”
“Sağolun, hiç gerek yok, zaten...”  Başladığı lafı bitiremeyenlerden bendeniz.
Önlüğünü, kolluklarını çıkarıp katlıyor, atölyenin köşesindeki dolaba kaldırıyor, alt bölmesinden bir deri çanta çıkarıp gözlüklerini atıyor içine. Daha zarif, metal çerçevelisini takıyor yerine. Ceketini askısından alıp giyerken “Eh, bana müsade, size iyi akşamlar, tanıştığımıza çok sevindim.”
Elimi tutup sıkıyor, sonra ikisi kapıya doğru gidiyorlar birlikte, aralarında bir şeyler fısıldaşıyorlar, arkadaşım kısa bir kahkaha koyuyor “Merak etmeyin, görüşürüz Nuşirevan Bey.”
Kapı kapanıyor.
Bir sessizlik yaşıyoruz uzunca sayılabilecek. Sormuyorum.

                                                                                                            *

Kader Sokak’tan aşağı doğru yürürken evlerin balkonlarında oturan, geç yaz akşamı yemeklerinde sarımsaklı yoğurtlu kızartma yanında rakılarını yudumlayan ailelerin gülüşmeleri, salonda açık kalmış televizyonun, ya da  kimi radyonun dalgalanan seslerine karışıyor. Karşımızdan, yolun aşağıdaki karanlık ucundan bir fosforlu ışık bulutu süzülüyor üstümüze, daha ne olduğunu anlamadan ateş böceklerinin arasında kalıyoruz. Olsa olsa, insan böyle bir şeye bir kez tanık olur yaşamında. Dokunmak istiyorsunuz buluta, içinizden geçip gidiyorlar yolun yukarısına. Bu geceden sonra hiçbir şey beni şaşırtmaz artık.

“Her birimiz, kendi enstrumanımızı tasarlayıp biçimlendirmeğe çalışıyoruz orada.” diye başlıyor sonunda açıklamaya kaldığımız yerden yürürken “Piyano atölyeleri adı, yukarıdaki kimin, kimlerin yaptığı bilinmeyen duvar resminden geliyor. Kapısında yazmasa da biz öyle yakıştırdık, anlamışsındır en azından. Kimsenin piyano filân yaptığı yok tabii. Hiç duymadım. Bilindik enstrumanlar değil, bir tarif, sınıflama, özelleme yok. Hepimiz gönüllü çalışanlarız, kimse kimsenin işine karışmaz, ne yaptığını ne ürettiğini sorgulamaz. Odayı paylaştığım Nuşirevan Bey’den başka, bir bekçiyi bir de çay ocağındakileri tanırım. Ben yenilerdenim zaten, daha ortaya elle tutulur bir iş çıkarmadım. İşini  tamamlayan, yaptığını alıp gidiyor. Geride bırakılan sonuç çizimler, plânlarmış; onları da biz görmüyoruz, görmedik hiç, atölyenin bağlı olduğu vakfın arşivine kalkıyormuş diyorlar. Şimdilik tasarımlar arasında gidip geliyorum, bir zaman kısıtlaması olmadığı için acelem de yok. Haftanın üç günü burada zaman geçiriyorum, düzen çizelgeleri arada bir değişir, karışıklık  istenmez tabii. Aslında dışarıdan misafir getirilmiyor ama ben seni belki kendi enstrumanını yapmayı düşünürsün diye davet ettim buraya, çünkü böyle işliyor düzen. Gidenlerin yerine bizler buluyoruz yeni gelecekleri. Bir çeşit referans yöntemi işte. Nuşirevan Bey yakında gidici. Kimseyi de getirmek istemediğini söyledi bana kaç defa, rica etti yerine birini bulayım diye.”

“Ben mü-müzisyen değilim...“ diye kekeliyecek oluyorum, o çok sevdiğim kahkahasını atıp beni iki eliyle tutuyor, yüzüme bakıp fısıltıyla “ Kim dedi müzik enstrumanı yapıyoruz diye?

                                                                                                                                      İlâhî ! ”











Yıldırım Arıcı
Nisan 2014
Klazomenai