2 Aralık 2010

anın tasarımı


*





Şimdi işte aynanın dibinde kendinin önünde gördüğün bukalemun bu kalen bu sözcüklerin dizge dışı dizimi bu kalemin yazdıkları karşılar tersinden algılanan dünyanın tasarımı.





.

22 Ekim 2010

aziz istanbul / beloved istanbul

.




















Beloved İstanbul-9'15" on soundcloud  https://soundcloud.com/scaramouch/beloved-istanbul



The “Beloved İstanbul” which Master Münir Nurettin Selçuk recites in his music is resisting time, faced with an irrevocable destruction and invasion. The Master’s delightful tunes seem to be the only permanent thing amid the chaotic atmosphere of a stroll from the Galata Bridge to the Tunnel in Beyoğlu.

Münir Nurettin Selçuk 
Born in İstanbul in 1901, he began composing in 1920. His first records, which bear a distinctive style that combine the old rendition of the classical Turkish music with a new conception, were released by the label His Master's Voice in 1928. He went to Paris in the same year for vocal training. Münir Nurettin Selçuk is the first Turkish music singer that has training in authentic voice techniques. His performance style which bears the traces of the 19th Century Italian opera singing was influenced by the “Bel Canto.” He introduced the tradition of solo concerts in the history of the classical Turkish music. He gave his first concert in 1930 upon his return from Paris in the venue which is the Dormen Theatre today. He evoked great interest and admiration. He wore black tie and tails in his concerts and remained standing while singing. He is also the first to use the tradition of singing solo, accompanied by a choir. He integrated the western influences of the opera, tango into his own unique rendition of the the classical Turkish music. He started to produce his major compositions after 1940-41. After he returned to İstanbul, he served as a member of the Executive Board of the İstanbul Municipal Conservatoire for more than thirty years. He contributed to the upbringing of many musicians from the young generations. He died on 27th April 1981.       

https://soundcloud.com/scaramouch/beloved-istanbul

19 Ağustos 2010

Oruç Aruoba'dan ağustos haiku

*















 *


k e d i l e r   ç ı l g ı n

g e l i p    s a l o n a   g i r m i ş

k i r i g i r i s u


*



18 Ağustos 2010

BİLGE KARASU- geceden geceye arabayı kaçıran adam

*







Günlerden deniz, sulardan salı,
Yürürden vatos, yüzerden kedi...

 "Uslu Kişilere Tekerlemeler"den

Adam, yıllardır, Sazandere'ye gideceğim, gidiyorum diye tutturmuş yaşardı. Biri mi gitmiş de övmüştü orayı, haritanın birinde mi görüp merak etmişti, yoksa resmi mi ilişmişti gözüne bir yerlerde, bilemiyordu. Tek bildiği, denize gitmeye her kalkışında, Sazandere'yi düşünerek yollara düştüğü, sonra da ya üşendiği, ya başka yerlere giden arkadaşlarına uyduğu, ya da yolun bozuluverdiği, arabaların işlemeyiverdiği bir sıraya rastladığı için, oraya bir türlü gidememiş olduğuydu.
Denize tutkundu kendini bileli. Kulaç atarken, kollarının suya saplanıp kaydığını, suyun yüzünde açar gibi olduğu yaranın tükenmez bir dirençle kapandığını gördükçe, gövdesinin, bacaklarının bu serin renkli peltenin içinde salınmasına baktıkça, dirimi bütün varlığıyla duyar, kavrardı. Denizsiz kalmamak için, gittiği kıyıdan çakıllar, kavkılar taşırdı evine Denizi bütün gözenekleriyle yeniden emebileceği günlerin gelmesini, çakıllara, kavkılara bakarak beklemişti, kışlar kışı. Yediği balıklarda yosunların, kıyıların kokusunu arar, ağaçlan hışırdatan yele, işlerken yürek atar gibi ses çıkaran makinelere kulak vererek bu seslerde, kıyıya çarpan dalgaları, denizin yüreğinin atışını bulmağa çabalardı.
Denizsiz bir kentte oturmağa karar vermekle deniz tutkunluğunun artacağını, sevdiği bir şeyden, insan hali, usanabileceği bir günün gelip çatması olasılığını ortadan kaldırabileceğini düşünmüş, bir çeşit kurnazlık etmişti sanki; kendi kendini aldatmağı gereksinirmiş gibi, bunu yapmanın boşluğunu anlamadan... Kocaman kocaman kavaklar vardı oturduğu bu kentte, sokaklarda, bahçelerde sıralanıp boy gösteren; ilkyazın gelmesiyle yeşerip yapraklanınca, hışıltılarını duyurunca, her ağaçtan daha çok, denizin dalgırlanışını, teknelerin salınışını anımsatırdı bunlar. Balık oluverirdi kavaklara bakarken, deniz olmanın, sandal olmanın arkasından; balığın kavağa çıkması deyimini eskitir, yok ederdi.
Kavaklar yapraklandıktan epey sonra da, bir kuş gelip ötmeğe başlardı gece yarısını geçe. Kısacık iki sesten, biri üst biri alt perdeden iki sesten oluşan ötüşünü saatlerce, kısa, eşit aralıklarla, yineler dururdu Bu muydu ishakkuşu dedikleri? Kestiremezdi bir türlü. Kentlilerin o saatte uyanık duranları, kuş seslerinden anlamaz olmuşlardı nedense. Kime sorar, kimden öğrenirdi bu işin doğrusunu Ama adını kesinlikle bilmeyedursun, kuşun sesi geldi mi, adam anlardı ki denize dönmenin çağı erişmiştir O zaman, içtiği sulara tuz ekmeğe başlardı düşünde, gövdesinin bütün uzunluklarını mersin balıklarına, bütün yuvarlaklıklarını denizanalarına dönüştürür, yosun ormanlarında dolanır, dalıverirdi palamut corumlarının içine. Sonra, bir sabah, uykusundan sıyrılıverir, denizin yolunu tutardı.
Kavaklar, kentin her yerinde bir daha yapraklanmıştı. Kuş bir daha ötmüştü Ama kuş da, yapraklar da, denizi kıpraştırmamıştı gönlünde bu yıl; ilk kez olan bir şeydi bu. Yılların verdiği alışkıyla, denize gitmesi gerektiğine inanıyordu gene de; denizden güzel bir şey düşünemiyor, denizde doğduğunu unutamıyordu hâlâ, onun için denize gidecekti.
Adam gönlündeki bu değişikliği farketti ama neye yoracağını bilemedi. Çok da deşmedi duygularını. Bir değişiklik sezdiğine göre, en iyisi, şu yıllardır gidemediği Sazandere'ye gerçekten gitmek olmaz mıydı?... Öyle de yapmıştı; kimseye haber vermeden yola çıkmış, önce kıyının bu büyük kentine gelmiş, otobüsten indiği gibi, Sazandere otobüslerinin kalktığı yeri sormuş, "karşıdaki garaj" diyen adamın sözüne uyarak garajın kapısından içeri, korkunç bir gürültünün, sağır edıici bir uğultunun içine atmıştı kendini.
Otobüs garajının kapısından geçerken gözlerini yummuştu. Yüksek bir kayadan denize dalarken, kendini boşluğa bırakmadan önce yaptığı gibi. Gözünü açmasıyla birlikte, gürültünün, uğultunun içinden sıyrılmak için, bir suyun yüzüne çıkmak istercesine, ayaklarının -itme, atma devinimine geçmek üzere- gerildiğini duydu. Yosunlarının dal dal, ağaç ağaç, gövdesine dolandığı çamurlu bir gölün suyu gibi her yanını saran, etine, kanına saldıran bu gürültünün çıkılacak bir yüzü, bir yüzeyi yoktu oysa. Bu ses gölünden, bataklığından kurtulmanın tek yolu, Sazandere'ye gidecek otobüsü bulmak, ona binerek, onun içine sığınarak onun kucağında buradan kopup yola düzülmek olacaktı.
Koca, kanlı canavar köpekbalıklarının karnına, başındaki çekmenle yapışıp, yüzgecini bile kımıldatmadan, köpekbalığı hızıyla deniz deniz gezen tembel balığı düşündü... Kavaklarda öten kuşun adını kesinlikle bilemiyordu ya, bu balığın adını hiç çıkaramıyordu. Rem’li, Remo'lu bir şeydi galiba...

gene pazar yerinden geçtiğini görüyordu 
bir yandan da 

Her yerinden çekiştiriyorlardı. Sazlı'ya, Görencik'e, Madrabaz'a, Kuyulu'ya, Arifköy'e, 
oraya, buraya, kalkıyordu arabalar, kalkacaktı, aceledelim, aceledelim...

ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde 

Otobüste uyuklarken yarı anı yarı düş bir geçişe girişmişti denizsiz kentin kavaklarıyla çevrili bu pazar yerinden; bu gürültü kasırgasındauyanacağına daha mı uyuşuyordu ne?                                        

  pazar yerinin dışından bir yerden, 
filim çeker gibi durduğu bir yerden de,
pazar yerini boydan boya ağır ağır geçişini
    izliyordu kendi kendinin

Rastgele durdu gürültünün bir yerinde. Omuzlarına eller yapıştı iki yandan; sürücü yardımcıları, küçücük çocuklardı da ondan olacak, bacaklarına yapışıyordu. Gerdir'e, Baltepe'ye, Bodur'a, Sultaneşiği'ne, Kuşlar'a götürmek istiyorlardı onu. Sazandere'ye gide... diyememişti ki daha, koluna yapışanlar, bulaşmış çamur silkeler gibi atmışlardı onu öteye, gürültü gölünün daha uzaklarını göstererek. Soluğu darala darala, kalabalığı güçlükle yararak ilerlemeğe çabaladı adam. 

merdivenden inmişti pazar yerine.
Pazar günü dışında bir gün, 
pazar öncesi ile sonrası dışında,
malın yığıldığı önceki günle, 
pisliğin, süprüntünün kaldırıldığı 
sonraki günün dışında bir gün, 
haftanın ortasında bir gün, 
ıssız, tablasız, sergisiz,direksiz, dayaksız,
güneşliksiz pazar yerinin 
bir ucundan bir ucuna  

Orasına burasına yapışıp kendisini çekiştirenlerden kurtulmanın yolunu öğrenip öğrenmediğini sınayacaktı şimdi. Sazandere... demeğe kalmadı, garajın derinliklerine doğru, gittikçe artan uğultunun, sıcağın, yağ kokusunun içinde ilerlemekteydi gene. 

bir ucundan bir ucuna ağır ağır yürüyordu sessizlik içinde. 
Merdivenin tepesinden, sokağın oradan da, 
izliyordu kendi kendini. 
Yel esiyordu. Yağmur yağdıracak bir yel. 
Yerlerden kalkan toz çevrileri paçalarına, yenlerine, 
kulaklarına, saçlarına doluyordu. 
Malların sergilendiği, 
betonla çevrilmiş toprak setlere çıkıp iniyor,
ağır ağır yürüyordu pazarsız
pazar yerinin bir ucundan 

Ter kokusuyla yağ kokusunun en koyusunda, en sıcağında,
garajın en kuytu köşesini dolduran üç araba gösterdiler, söver gibi. 
Uzaktan da olsa görebilmişti hiç değilse Sazandere arabalarını; oraya doğruldu.

bir ucundan bir ucuna; 
yürüdüğünün bilincinde olduğu ölçüde de, 
kendi kendini ta ötelerden, 
pazar yerinin dışından, 
yukarıda kalan sokağın oradan,
makinasının gözüyle izlediğini görüyordu.
O ıssız genişliğin, 
o sessiz uzamın bir ucundan bir ucuna
geçen yalnız adamın filmini çekiyordu, 
pazar yerinin gerisindeki adam, 
yani kendi; 
pazar yerinin bir ucundan bir ucuna 

Gösterdikleri yere yaklaşırken üç otobüsten birinin, gürültünün doyurduğu kulaklarının sağırlığı içinde, sessiz bir filmdeymiş gibi, çıt çıkarmadan süzülüp gittiğini gördü. Koşmak istedi. Garajı dolduran adamların hepsi, geldi önünde durdu sanki. 

bir ucundan bir ucuna geçerken de, 
o sessiz ıssızlığın içinde, gençliğinde, 
bir arkadaşının onca severek söylediği bir türkü, 
ansızın, yolunu bulmuştu bilincine çıkmanın... 
Yel vurdukça denizlerine, denizleri dalgalı... 
Oysa öncesi vardı o türkünün, kavakların, 
Aksaray'ın kavaklarının gölgeli olduğunu söyleyen.
Pazar yerinin dört yanını çevreliyordu buradaki kavaklar.
Ulu, salınan, ırganan. 
Ortalarındaki uçsuz bucaksız pazar yerinin ıssızlığındaysa, 
yağmur yelinden başka dalgalanan bir şey yoktu; 
kendisi o geniş uzamın
bir ucundan bir ucuna 

Seslenmek istedi, işitemedi sesini, düşlerdeki gibi. Köşeye vardığında bir tek otobüs kalmıştı. Soluk soluğa sordu karşısına çıkan sürücüye, otobüsün kaçta kalkacağını. "Kalkmayacak bu," dedi sürücü, "bir yere gitmiyor ki..." Adam öfkesinden dondu, derin bir soluk aldı, yutkundu, sonra en dingin sesiyle sordu: "Demin burada üç otobüs vardı. Nereye gitti öbür ikisi?" Sürücü, bu soruya ne denli şaştığını yüzüyle, sesiyle göstere göstere, "Nereye gidecek?" dedi, "biri Gündüzlü'ye gitti, biri de Arifköy'e..."

pazar yerinin ıssızlığını verev bir çizgiyle 
bölerek bir uçtan bir uca yürür, 
yürüyen kendini pazar yerinin dışından, 
sokağın oradan, 
kat kat merceklerin keskin inceliğiyle gene kendi izlerken,
bu ölüm sessizliğinin içinde yürüyen adamın 
toz çevrileri arasında 
denizi usuna bile getirmediğini görüvermiş, 
bilivermişti. 
Ama sokağın oradan bakan adam olarak mı,
yoksa pazar yerinin bir ucundan bir ucuna

O gece Sazandere'ye artık otobüs kalkmayacaktı, öyle diyordu şimdi değnekçi. Bir an, ikircik içinde, kalakaldı. Başka bir otobüse biner, bildiği yerlerden birine gider, Sazandere'yi bir başka yaza bırakırdı. Her zamanki gibi. Ama vazgeçti sonra. Garajdan sokağa çıkınca arabaların, açık hava sinemalarının, şerbetçilerin, fındık fistıkçıların, insanların bu saatte büsbütün azgınlaşan Akdenizli gürüllüsü diken diken battı beynine. Yorgundu, uğultunun sağırlığı geçiyordu yavaş yavaş. Bir otel buldu kendine, yattı, uyudu.
Uyanırken hâlâ pazar yerinde yürüyordu. Ayınca, budalalığına sövmeğe başladı. Bir yandan pazar yeri düşü, bir yandan koşuşmanın şaşkınlığı, o gece sorması gerekeni sormamıştı. Sazandere'ye gider diye gösterdikleri otobüslerin hepsi başka yerlere gittiğine göre, Sazandere'ye otobüs kalkmış mıydı? Bu gece kalkacaksa nereden kalkacaktı? Kendisine yol gösterenler, ya bilmediklerinden, ya domuzluklarından, kendisini yanıltmışlardı. Bu gece ne olacaktı? Gündüz otobüs kalkıyor bile olsa, gitmeyecekti garaja. Burada denize girmek varken, güneşin altında kızacak otobüste kavrulmak alıklık olurdu. Telliye bindi, denize gitti. Akşama doğru dönüp karnını bir güzel doyurdu, garaja uğrayıp değnekçiyi buldu. Değnekçiye bakılırsa, Sazandere'ye yarımşar saat arayla üç otobüs kalkabilirdi; ilki hep kalkardı ya, yolcu çıkarsa, ikincisi, gene yolcu bulunursa, üçüncüsü... Adam saatini öğrendi, yeni yeni canlanan sokaklarda biraz dolandıktan sonra, ilk otobüsün kalkışından yarım saat önce geldi, gösterilen yerde beklemeğe başladı.
Bu gece gürültüye biraz alışmış olduğundan mı yoksa kulaklarını gönül gücüyle sağırlaştırdığından mı ne, garajın içinde değil de çok uzağında gibiydi. Sanki pazar yerindeydi gene… Deniz sanki yavaş yavaş kendisinden uzaklaşıyordu. Oysa buradaydı, denize gitmek için uğraşıyor, yaşamı boyunca göstermediği bir kararlılıkla, av bekler gibi bekliyordu otobüsü. Pazar yerindeki adamdı denizi unutan. Bunu, sokağın oradan bakan adam olarak mı, yoksa pazar yerinin 

bir ucundan bir ucuna yürüyen adam olarak mı biliyordu? 
Yolunun ucundaki ölümü düşünmüştü 
pazar yerinde yürüyen adam, 
ya da, onun öyle düşündüğünü,
filim çeken adam bilmişti. 
Niye pazar yerinin yaşadığı üç günün değil de,
bu ölü günün filmini çekiyorum makinemle?
diye düşünüyordu galiba sokağın oradaki, 
merdivenin başındaki.
Ama gene de yalnız o değildi bunları usundan geçiren, 
pazar yerinde yürüyen 
kendi de öyle geçirivermişti bunları içinden. 
Başını kaldırmış, 
filim çeken kendine bakmıyormuş gibi, 
ama sonunda ona bakacağını sanarak, 
kavaklara bir göz atmıştı.
O kuş bu kavaklara da gelir öterdi herhalde geceleri. 
Sonra filim çeken kendine bakmadan, 
gözlerini önünde giden ayaklarına dikmiş, 
yürümüştü gene. 
Yürüyor, kendi filmini çekiyordu yukarıdan. 
Pazar yerinin öbür ucuna vardığında 

Üç dört ayrı zamanı biribirine kattığının bilincine vardıkça usu büsbütün karışıyordu. Geldiği otobüs buralara yaklaşırken, yol yorgunluğundan olsa gerek, ımızgandığı yerde, pazar yerinde yürüyen adamla yukarıdan bu adamın filmini çeken adama bölünmüştü. Garajın gürültüsüne daldığında, bu geçiş yakasını bırakmamıştı. O sırada garajın içinde yürüyen adamla birlikte üç kişi olmuşlardı. Garajda yürüyen, pazardakilerin hem içinde hem dışındaydı, onları görüyordu sanki karşısında. Gece, düşünde, o tükenmek bilmeyen geçişi sürdürmüştü. Şimdi, hâlâ, pazardaki adamlarla uğraşıyordu. Bir düşün düşünün anısı içinde üçleştiği gibi dörtleşiyor, garajda duran kendine bakıyor, baktığının dışında… Bitmezdi bu. Aynalarda çoğalır gibi çoğalıyorum; yorgunluğa, öfkeye, üst üste yığılan tersliklere vermeli bunu, diye söyleniyor, avutmağa çalışıyordu kendini.
İrkildi. Beklediği yere, kıtıpiyoz bir araba gelmişti. Otobüsün artık kalkması gereken saatti bu. Her yanı dökülen, gerçek takaların güzelliğine inat, küçümseme dolu bir sesle "taka" diye nitelenen, yıllarca, iyili kötülü yol yeyip bitirmiş otobüslerden biriydi gelen. Sazandere'ye mi? diye sorduğunda, sürücüden belirsiz bir karşılık aldı, evet'e de, hayır'a da çekilebilecek çeşitten… Adam, artık alıştığı için, uğultunun içinde kendi sesini, sorusunu, açık seçik işitmişti. Sürücü, besbelli, yolcu denen aşağılık yaratık türüyle yüz göz olmayacak sürücülerdendi. Adam, biraz beklemeğe karar Verdi. Öncekinden daha kırık dökük bir otobüs eskisi yanaştı berikine. Adam bunun sürücüsüne yaklaştı, sorusunu sordu. Bu kez karşılık kesin bir "evet"e benziyordu. Bindi, pek çökmemiş, yayları dirice bir yer buldu, oturdu. Bacaklarını bile uzatabilecekti, yanına kimse oturmazsa… Pazar yeri gene gözünün önüne geldi.

pazar yerinin öbür ucuna varmış, 
alçak setten sokağa atlıyordu şimdi.
Yukarılarda, uzaklarda duran öbür adam, 
yani gene kendi, makinesini toplayıp gidiyordu. 
Issız pazar yerinden geçen adamın
filmi çekilmiş, bitmişti.
Makaralar kutuya girecekti 

Düşünün çöngülünden sıyrılıyordu… Yanıbaşında kopan bir tangırtıyla yerinden sıçradı. Uyuklamış mıydı gene? İlk gelen otobüs gidiyordu. Çantasını, torbasını toplayasıya, kendini dışarı atasıya, o soluk, yoluk nesne, kalabalığın içinden süzülüp gitmişti bile. Bindiği arabanın sürücüsünü göremedi. Oralarda duran birine sordu otobüsün nereye doğru yola çıktığını. "Soğukgöl'e gitti galiba." Soluk aldı adam, "bu araba ne zaman kalkacak?" diye sordu gene. "Bir yere gittiği yok, sürücüsü de yatağında uyuyordur şimdi. Demin çıktı yatmağa… Bu araba yarın sabah kalkar. Kazlar'ın arabası bu." Adam çılgın gibi koştu sağa sola, değnekçiyi buldu. Kendisinden başka herkes Sazandere arabalarının nereden kalktığını biliyor olsa gerekti. Ortada Sazandere otobüsünü arayan kimsecikler yoktu kendisinden başka. Oysa, imgelediği Sazandere gerçeklik dünyasında da varsa, birçok insanın oraya gitmesi, gitmekte olması gerekirdi. Çıkıştığı değnekçi, "Sazandere arabası kalkalı hanidir," diye karşılık verdi, "o köşeden kalkar zaten," derken garaj kapısının hemen yanını gösterdi. Onunla tartışmak işe yaramadı "Yanlış anlamışsın dediğimi," diyordu değnekçi. "Her gece Sazandere'ye tek bir araba kalkar, o da gitti." Apışıverdi adam. Ertesi gece gelecekti gene. Sazandere'ye gitmemeği düşünemezdi artık.
Gene denizde geçirdi ikinci günü. Akşamı, garaja gitti, ama değnekçiyi bulamadı. Sazandere otobüsünü, teker teker, her arabanın yanında durarak sordu. Gösterilen yerlere gitti, başka yerler gösterdiler. Kalabalığın içinde omuzunda torbası, elinde çantası, oradan oraya atılıyor, bineceği arabayı bulamıyordu. Her yere gidiyordu öbür arabalar, bildiği, bilmediği her yere. Nedense, Sazandere arabalarını bilenler azdı, ya da, bilir gözükenlerin verdiği bilgi sağlam çıkmıyordu. Yorgunluktan, durduğu yere çökecek hale gelmişti. Sazandere'ye giden otobüsü iki kez sorduğu yerin önünden geçerken bir daha sordu; "on dakika oluyor, buradan kalktı," dediler.
Ertesi gece otobüsü bir daha kaçırdı. Daha ertesi, daha ertesi gece de. Ancak, kovalamacada ustalaşıyordu, otobüsün artık kaçamayacağı, ister istemez kendisine yakalanacağı belli oluyordu. Gündüzleri denize gitmiyordu şimdi. Nasıl olsa Sazandere'ye varınca bütün gün denizden çıkmayacaktı. Uyuşukluk içinde yatıyordu akşamlara dek, karnını yalancıktan doyuruyor, kitap bile okumuyor, aldığı akşam gazetelerine göz gezdirmeği olsun üşeniyor, onları yatağının altına atıyordu. Denizi unutmanın, otobüsü kaçırmanın tedirginliğini atıp bir oyunu kurallarınca oynamanın keyfîni her akşam biraz daha çok duyarak gidiyordu garaja. Araba artık kaçamazdı. Nitekim öyle oldu Onaltıncı gece Sazandere otobüsünü, bir hayvanı köşeye kıstırır gibi kıstırdı.
Ama bir gece önce, bütün bu çabasını, otobüsü sonunda bulmuş olmanın utkusunu hiçe indiriveren, yok ediveren bir şey olmuştu. Değnekçi onu bir arabanın arkasına çekmişti ."Kardeş," demişti, "gecelerdir geliyorsun, görüyorum. Söylemesem olmayacak. Gerçekte, bu arabalar içinden sekiz tanesi, başka yere giderken, ya da gittikten sonra, Sazandere'ye uğrayabilir, uğrar da. Ancak, sapa yer olduğu için, gerekmedikçe oraya gitmek istemez sürücüler. Fazla para isterler, yolcuyla çekişirler, onu yan yolda indirmeğe kalkarlar. Oralılar zaten hep bir araya gelir, bir otobüse binerler, yola çıktıktan sonra sürücü artık nazlanamaz; ama senin gibi tek yolcuya kimsecikler "gideriz" demez, öyle bilesin bunu. Hani denk gelecek, başka yolcu olacak da... O zaman gidersin belki. Hem gidilecek yer bolluğuna kıran mı girdi?..." Bu sözler, adamın şu andaki bütün sevincini elinden alıyordu, ama ne çıkardı bundan?
Bu gece otobüsü eliyle koymuş gibi bulduğunda, yolcuların gelmiş olduğunu, arabanın hemen kalkacağını söylediler. Bindi. Pırl pırıl, yepyeni bir arabaydı bu. Yolcuların hepsi yerine oturmuş, kimi kıvrılmış uyuyor, kimi uyumağa hazırlanıyordu. Yerine oturmasıyla birlikte motor işledi, gürültünün içinden bir gemi yeğniliğiyle çıktılar. On dakika geçmeden, tek bir ışık damlası bile seçilmeyen kara yolunda gitgide artan bir hızla kayıyorlardı. Uğraşınca, hele hele isteyince, istemesini bilince, pekâlâ oluyormuş dedi adam içinden. Sonra tokat yemiş gibi aydı; bir gece önce değnekçinin söylediklerinden sonra bu düşünce, olsa olsa, güIünçtü, başka her şeyden beride...
Otobüsün ışıklarını çoktan söndürmüşlerdi. Horultular geliyordu her yandan. Kendi de uyuyuverirdi, yorgun varmazdı Sazandere'ye.
Uyandırdılar sonra. Ortalık hâlâ karanlıktı. Otobüs durmuştu Kulak verdi, uyku sersemliği içinde. Denizin sesi işitilmiyordu. "Ne var? diye sordu kendisini uyaran adama. Otobüs yolculukları boyunca motora bakan, gerekirse onaran, yolculara şişe şişe soğuk sular dağıtan, kolonya serpen, delikanlı uykusu durmadan bölündüğünden yüzü şiş, incelikle davranması gerektiğini bildiği halde incelik gömleği genç yontulmamışlığının sertliğine dar gelen sürücü yardımcılarından biriydi bu. "İneceğiniz yere geldik," diyordu. Üstelemedi adam, herkesin kendi işini iyi bilmesi gerektiği yollu iyimser bir güven duygusu içinde, indi; karanlıkta birileri bavulunu eline tutuşturdu. Otobüste kendisinden başka yolcu kalmamıştı zaten, inmiş gitmişti hepsi. Ayağını yere bastığını anlamağa daha vakit bulamadan, otobüsün yoğun bir toz kokusu içinde hızla, yeniliğinin bütün gücüyle uzaklaştığını duydu. Yapayalnızdı karanlığın içinde, besbelli. Adam bekledi Toz genzini yakmaz oldu. Kulak verdi. Denizin sesi gelmiyordu. Burnunu havaya dikti, tuz kokusu da yoktu. Kızmamasına şaştı, şaşmamasına şaştı. Torbasının askısını düzeltti, bir iki adım attı, ayakları kuma gömülür gibi oldu. Gibi değil, kuma gömülüyordu düpedüz. Çantasını yere bıraktı, eğildi; kumla kumu, deniz kumu değildi bu. Un gibi, incecik, bildiği deniz kumlarının hiçbirine benzemeyen bir kumdu. Katıksız sessizlikte, usuna pazar yeri geldi, geldiği gibi de çıktı gitti usundan. Buranın Sazandere olup olmadığını merak etmiyordu. Bu arı sessizlikte deniz, pek uzakta da olsa, işittirirdi kendini. Ses gelmiyordu, deniz yeli gelmiyordu; adam buna da üzülmedi. Hiçbir şey bilmese, yanlış arabaya binmediğini biliyordu. Kaldı ki o sürücü yardımcısına nerede ineceğini daha otobüs binip yerleşirken birkaç kez söylemişti. Bir iki adım daha attı gömüle gömüle. Deniz de umurunda değildi şimdi, Sazandere de. Yalnız merak vardı içinde, yalnız şaşkınlık. Yolcuydu, başına her türlü şey gelebilirdi, hazırdı buna, ama bütün yolcular gibi, gene de, her şeyin yolunda gitmesini, her şeyin ayağına gelmesini, için için beklemişti; gizli, kaçak, saklangan bir duyguydu bu. Deniz buralardan çekilmiş miydi bu yıllar içinde? Rastgele yürümeğe başladı, çantasını ardında bırakıp. Düşünmek de boştu, yük taşımak da. Bir tepeciğe tırmanıyordu şimdi, besbelli. Bir kumula. Torbasını da attı bu ara. Yoksa Sazandere, ya da başka neresiyse burası, gerçekte bir çöl müydü? Güldü. Ama inceden inceden bir tedirginlik de yayılıyordu yüreğinden karnına, kollarına doğru. Biraz daha yürüdü.
Ansızın, ayaklarının altında, çukurda, bir dizi pencere gördü, ışıl ışıl yanan. Oraya doğru indi. Pencereli duvarın köşesini dönünce bir kapı çıktı karşısına. Deniz yeşili bir dizi camın, içeriden gelen güçlü aydınlıkla çerçevesini çizdiği bir kapı. Elini yumdu, parmaklarının orta boğumlarıyla vurdu kapının ortasına. Elini daha kaldırmamıştı ki kapı açıldı.
Çok yaşlı bir adam duruyordu karşısında. Gülümsüyordu. Kendisini tanıyormuş gibi. "Buyurun," dedi titrek sesiyle, "buyurun, biz de merak etmeğe başlamıştık. Buyurun şöyle ocağın başına..."
Adam, "Beklediğiniz birine benzettiniz beni," diyecek oldu, demedi; ansızın, ne denli üşümüş olduğunu farketmişti. Girdi, sevinçle yürüdü kapının karşısındaki ocağa doğru. "Yeriniz ne zamandır sizi bekliyor," diyordu ardından seken gevrek ses, "ne zamandır bekliyoruz sizi, ha bu yıl gelecek aramıza, ha önümüzdeki yıl diyerek..."
Adam ocağın karşısındaki boş yere oturdu, ayaklarını, ellerini yalım yalım yanan ateşe uzattı. Sağına soluna çevirdi sonra başını. İki yanında da kocamış yüzler, çökmüş göğüslere doğru sarkmış kar saçlı kafaların buruş buruş yüzleri, anlamsızca gülümsüyordu, emik avurtları, dişsiz ağızlarıyla; çukura kaçmış dalgın gözleri, adamın gözlerinin içine içine bakar gibiydi.


1968-1972


Bilge Karasu




5 Temmuz 2010

Füsun Akatlı

*




























Bir Usta daha...

21 Şubat 2010

değer

*







yitirmek, ulaşanın ulaşılan değerinin bilincidir.








*
21 şubat 2010