22 Ağustos 2014

‘SONSUZLUĞA...’ ULAŞMA SERÜVENİNDE BİR YOLCU: İLHAN KOMAN / İlhan Koman: A Voyager in an Odyssey “To Infinity...”







İlhan Koman, günümüzün (hem zaman hem de mekânsal bağlamda) evrensel nitelikler taşıyan az sayıdaki dünya sanatçılarından biridir. Sokrates’in öğrencisi Platon’un “idealar dünyası” olarak sözünü ettiği bir kusursuz evrenin sanatçısıdır sanki: Öğrenciliğinden ölümüne kadar olan üretim sürecinde, insanı, doğayı, mimari bilinci, matematik / geometri / fizik olgularını, bilimsel prensipler ve güncel teknolojiyi incelemiş, bu araştırmalarından yola çıkarak ürettiği yapıtlarla ‘özgün sanatçı’ tanımının gerçek bir öznesi olmuştur. Çok farklı malzeme seçimi, bu malzemeyi kullanırken gösterdiği  (Abidin Dino’nun deyişiyle “malzemeye işkence ettiği”) radikal uygulamalar, farklılaşan, çeşitlenen, biricikleşen biçim ve anlatım zenginliği ile karşılaşırız onun yapıtlarına bakarken. Yaşı ilerledikçe dünyaya ilişkin ilgisi ve biçem dili gençleşen, yapıtlarıyla oyun oynuyormuş izlenimi verirken izleyici yakalayan, şaşırtıcı, çarpıcı ve düşünerek anlamaya çağıran bir sanat anlayışının temsilcisidir Koman. Titizlikle hesaplanmış kompozisyonlarında, uzam bilincini, kütle dağılımı ve plastik dengeyi, dokuyu, değişken ve devingenlerin sistemini buluruz dikkatle bakarsak. Heykel sanatının temel ögeleri konusunda adeta bir ders niteliği taşıyan tasarımları, tüm bilimsel kurgularına rağmen deneysel bir öngörüyle de yoğrulmuştur. Koman için malzeme, yapıtın anlam bütünlüğünün bir parçasıdır. Sanatçı her malzemenin kendine özgü karakterini ortaya çıkarmak için onun sınırlarını zorlar, bu sınırları yapıtına aktarmaya çalışır. Maddenin ve doğanın içindeki sonsuz olasılığın ve devinimin kendine özgü dile getirilmiş prototipleridir bu çalışmalar. 1956-1965 arası on yıllık demir çağının ürünleri bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle boşluğu parçalar. Kilden oluşturduğu yapıtlar için dönmek, eğilip bükülmek, durmaktan daha kolaydır sanki. 70’lerden itibaren İlhan Koman, sanata sezgi ve yaratıcılığa yer bırakan, sistemli bir araştırma olarak bakmaya başlar. Doğanın uzay boşluğunu nasıl yonttuğunu, yüzeylerin ve biçimlerin sırrını araştırırken, kendisiyle aynı gizemin peşindeki başka bilgelerle, matematikçilerle ortaklığa girer. Sanatçı, evrenin şiirsel düzeni ve matematiğin gizemi arasında bir bağlantı kurmuş olmalıdır. Onun, 70’lerden itibaren yarattığı eserler, geometrik birer soyutlama olarak şiir, akıl ve matematiğin birleştiği bir düzeyin tasarımlarıdır. İlhan Koman’ın idea ve gerçeklik tanımları, sanatın, bilimin, yaratıcılığın ve keşfin iç içe geçtiği bir evrende olgunlaşır. 1975-1985 yılları arasında ahşap, metal ve sentetik malzemelerden ürettiği yapıtlar yerçekimine meydan okuyarak yükselir. Rotor’larını rüzgârı yontarak yapmış, doğanın gücünü malzeme olarak kullanmıştır. Onun yarattığı şiirsel biçimlerde yerçekimi, esneklik, denge ve devinimi doğanın bildiğimiz sınırlarını zorlayacak biçimde kullanılmıştır. Bu yepyeni ve güzel biçimlerin, bilimsel dünyada ait oldukları bir yerleri, bir gerçeklikleri vardır. Her biri mühendislikte, mimaride ya da fizikte sorulmuş bir sorunun yanıtı gibidir. Ünlü bir kuramsal fizikçi, İlhan Koman’ın keşfi olan hiperformları gördüğünde, bu formların o güne kadar çözülememiş olan kristallerin yapısıyla ilgili gizeme ışık tutacağını söylemiştir. Koman’ın üstünde çalıştığı esnek çok-yüzlüler kapandıklarında iki boyuta inen nesnelerdir. Bu özellikleriyle onlar, hava ve uzay araçlarında ya da geleceğin uzay yapılarında işlevsel olabilecek birer buluştur. Komanrotoru adıyla anılan, rüzgârın gücüne göre yüzeylerini ve dolayısıyla hızlarını ayarlayabilen tasarımların, 1970’lerde yoğunlaşan alternatif enerji arayışlarına katkısı olmuştur.
Kimi zaman izleyici de malzeme kadar yapıtın ve devinimin bir parçasını paylaşır; Derviş (1975) ve Yuvarlanan Kadın (1983) gibi yapıtlarda, devinimi başlatan izleyicinin doğrudan katılımıdır. Sonsuzluk Eksi Bir türevlerinde, Sonsuz Sütun’da, Hiperformlarda devinim izleyicinin imgeleminde süreklilik kazanır, form sonsuzluğa uzanır.
1970’lerin sonunda başladığı Sonsuzluk Eksi Bir serisi onun hep ilgilendiği bu konuların en iyi yansımalarını ortaya çıkarmıştır. Sonsuzluk Eksi Bir serisi, burada kendi çiziminde gördüğümüz





birim ögeyi temel alan, yinelenerek farklı biçimler oluşturan bir türevler grubudur. Edirne’de çocukluğunda yaptığı uçurtma kuyruklarını andırdığı yakıştırması atfedilebilecek, belki de bu yalın “çocuksu” düşünceden yola çıkarak, sonsuzluk kavramını biçimlendirme olanaklılığının anahtarını stilize ettiği söylenebilecek bir form. Her yapıtta kavramın farklı bir türevinin sunulmasıyla oluşan seri karşımıza üç boyutlu olarak çıkar. Bu süreçte Koman, alüminyum, ahşap ve paslanmaz çelikten modeller üretmiş, hatta İsveç’te Huddinge Hastanesi için anıtsal boyutta yapacağı bir uygulamada çelik kullanmayı denediğinde çeliğin bu boyutlara uygun olmadığını gözlemlemiş, “Keşke titanyumdan yapabilseydik” demiştir. Kullanılan malzemelerin doğasıyla fikirlerinin tamamına yer açabilmek için gerekli esnekliği elde etmek ister. Günümüzde, yapıtlarının tasarım yapısını vurgulamak, dönüş ve dalga sayısını göstermek için bir yüzeyi farklı renk ve tonda olacak biçimde serinin yeniden titanyumdan üretilmesine girişilmiştir.
Koman, formların ardındaki evrensel düzeni sezgiyle kavrar ve bu düzen içinde keşifler yapar. Hiperformlar, Moebius bandı, Sonsuzluk Eksi Bir türevleri, 1975-86 yılları arasında yaptığı her tasarım, doğadan soyutlanmış tek bir ‘inşa ilkesi’nin farklı sunumlarıdır. Söz konusu ilke, temellerini bin yıllar önce bulan ‘Altın Oran’ yani form estetiğinin ardındaki sayısal düzendir. Bu düzenin fraktal kökeni ‘altın spiral’ her yerdedir. Evren onu izleyerek uzanır. Koman’ın eserleri işte bu fraktal biçimin öznel yorumlarıdır. Onlar sanki insan eliyle  yapılmamış, bir rastlantı sonucu keşfedilmiş gizemli varlıklardır. Evrenin kodlarını taşıyan, uygarlığın temelini oluşturan ‘idea’lar gibi.
İsveç Parlamentosu’ndaki Kraliyet Arması rölyefini tasarlamış ve arkasına bir not bırakmıştır: “Hayatın bir cilvesi, sizin devletin alamet-i farikasını da bir kara kafalı yaptı”. Irkçılığın çirkin yüzünü görmüş, kendi yaşamını tarihsel gelenekten, siyasi ve kültürel otoritelerden korumak için savaşmış, evrensel bir sanatçı olarak varolmuştur.
Koman’a göre insan her şeyin ölçüsü olduğu zaman kent, içinde yaşamaya değer bir yer olacaktır. Bu düşüncede soyutlama, insanı ve mekânı hedef alır, onları tarihin içindeki geçici kimliklerinden sıyırır, sonsuzluğun içine bırakır. Amacı, insanlara yaratıcı, öznel bir bakış açısı kazandırmak, içinde yaşadıkları koşulların tek ve mutlak olmadığını hatırlatmaktır. Sanatçı, insana özgürlüğünü ve gücünü geri verecek, taptaze bir gerçeklik düzlemi yaratmak adına çalışmalıdır. İlhan Koman ve arkadaşlarının 1955'te kuracakları Türk Groupe Espace'ı da bu uluslararası örgütlenmenin bir parçası olarak, bu amaçlar doğrultusunda etkinlik göstermiştir.
İlhan Koman’ın kimi yapıtlarına bakan insan ‘bengi dönüş’ün bir imgesiyle karşılaşır. Önyargılarından, öğretilmiş inançlarından ve değerlerinden soyunur, özgürleşir. Çalışmalarını anlatan bir yazısında “Bir nesnenin sanat olması için, has, öz, gerçek olması gerekir. Sanatta tek ölçü budur. Sanatın kopya, özenti, taklit olmayan, kendi kendine bir olay olması gerekir. Bu, küçük veya büyük de olur, obje de eşya da olur, figüratif veya non-figüratif de olur. Bütün sorun tek ve gerçek olmasıdır... Bir de Racine’in sanatı tarifi vardır: Sanat, hiçbir şeyden bir şey yapmaktır. Ben bazen çalışmamdan memnun olmayınca, kendi kendime küfür ve alayla Racine’in lafını tersyüz edip, şimdi bir şeyden hiçbir şey yaptın be mübarek adam, derim. Aslında sanat, bence insanın bilinmeyene doğru çıktığı bir serüvendir. Sanatçı, devamlı kendisini yenileyebilmelidir” demiştir.




İlhan Koman  (Edirne 1921 - Stockholm 1986)
1940’de İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin (İDGSA) resim bölümüne girdikten bir yıl sonra heykel bölümüne geçerek Prof. Rudolph Belling’in öğrencisi oldu. Mezun olduktan sonra 1947’de devlet bursuyla gittiği Paris’te çalışmalarını l’Académie Julian ve l’École du Louvre’de (1947-1951) sürdürdü, ilk kişisel sergisini yine burada açtı. İlk demir heykellerini 1951-1958 arasında İDGSA’da asistanlık yaptığı yıllarda üretti. Aynı yıllarda Şadi Çalık, Sadi Öziş ve Mazhar Süleymangil ile birlikte “Kare Metal”i kurdu. 1955 yılında André Bloc’un “Groupe Espace 1951” manifestosuna katılarak Hadi Bara ve Tarık Carım ile birlikte Türk “Grup Espace”ını kurdu. 1957’de EXPO Fuarı’ndaki Türkiye Pavyonu’nda heykel yapmak üzere aldığı çağrı üzerine Brüksel’e gitti. 1958’de İsveç’e yerleşti. İsveç Uygulamalı Güzel Sanatlar Akademisi Konstfackskolan’da öğretim üyeliği görevini 1986 yılına dek sürdürdü. 1965’de iki direkli bir Baltık ticaret ve kargo gemisi olan M/S Hulda’yı alarak 1905 yapımı bu yelkenli gemiyi evi ve atölyesi olarak restore etti, 1986 yılında ölümüne dek Drottningholm’da bu gemide yaşadı ve üretti. Son döneme ait çalışmalarının çoğunluğu, anıtsal ölçekte gerçekleştirilmek üzere hazırladığı projelerinden oluşmaktadır; bu çalışmalardan bir bölümü İsveç Patent Bürosu tarafından tescil edilmiştir.
Türkiye’de özellikle Anıtkabir Rölyefleri, Akdeniz Heykeli, çeşitli bronz ve demir yapıtlarıyla tanınır. Yenilikçi malzeme ve yöntemin araştırılmasına dayanan yapıtlarından bazıları, Moderna Museet (Stockholm), Musée d'Art Moderne de la Ville de Paris (Paris), Museo J. Battle (Montevideo), Museum of Modern Art/MoMA (New York), Devlet Resim ve Heykel Müzesi (İstanbul), Palais des beaux-arts de Bruxelles, Seattle Art Museum (Seattle), santralistanbul (İstanbul), Boğaziçi Üniversitesi Kuzey Kampüsü (İstanbul) gibi önemli müze ve kurumların koleksiyonlarında bulunmaktadır.






                                                                                                     

İlhan Koman: A Voyager in an Odyssey “To Infinity...”




İlhan Koman is one of today’s rare world artists that bear universal value (in terms of both space and time). He seems to be an artist from the perfect world which Plato, the student of Socrates, has depicted as the "world of ideas": In the course of his production, from his student years to his death, he studied the people, the nature, the architectural consciousness, the mathematical /geometrical/physical phenomena, as well as the scientific principles and the current technologies. The works that he produced from these studies have made him an epitome of that which defines the "genuine artist". His work communicates to us his choice of diversified materials, the radical practices that he has exploited by manipulating (in Abidin Dino's words, "by tormenting") the material, and a dissociated, diversified, singularized wealth of forms and narratives. Koman is the representative of an artistic understanding in which his curiosity in the world and his formal language grow younger as his age grows older, which captures the viewer with a playful impression, which invites the viewer to an understanding through bewilderment, intensity and thought. If we look carefully we will identify, in his scrupulously calculated compositions, an awareness about space, a distribution of masses, a plastic equilibrium, a fabric, and a system of the variable and the dynamic. His designs, which bear the quality of a lecture on the basics of the art of sculpture, are, as well, wrought by an experimental vision in spite of their scientific construct. Material is part of the work’s contextual integrity in Koman.  He has always challenged the limits of the material to reveal its unique properties and sought to translate these limits into his work. These works are the prototypes of the endless possibilities and of the dynamics expressed in their distinctive language. The products of his 10-year iron period from 1956 to 1965 dissociate space with a persistent energy. His clay works seem to find it easier to whirl, to bend and to twirl than to stand still. In the 70s İlhan Koman began to regards art as a systematic form of research that leaves room for intuition and creativity. While researching on how nature has sculpted space, on the secrets of planes and forms, he began collaborating with other scholars, with mathematicians who seek to unravel the same kind of mysteries. The artist has, without doubt, built a connection between the poetic scheme of the universe and the mystery of mathematics. The works which he created after the 70s are the designs of a level where poetry, reason and mathematics coalesce as geometrical abstractions. İlhan Koman’s definitions of idea and reality mature in a universe where art, science, creativity and innovation intertwine. The works he produced between 1975 and 1985 using wood, metal and synthetic materials stand tall in defiance of gravity. He sculpted the wind to build his Rotors, he used the power of nature as material. His poetic forms use gravity, flexibility, equilibrium and motion to challenge the known limits of nature. These all-new and spectacular forms each have a reality and a place in the world of science. Each seem to be the answer to a question in engineering, in architecture or in physics. Seeing İlhan Koman’s innovative hyperforms, a renowned theoretical physicist had said that these forms would shed light on the structure of the crystals –an enigma unsolved at the time. The flexible hyperforms that he produced are reduced to two-dimensional objects when folded. This property makes them each an invention that can be exploited in air and space vehicles, or in the space structures of the future. His so-called Komansrotor designs whose planes, hence speed, adjust to the force of the wind have contributed to the search for alternative energies that had intensified in the 70s.  

In some cases the viewer becomes as much a part of the work and its movement as the material itself, and it is the direct participation of the viewer that triggers the movement of the work, as is in the Dervish (1975), and the Rolling Lady (1983). The movement extends in the imagination of the viewer and the form continues into infinity in the Infinity Minus One derivatives, in the Endless Column, or in the Hyperforms.

The Infinity Minus One series which he began in the late 70s best reflect these topics that he dealt with. The Infinity Minus One series is a group of derivatives which bases on the elemental unit shown here in his own drawing,







and which creates new forms through reiteration. Setting out, perhaps, from a simple ‘youthful’ thought that can be attributed to an association with the tails of the kites that he had made in Edirne in his childhood years, this is a form that can be said to stylize the key to the possibility of shaping the notion of infinity. Created by presenting a different derivative of the same concept in every work, we see a three-dimensional series. In this process Koman produced models using aluminum, wood, and stainless steel, and in fact, when he attempted to use steel in the production of a monumental-scale version for the Huddinge Hospital in Sweden, finding that steel was inadequate for such large-scale implementation, he exclaimed: “If we could only produce this in titanium.” His desire was to exploit the nature of the material to achieve the flexibility he needed to make room for all his ideas. Today, the series is being re-produced in titanium, using different colors and shades on the surfaces, accentuating the structure of the design and showing the number of turns and waves.

Koman intuitively apprehends the universal order behind forms and makes discoveries in harmony with this order. The Hyperforms, the Moebius Band, the Infinity Minus One derivatives –every design that he created from 1975 until 1986 are the different presentations of a single ‘structural principle’ that has been abstracted from nature. This principle is the ‘Golden Ratio’ that finds its roots dating back thousands of years, in other words, it is the quantitative order underlying formal aesthetics. The fractal root of this order, the ‘Golden Spiral’ is everywhere. It is by which the universe extends. Koman’s works are the subjective interpretations of this very fractal form. In a manner they are not artifacts but mysterious beings fortuitously discovered. Like ‘idea’s that bear the coding of the universe, that constitute the foundation of civilization.

He prepared the Coat of Arms for the Swedish Parliament and put a small note on its backside: “A twist of life. Your countries insignia was made by a dark-head” He saw the ugly face of racism, he fought to protect his personal life from historical tradition, political and cultural authorities, and existed a universal artist.

For Koman, the city would be worth living in when people become the measure. The abstraction in this aims at man and space, strips off their temporary identities within history, and places them into infinity. Its purpose is to give people a creative, subjective viewpoint, to remind them that the conditions they live in are not one and absolute. The artist must work to create a fresh plane of reality that will give back man’s freedom and power. The Turkish Groupe Espace which İlhan Koman and his friends founded in 1955 acted in this vision as part of the international organization.

Viewers looking at İlhan Koman’s certain works will see the image of the ‘eternal return’. They will strip-off and liberate themselves of their preconceptions, taught beliefs and values. In a text where he explained about his work he wrote: “For an object to be art, it has to be pure, genuine, and real. This is the only measure of art. Art must be an event on its own, and not a replica, nor a pretense, or an imitation. It can be small or big, it can be an object or an item, it can be figurative or non-figurative. The only issue is that it must be one and true... Then, there is Racine’s description of art: Art is to make something out of nothing. Sometimes when I’m not happy with my work I curse to myself, I mock myself, then turn Racine’s words around and say to myself, ‘there, you good man, you made nothing out of something’. Indeed, to me, art is man’s quest into the unknown. The artist must be able to continually renew himself.”



İlhan Koman (Edirne 1921 – Stockholm 1986)

İlhan Koman entered the İstanbul Academy of Fine Arts in 1940; after studying painting for a year he transferred to the sculpture department and studied with Prof. Rudoph Belling. After his graduation he received a state scholarship and went to Paris in 1947 where he worked in l’Académie Julian and l’École du Louvre, and opened his first solo exhibition (1947-51). He produced his first iron works in İstanbul between 1951 and 1958 at the Academy’s sculpture department and workshop of which he was the co-founding instructor. In the same years he started the furniture company “Kare Metal” together with Şadi Çalık, Sadi Öziş, and Mazhar Süleymangil. In 1955 he joined André Bloc’s “Groupe Espace 1951” and declared the Turkish “Groupe  Espace” together with Hadi Bara and Tarık Carım. In 1957 he was invited to the Brussels World Fair to represent Turkey. In 1958 he moved to Stockholm where he took a professorship at the Swedish School of Arts Crafts and Design, Konstfackskolan, and lived here until his death in 1986. In 1965 he bought the two-mast Baltic schooner and cargo ship M/S Hulda and made this 1905-made sailing ship into his home. M/S Hulda was to be his home and workshop until his death. His latest work mostly consists of project design to be actualized in large-scale. Some of these projects are registered with the Swedish patent Office.

In Turkey he is best known for his relief at Atatürk’s Mausoleum, and various bronze and iron works. His works that span a wide range of innovative materials and methodologies are presently found in the collections of Moderna Museet, Stockholm; Musée d'Art Moderne de la Ville de Paris; Museo J. Battle, Montevideo; Museum of Modern Art (MoMA), New York; National Museum for Painting and Sculpture, İstanbul; Palais des Beaux-Arts (BOZAR), Brussels; Seattle Art Museum, Seattle; santralistanbul and Boğaziçi University, Istanbul.



(Translation: Mine Şengel)















Yıldırım Arıcı

8 Haziran 2014

7 Haziran 2014

ÖLÜ ÇOCUKLARA ŞARKILAR






                                                                                              "Müzik setini Trinité Kilisesi'nin tam önünde                                                                                                                                        bulmuştuk. Benim oda, Rue Pigalle, 
                                                                                                Square La Bruyére, ilk sağ binanın 6. katındaydı."





- Bu akşam müthiş bir konser var: Dietrich Fischer-Dieskau solist.
- Ha, neredeymiş?
- Opera'da, eski Opera Konser Salonu'nda, büyük orkestra filan, hepsi... Pariscope'da gördüm.
- Ooo, yer yoktur, olsa kaç yazar? Bilet alacak paran mı var?
- Hımm, yok tabii, yok da, acaba diyorum, biz eskiden konser salonlarına öyle kapıdan kalabalığa karışıp giriverirdik içeri, sonra da içeride boş bulduğumuz koltuğa otururduk. Hani diyorum, burada denesem ne olur?
- E, zor biraz. Öğrenci konseri mi bu? Kaçaymış biletler?
- 60'tan başlıyor.
- Ha ha hah! yedi frank bulsak bir paket tütün alırdık diye hayal kurarken...
- Ya da Forêt-Noire! Mmm, çok acıktım. Ne yapsak?
- Güldürme beni, sanki çok seçeneğimiz var da!
- Makarna diyorsun!
- Eh yani! Patates tatlısı yapma da, ben razıyım makarnaya.
- O bir denemeydi, niye bu kadar alay ediyorsun anlamıyorum.
-Ederim tabii, bir tomar kesme şekerle haşlanmış patatesi ezip karıştırmak ne türlü bir deney oluyor? Patatesleri de çöpe gitti bu yüzden.
- Bak sana söyledim; çocukluğumda tatlı patates diye bir şey yerdik, yerelması gibiydi.
- Bırak şimdi, hadi makarna suyu koy, yemek yeyip dışarı çıkalım biraz.
- Tamam, ama ben akşam konsere biletsiz girmeği deneyeceğim.
-Dene de gör...
- Nasıl makarna istiyorsun?
- Neyimiz var?
- Fiyonk.
-Yanına sos yapacak?
- Burda biraz soğan, zeytin, kekik filan var sadece. Peynirimiz bitmiş.
- İyi işte; Akdeniz usulü olsun, daha ne?




                                                                                                            *



- Ne oldu? Çabuk döndün, betin benzin atmış?
- Of, sorma, fena rezil oldum.
- Hah haay!
- Gülme!
- Otur şuraya da anlat.
- Ben demiştim deme!
- Demiştim ya neyse, sen anlat; düşündüğüm şey mi oldu?
- Daha kötüsü, her ne düşündüysen. Gülme diyorum!
- !
- Atladım metroya gittim. Yukarı çıktığımda hava kararmıştı çoktan. Opera binasının etrafında dolandım durdum. Çok aramadım ama bilet filan satılmıyordu zaten. Konserin başlamasına yirmi dakika gibi bir süre kala, yan tarafında gözüme kestirdiğim kapıdan girmeğe karar verdim içeri. Önümde sadece pek yüksek olmayan sarı prinç bariyerler vardı. Atlarım dedim üstünden, ne olacak ki? Hepsi birbirine takılıymış, bir sallandı atlarken; çan çan zangırdadı. Tam kapıdan giriyordum, iki izbandut görevli -nereden çıktıklarını bile anlamadım- koştu geldi "Oop, mösyö, nereye?" diye, koluma girip kaldırdılar havaya beni çocuk gibi, yan sokağa kadar götürüp bıraktılar kaldırıma "hadi, yaylan buradan" diye...
- Hah hah hah ha, bırak da güleyim istediğim gibi...
- İyi iyi, gül! Sonra eve dönerken ben de çok güldüm kendi kendime metroda, millet genç yaşta üşütmüş diye acıyarak baktı. Şimdi pek gülesim kalmadı ya... Düşündükçe sinirleniyorum; her an, her gün, her yerde, çok önemli şeyler oluyor ve biz bütün bunların ortasında, bu şehirde olan biten herşeyin farkındayken, neredeyse açlıktan geberiyoruz. Beynimiz her gün düz makarna yemekten dumura uğrayacak yakında.
- Eeh, hep derler ya; bu şehrin bir diyeti var, onu kesiyoruz epeydir, bir süre daha böyle takılmak, bu zamanları atlatmak zorundayız. Yenilgiyi kabullenip eve dönmektense...
- Pas question!
- Öyle, onun için boş ver, sıkma canını -dişini sık yerine- doğru dürüst yemek yiyeceğimiz, konsere, sinemaya gideceğimiz zamanlar da gelecek. Sen okula asıl şimdi; başarısız olursak, işte o zaman 'dış kapı' önüne koyarlar bizi!
- Evet, haklısın.
- Hadi gel, tıkılıp kalmayalım bu yamuk odaya, benim de içim sıkıldı zaten okumaktan burada. Müziğimiz bile yok. Çıkıp yürüyelim, bir ayaküstü espresso içelim, ha ne dersin? Benden.
- Peki tamam, dur bir yüzümü yıkayıp kendime geleyim önce.



                                                                                                              *



- "La Bruyère" ne demek, hiç merak ettin mi?
- Hım, bakmıştım evet; funda, yabanmersini türevi bitki. Calluna Vulgaris...
- Ha, bir de 'latincesi' diyorsun, ansiklopedi mi yuttun  bu ara?
- Yok canım, geçenlerde bakmıştım, "Vulgaris" lafına takılmışım, aklımda kalmış işte. Ama Square La Bruyère adı bitkiden mi geliyor, emin değilim.
- Ne tarafa gidelim, yukarı Pigalle'e mi çıkalım, yoksa...
- Yok ya, şimdi orası çok kuru kalabalıktır, sakin sakin aşağı, Seine kıyısına doğru...
- Öff, doğru evet; Japonlarla Amerikalılar basmıştır bu saatte orayı.

..........

- Bir romanın ilk cümlesi önemlidir diyorum sana, gerçi bu “kitap” bir “roman” değil. Olsun, herhangi bir metnin “ilk cümlesi” önemlidir. “İlk adım” gibi…
- İlk cümle takıntısı, Miguel de Unamuno'dan Marcel Proust'a, hatta günümüz romancılarına değin geliyor gördüğüm kadarıyla, bizimkilerden birinin bir romanı da bu 'takıntı' üstüne tartışmayla başlıyordu yanılmıyorsam.
- Ama bir yanılsama bu. Çünkü bu cümlelerin hiç biri “ilk” değil…
- Ne demek istiyorsun bununla?
- Foucault'yu kastediyorum, sö...
- Bırak şimdi arkadaşım; Foucault üzerine konuşma!
- Hah  ha ha haa... Of ya, çatlatıcaz!
- Şşt, baksan a, o ne oradaki?
- Ney ne?
- Kilisenin orada, bahçe önündekini diyorum, gördün mü?
- Aa, dolap mı?
- Gel bakalım.
- Dolapsa çok işe yarar.
- Gel gel, koş!
- Vaaay!
- Evet, vay canına! Dolap ama müzik dolabı!
- Hadi canım, bozuktur.
- Bozuk olsa n'olur? Şuna bak; güzelim cilasına bak!
- Atmışlar'ın müzik seti, dolabı... Bakayım, iki tarafında 'speaker'ları da var.
- Bak, kapağı kaldırınca çıkana; üstü  pikap-radyo, içinde anfisi vardır ortak, kesin lambalı anfidir.
- Sapasağlam görünüyor.
- Elektrik kablosu güzelce sarılıp toplanmış, bence çalışır bu, tertemiz görünüyor. Biri alıp kullansın diye...
- Alalım.
- Alalım tabii de...
- Ağır mıdır diyorsun?
- Eşek ölüsü gibidir bu, tut bakayım ucundan bir kaldırıp bakalım.
- Hoh!
- Uff! En az elli kilo...
- Fazladır bence.
- N'apalım, kaçsa kaç! Tut, yavaş yavaş götürürüz senin odaya.
- Oraya kadar düz yol da, hadi diyelim götürdük yavaş yavaş, dura kalka. Sonra n'olucak? Altı kat nasıl çıkaracağız servis merdiveninden?
- Gençsin, güçlüsün, kasların makarnayla gelişmiş, ne var yani?
- Of ya, bırakılmaz zaten.
- Deli misin, Aziz Trinité'nin biz fakirlere bir mucizesi bu!
- En az iki yüz elli-üç yüz metre var evin oraya.
- Hadi, tek başımıza olsak yapacak bir şey olmazdı, ama iki kişiyiz.
- Of tamam , haaaydi, kaldır!
- Bak ileride çok güleceğiz buna, amma şanslı adamsın; evde müzik yok diyordun biraz önce.
- Çalışırsa!
- Çalışır, çalışır, bozuksa tamir ederiz.
- Nasıl tamir ederiz? Sen ne anlarsın? Ben ne anlarım elektronikten?
- Ne elektroniği ya, olsa olsa kablosu filan kopuktur, anfi çalışıyorsa sorun yok.
- Anfiyi diyorum, lambası mambası yanıksa?
- Hele bir eve kadar gidelim, sonra düşünürüz. En kötü olasılıkla, mobilya olarak kullanırsın.



                                                                                                                *



- Ohh! Öldük!
- Bu merdiven bitirdi bizi.
- Kapa kapa, kapıyı kapa, görmesin kimse.
- Bana bak çok komik; oda dar diyordun, şimdi hiç yer kalmadı!
- Ah ellerim kopmuş, kolumu kaldıramıyorum.
- Benim de, çok susadım, yerden kalkıp su içecek halim yok.
- Bi kahve içelim diye çıktık, halimize bak!
- Oo, tansiyonum düştü!
- Uzandığın yerde kal, kıpırdama!
- Mmm!
- Al, su iç!
- Sağol...

...........


- Şunu biraz daha köşeye itelim, bir yardım et.
- Tamam da, priz neredeydi?
- Bu tarafta, onun için diyorum biraz çekmemiz lazım bu tarafa.
- Senin yatağı öbür tara kaydıralım önce, baksan a; yapıştı!
- Hadi, hoop!
- Şimdi de bunu...
- Hiç fena olmadı, odaya klas geldi birden!
- Dur bakalım hele, bir de bunu prize takarsak göreceğiz klası mılası.
- Ben takmam, patlar çatlar bu, yangın çıkarmayalım?
- Ben takarım, sen bir dur, neredeydi bu?
- Arkasında kaldı.
- Gördüm, takıyorum! Bir şey olursa hemen çekerim fişi, kaygılanma.
- ! Işığı yandı radyonun! Lambaları ısınıyor galiba, .... ses geliyor!
- !

"czzczczzzzzizzzzzızzzzjsssz................au contraire, l’Orchestre Philharmonique peut aborder tous les répertoires du XVIIIème siècle à nos jours, alors ce soir vous allez écouter en direct de l'opéra de Paris, l'Orchestre philharmonique de Radio France dirigé par Pierre Boulez, baryton Dietrich Fischer-Dieskau interpréta Kindertotenlieder (1901-1904): chant des enfants morts, immersion grave et pudique dans l’affliction la plus désenchantée et pourtant digne. Kindertotenlieder est l’un des plus bouleversants témoignages de Gustav Mahler:
1. Nun will die sonn’so hell aufgehn (le soleil va maintenant se lever radieux)
2. Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Enfin je comprends pourquoi de si sombres flammes jaillissaient de vos yeux)
3. Wenn dein M¨tterlein (Lorsque ta petite mère rentre dans ta chambre)
4. Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Je me dis souvent qu’ils n’ont fait que sortir)
5. In diesem wetter, in diesem braus (Par ce temps, dans cette tourmente).............."






                                                                                                    ***

 





                                                                                                     
































Özgür Uçkan'a 
yılların dostluğuyla

Yıldırım Arıcı
6 Haziran 2014
Klazomenai,

26 Mayıs 2014

ELTON JOHN’UN GÖZLÜKLERİ










                 Sandığın ağır dinginliği, eğer kapağını açarsam dışarı kaçışmağa yeltenecek çeşit çeşit deniz böcekleri, çingene pavuryaları, yengeç, çalpara, kerevet, istakoz, şahin karidesleri, karabiga ya da zağana türevleriyle karışık -benzetmiş gibi olmayayım- ayaklanma başlatmış yeniçeriler gibi, dükkânı istilâya girişecek bir gücü bastırıyor duygusu veriyordu. Duruşu öyleydi diyebilirim; kimi çağrışımlar akılcı açıklamalar arkasında saklanamaz. “Ne var bunda, içinde?” diye sordum. Şehmuz, burnunun ucuna düşmüş yarım gözlüğünü orta parmağıyla düzeltirken hin hin gülümsedi. “Elton John’un gözlükleri! Film setinden çalınmış!”
                 Hiç beklemiyordum ya doğrusu; bir yığın anı kırığı beynimin kovuklarından çıkıp göz sinirlerimin üstünde zıplamağa başladılar. “He... nasıl yani?”  Bir sürü imge...“ Ciddi misin? Bırak şimdi şaka yapmayı.” Birden gülüşünü donduruyor “Yo, hakkat dedim; yetmişlerde oynadığı bir filmdenmiş.” Pinball Wizard, Tommy filminden fırlayıp sayı yapmağa girişti önümdeki loşlukta. Ses kesik kesik. Tam çıkaramadım parçayı.
                 Eskicilerde, sahaflarda aradığım hep bir gözbağı, bir yanılsama,   yanılsatma değil miydi kendime? Şehmuz’un Yeri'nde bundan bol bol var. Ne ki, nesneler ile düzenleri, aslında hiç de farklı değil benzeşlerinden. Bunları çok başkaymış, sanki gizemliymiş gibi algılatan Şehmuz’un kendisi bence. “Aç da bakayım.” Kolumdan tutup kilimli sedire oturtturdu “Hele bir çay içelim, bakarsın bir yandan.”
                Göz bağlansa da burun boş durmuyor; beklemiş arap sabunu mu desem, kalaycı kükürtü mü, hızar tozu mu? Birbirine girmiş  molekülleri tek tek ayırmağa kalksam simyager kesilirdim. Şu küçücük dükkânda zaman bir tuhaf kokuyor. Eski kitaplar da cabası.
                Çay söylüyor kapıya çıkıp bağırarak Şehmuz. Bir gözüm sandıkta ya, rafları, dolap gözlerini de tarıyorum bir yandan. Çay içmem diyemedim. Hiç yapmadığım şeyleri yapmaya gönül erdirmeği böyle günlere yakıştırırım. Ses sinyali düzeliyor, parçayı çalmaya başlıyorum içimdeki pikapta. Devri bozuk da olsa, olsun. Görüntü seçenekleri içinde Atlantic Records logosu, yetmişlerin formika kaplı müzik dolabı, sepya pinball ışıkları, sağından solundan tokat yiyen bir kurşun top, fırıl fırıl dönen sayılar... Pikap  iğnesi gözlük camlarını çizerken kolu tutup kaldırıyorum; parça bir 'cızt'la kesilip, görünmez bir duvara çarpmışcasına sırça sırça dökülüyor yere. Toplamaya girişiyorum; gözlükler dev çizmeli şarkıcının da, oyun ustası kör kimdi? Aslında o da şarkıcıydı. Who. Bu bir soru mu? Hayır, grubun adı. Hah hah, çok komik! Roger Daltrey. Evet, beni görebiliyor musun? Beni duyabiliyor musun?
                 "Soğutma" diye sesleniyor dükkânın öbür ucundan Şehmuz. Çaylar gelmiş. Sandığı eşelemeği bırakıp yanına gidiyorum. Höpürdeterek -ona eşlik olsun diye- içerken dayanamayıp soruyorum "Ya Şehmuz, bırak hakkaten şakayı; nereden topladın bunca gözlüğü?" "Yahu yemin billah ediyorum, bir tanışım film setinden araklamış çoğunu, ben de tabii, sonradan bulduklarımı kattım içine, karışık yani. Ama bak, hepsi dönem." "Hadi canım, şimdi adamın çizmeleri de var diye başka bir sandık açarsın sen, ne yamansın!" "Müşteriye aradığını değil, ummadığını vermek benim işim. Aradığını değil, sürpirizi bulacaksın bizde, farkımız o diğerlerinden." "Farklı olan sensin, onun için hep buraya geliyorum ya" diyorum. Son yudumunu alıp sırıtıyor sarı-kahverengi, koyu akik bıyıklarının altından. "Sen beni dinle, herkese göstermem, içinden beğendiklerini al bak, başka nerde çıkar hayatında karşına, rüyasını dahi göremezsin valla."
                 En az bir saat daha oyalanıyorum bu 'zaman deposu'nda, üstelik arada bu kez birer sade kahve bile içiyoruz. Yanında Şehmuz'un sardığı Bitlis tütününü kaçırıp da içime çok çekince çarpılıyorum; fırıl fırıl dönüyor zaman tüneli. Nesneler havaya savrulup uçuşuyorlar. Girdap içinde kaybolmadan yakaladıklarımı tutup tutup Şehmuz'un önüne koyuyorum:
               
                 Bir adet kırk beşlik
                 (Charles Aznavour - Désormais, Barclay Records)
                 İki adet otuz üçlük
                 (Steve Harley and Cockney Rebel - Timeles Flight, EMI Records),            
                 (E.E. Cummings Reads His Poetry, Caedmon Records)
                 Bir adet röntgen cihazı tüpü
                 (cam, vakumlu, sedef alacalı vazo biçiminde)
                 Bir adet noter numaratörü
                 (belge numaralamak için, paslanmaz alaşımdan mekanik düzenek)
                 Üç adet kitap
                 (Zıp Zıp Dergisi, 1'den 54'de kadar, deri ciltli)
                 (Marcel Marceau, Les Rêveries De Bip, Collection Petite Sirène)
                 (Salâh Birsel, Sen Beni Sev, Yeditepe Yayınları)
                 Bir adet gözlük
                 (Elton John'un! Tommy filminden! düz camlı, devasa kırmızı plastik çerçeveli)

       -Ben gideyim artık, ne etti borcum?
       -Gönlünden kopan...


              Çok değil birkaç yıl sonra, "Şehmuz'un Yeri"nin de içinde bulunduğu bitpazarı bölgesinin dümdüz edildiğini, yerine çıban gibi kabarıp büyüyecek kilim desenli sitelerin çukurunu kazan iş makinelerine bakarken, yol kenarında yaktığım cıgaranın acı tadı dilimin ucuna geliyor şimdi. Pinball Wizard'ı dinlerken gözlüğün tozunu alıp yüzüme oturtmağa çalışıyorum gülümseyerek. "Hele bir çay içelim."







Yıldırım Arıcı

(2008 - 2014)


19 Nisan 2014

GÜNLERİN HİÇLİĞİNDE




                         




“anılarım senin geleceğin oluyor, gerçeklik duyusunu yitirip, uzaktan uzağa hep senin sivrildiğin bir pus içinde yaşamağa başladığım şu anda. sen ağaçtan sen ağaca koşuyorum, aradaki pusarık bataklıkta ayrışıp yıvışan günlerin hiçliğinde.”



Umutsuzluk, bu yazıya başlamak için cebimde kalan son taş. Oysa, hep gülümserim nasıl tanıştığımızı düşündüğümde.
Bahardı sanırım. M Çelik’in Tunalı’daki bir galeride açılışı yapılan suluboya sergisine gitmemin tek bir nedeni vardı: ‘O’ resmi çalmak. Tedirginlik ve sıkıntıyla dolaşıp bakmıştım resimlere hızlı hızlı. O uçukmavi portreyi gözüme kestirmiştim, çıkış kapısına yakın duvarda asılıydı. Yüreğim fırlayacak gibiydi. Bekledim. İçerideki kalabalık duman altı olup, ucuz şarap kadehleriyle gevşemişken, kaptığım gibi parkamın içine sokuşturup çıkıverecektim kapıdan.
Cesaretimi toplayıp yaklaştım, elimi uzatsam tutacaktım çerçevesini. Birden dondum. Arkamda biri vardı, hissettim. Bir adım yana çekilirken yavaşça dönüp baktım. Göz göze geldik. “Korkma” der gibiydi derin mavi gözler. “Ben de aynı şeyi düşünüyordum” dedi. “Nasıl yani...”  şaşkınlığı dökülmüş olacak ağzımdan  -iç ses miydi yoksa, bilmiyorum- olabilir mi böyle bir şey?
Artık almasak da olur. “Çıkalım o zaman buradan” dedim bu kez emin bir ses tonuyla “eğer ki, aynı resmi, aynı anda çalmağa kalkışan iki kişi göz göze gelirse...”
Çıktık galeriden. Kıpkırmızı kesilmiştim, ter içinde. Temiz hava iyi geldi. Hızlı hızlı yürüyorduk. Konuşmadık uzun süre. O’nu tanıdığımı farkettim; aynı dersleri alıyorduk çoğunlukla, ben bölüm değiştirdiğim, yeni geldiğim için karma karışıktı aldığım dersler, o alt sınıflardandı belli ki. Ama daha önce hiç konuşmamıştık. Derste konuştuğunu da hiç anımsamıyordum. Belki bu yüzden... Ben çok konuşurdum oysa. Ah, hep çok konuşurum!
“Aslında çok konuşurum ama şimdi ne diyecek olsam saçma geliyor” dedim. “Evet çok saçma” dedi.
Yürüye yürüye meydanın ortasında kayıp bir ada gibi sıkışmış boğalı Hitit Güneş Kursu’na kadar gelmişiz, farkında bile değilim. Durup döndüm yine gözlerine bakmağa cesaret ederken sordum “Ne yapalım?”
“Satranç oynar mısın?” dedi.
“Oynarım.”
“Bize gidelim o zaman.”
                       
                                                                                                       *

Şimdi ne desem saçma geliyor yine. Konuştuğumda da saçmalıyorum. Ama anılarımda hep bir gülümseyiş var. Yürümeler bir de. Uzun uzun yürümeler. Sessiz sokaklarda, kalabalık geçitlerde, kimsesiz parklarda uzun susuşlar. Derslerde göz göze gelip gülme krizine tutulmamak için sınıfın en uzak köşelerinde oturuşumuz. Aynı bölümde, aynı dönemde, çoğu aynı derslerdeymişiz meğer. Hiç konuşmamış, hiç gözgöze gelmemişiz daha önce; olur a olur! Başka türlü anımsamadığıma göre, şimdi bunu doğru zamanını beklemiş bir zorunluluk olarak düşünmeliyim. O doğru zaman, o an yaşamımı kolayca ikiye bölebilir. Bölmüş düpedüz. Bölünmüşüz mü demeliydim? Ya da birolmuş. “Bir yek kalem olma isteğinden çok...” diye yazacaktı çok sonra; ondan duyduğum ilklerden biridir sadece. Günlük yaşamdan cımbızla çekilip, alçakgönüllülükle bırakılmış daktilonun aşınık tuşlarına kimi sözler. O kadar çok şeyi ilk kez duydum ki ondan, alt alta yazma gereği yok şimdi. Yalnızca “yazıyor olma”m yeterli, yetmeli.
“Savaş filmlerindeki denizaltılar da hep bir yerlerinden su kaçırır” türünden yorumlarına alışmam zaman alacak gibi olsa da, hep göz önünde kocaman durduğu için kaçırıverdiğimiz basit ayrıntıları çekip çıkararak yaptığı alaysılamalar bağımlılık yaratmağa başlamıştı bende. Sinemadan laf açılmışken denizaltıya nasıl gelmiştik bilmem. Bütün oyunlarımızı da düşünürsek belirgin biçimde ustaydı bana göre; çok azdır eşitlik aldığım, azraktır yendiğim.
Odanın kapısını kapamıştı, dikkatimi dağıtan güzellikteki kedinin bakışları sayılmazsa bizi rahatsız edecek kimse yoktu oysa. Kapıyı tıklayıp, çay, kek, kurabiyelerle girdi anası içeri. Yürümelerimiz gibi, satranç seanslarımız da böylece bir ortak alışkanlık döngüsüne girecekti işte. Bizim kedi evde durmazdı hiç, ama annemin börekleri pek bir beğenilirdi.
                                                                 
                                                                                                       *

Her oyunun bir yerinde mutlaka bir hata vardır.
1.e2-e4   e7-e5
2.f2-f4 Şah Gambiti yapıyor, en yaygın açılışlarından biri.
2...e5xf4 Piyon fedası, fedayı ya kabul edersiniz ya da siz daha büyük bir feda yaparsınız!
3.Fc4  Vh4+ Vezirle erken oynamak iyi değil derler, ama roku bozmak istedim işte.
4.Sf1  Rokun bozulmasını önemsemedi.
4...b7-b5  Dişe diş, göze göz. Piyon feda ediyorum, gerekli olmasa da Fb7'ye olanak hazırlamak, b hattından yararlanmak?
5.Fxb5   Af6
6.Af3   Vh6
7.d3   Ah5?  Hep saldırmalı!
8...Ag3  Şah kale beyneli...
9.
.
.
Sonra ne oldu bilmiyorum; baskın giriştiğim oyunu gülünç bir sonla kaybetmiştim. Belirgin bir kızgınlık duyduğumu anımsıyorum o gittikten sonra uzun süre yalnız kaldığım odamda. Neden sonra satranç takımını, taşları toplarken dörde katlanmış bir not buldum beyaz atın altında.

                                                                                      “Perşembe geceyarısı    
                                                            Kader Sokak’ta                                                           
Piyano”

Hımm... Oyunun bir başka seviyesine geçiş mi bu gizemli süsü verilmiş davet? Ben de yenilmeğe doymuyorum bir türlü. Pekâlâ Monsenyor! Süet eldivenlerimi bulayım!

                                                                                                        *

Uzuun bir yokuştu Kader Sokak. Her zamanki alıklığımla en aşağıdan başlamıştım tırmanmaya. Buralardan geçmişliğim vardı daha önce ama adına dikkat etmemişim. Hava yeni kararıyor, geceyarısına çok var daha. Başka yapacak işim olmadığı için mi, yoksa önceden gidip keşfedersem avantajlı olurum satranç mantığıyla mı yürüyordum sokakta kim bilir. Bildik satranç ile ilgili olmadığını kestirebiliyorum diyelim. Peki geceyarısı olsa piyanoyu nasıl bulurdum? Sokağın tam ortasına oturmuş bir köpeğin adı değildi her halde. Sokak köpeklerinin adı yoktur zaten. Kulak kesildim; belki de sesini duyarım gerçek bir piyano arıyorsam. Ne aradığımı bilmiyormuş gibi yapıyorum. Ağır ağır yürümeğe devam yukarı doğru. Eylemsizlik açık kapı verir kaygısıyla durup soluklanmıyorum bile. Magritte’in tablolarındaki ışık içindeydim: Sokak lambaları şimdi aydınlandı, gün ışığı tam kaybolmamış, gök kobalt marin, evlerin karaltısı önyüzlerine henüz düşüyor, ağaç gövdeleri düzleşirken yukarı doğru kıpırtısız neft yeşilimsi leke sıçramalarıyla dallar, yaprak öbekleri biçimleniyor.
Hadi canım sen de! İleride, yolun benim gidiş yönüme göre solundaki bir evin bahçe duvarında oturuyordu. Yaklaştım, cıgarasını Bogart tavırlarıyla yakarken (eski bir filme gönderme mi bana mı öyle geliyor because he often kept a cigarette in the corner of his mouth, seemingly never actually drawing on it or smoking it) gülümsedi.
“Erkencisin.”  
“Sen de öyle, geceyarısı diye yazmışsın, ama ikimiz de buradayız şimdi -her nasılsa- işte.”
“Kimi zaman kural kırmak iyidir.”
“Beni izledin mi yoksa?”
“Daha neler! Neredeyse yarım saattir oturuyorum burada, hem ben yukarısından indim sokağın.”
“Beni beklemiyordun yani?”
“Hayır... Evet... Bilmem!”
“Peki, piyano burada mı?”
Kısa bir nefes çekip gözüyle arkasını gösterir gibi yapıyor. Küçük bahçenin içindeki eve bakıyorum dikkatle; sıkı sıkıya kapalı geniş bir çift pencerenin bordo renkli kalın perdelerinden sızan cılız bir ışık var yaşam belirtisi denebilecek. Başkaca bir şey yok.
“Görmek istiyor musun?”
“E, evet... Hayır... Bilmem!”
İlk kez gülüyor sesli.
“İstersin, istersin.”
“İsterim.”
Duvardan inip pantolonunun arkasını, paçalarını eliyle vurarak temizler gibi yapıyor. Biten cıgaranın filtresini yanındaki taşın altına gizliyor babası misket oynamasına kızmış bir çocuk rahatsızlığıyla. Aynı cıgarayla gitti Bogart, geldi takılgan. Beni en çok çeken galiba bu sınırı belirsiz dönüşümler. Bahçe duvarının yukarı doğru yedi sekiz boy ilerisinde, demir bükmeli kapısına gidiyor, iki adım arkasında duruyorum. Kapıda, mandal, dil, kilit yok. İtip giriyor, iki adım arkasında ben. Bahçeyi geçip evin yan tarafına dönüyor, kısa taş merdiveni iki adım, iki adım çıkıp eski ahşap kasalı kapıya varıyoruz. Zil yok. Kararmış prinç bir tokmak asılı göz deliğinin hemen altında. Tutup vuruyor iki kez. Omuzları kıpırtısız, topuklarıyla dönüp bana bakıyor sorar gibi “Eminsin değil mi?” Bunun sesle olmadığını her nasılsa fark edip yanıtlamıyorum. Yüzümü olabildiğince düzleştirip, iki adım gerisinde...
Ayak sesleri. Kapı aralanıyor; ne az ne çok. Göremiyorum açanı, geri çekilmiş, açıp geri dönmüş olabilir. Giriyor, aramızı koruyarak ben de giriyorum o aradan. Bir adım daha.
Beklediğim gibi değildi içerisi. Ne bekliyordum ki? Yani, hiç farklı olmayan bir kapı arkası giriş bölmesi işte, uzun loş geçenek, soluk fildişi sarı duvar boyu mantar panolar. Olağan dışı bir beklentim yoksa da, böyle tekdüze olması... Ha, bir uzunluğuna şaşmış olabilirim. Ev dışarıdan bu kadar büyük görünmüyordu çünkü. Hava aydınlık değildi yeterince belki, ya da ummuyordum önyüzü böyle sıradan bir yapının... Belli ki arkaya doğru uzun...
“Gel, gel çekinme.” Karşıda, salon gibi büyücek bir alana açılan kapının sövesine tutunmuş bana sesleniyordu. Sözünü dinledim uslu uslu. Ne zaman zorluk çıkarmıştım ki. İlk gördüğüm, perdeden sızan ışığın kaynağıydı; eski püskü yamuk bir abajur duruyor pencereli köşede. Başkaca hiçbir şey yoktu mekânı bölen. Hemen hemen! Zemin, cilası gitmiş koyu kestane lambri. Sol arkama bakınca, işte şimdi ağzım açık kalmıştır: Girdiğim kapı tarafındaki duvarı bütünüyle kaplayan freski görünce “Fiığss..! ”  diye bir ses çıkarmıştım, ıslıkla sözcük arası.
“Gülünç, değil mi?” dedi, sorudan çok bir yorum vurgusuyla.
“ ! “
“Gülünç denecek kadar tuhaf” diyebildim. Yanılmıyorum, yakından bakınca da düpedüz bir duvar boyaması -resmi, freski- bu. Kaplama baskı veya başka bir teknik değil. Biri -birileri- uzun uzun uğraşmış duvar üstünde; pek kolay  görülmeyecek bir... bir... (ne desem, ‘nesne’ mi, ‘yapıt’ mı) bir ‘şey’e bakıyorum.
Önce, bu şehirde duvar resmi arasan, en fazla iki, üç örnek görürsün. Aklıma ilk gelenler de hani eski Büyük Sinema’nın tavanına yapılmış olanlar, kim bilir kaç yıl önce. Şimdi orası sinema bile değil, ne oldu bilmiyorum (çocukluğumda gördüğüm ilk fresklerdi onlar sinemanın ağır, karanlık havasına karışan) ya yıkmışlardır hiç acımadan güzelim salonu, ya da alış veriş merkezi dedikleri bulaşıcı çirkinliğe dönüştürülmüştür.
Sonra, belki bir de müzede korunan bir iki resim daha vardır toplasan. Yani... buralarda hem nicelik, hem nitelik olarak az bulunur bu ‘şey’ beni gerçekten şaşırttı.
“Biz neredeyiz?” Yanıt vermedi, onun yerine girdiğimiz geçeneğe dönüp panolara baktığını sanıyorum tam göremesem de buradan: Önünden ayrılamıyordum ki duvarın. Eh artık, söyle ne görüyorsun resimde diye sormayın; anlatması zor. Ne yoktu ki koca duvarda boydan boya.
Naif minyatür tarzında, ilk bakışta Hieronymus’un “Bahçesi” gibi görünse de, daha çok Serafini’nin “Codex Seraphinianus”undan fırlamışcasına ayrıntılarla  boğulmuş bir karmaşa getirin gözünüzün önüne (bu çağrışan resimler çok sade suyuna kalır kıyaslansa.) Karmaşa diyorum çünkü binlerce figür birbiri üstüne binmiş, yarım kalmış  -besbelli ki-  bilerek çarpıtılmıştı. Kimi desen kırıntısının neyi imlediğini kestirmek bile zor. Hiyeroglif unsurlara dönüşmüş olanlarla, leke ‘enigmaları’ mütoz bölünmeyle ürüyorlardı bu evrende.
İçeriden “Olabildiğince uzaktan bak.” diye seslenince irkildim, burnum handiyse boya katmanına değiyormuş, iyice gülünç olduk resim ve ben! Uzaktan? Karşı duvara kadar gidip dayandım, bir daha baktım geniş açı lensimi takıp.
Piyano!
Boydan boya, yamuk, perspektivi kırık bükük bir piyano formunda  toplanır gibi ayrıntıların biraradalığı. Bunu anca fark ediyor olmaktan utandım birden. Yine ayrıntıları göreyim derken burnumun ucundakini -sözcüğün tam anlamıyla- kaçırmıştım. Piyano bütün duvarı kaplıyormuş meğer. ‘Piyanomsu’ demek daha doğru olur belki. ‘Terliksi hayvan’ der gibi; bir nesneye benzetilmiş ama kesinlik aranmıyor anıştırmada.
“Piyanoyu bulduk.” dedim girişe dönüp, panolara iğnelenmiş küçük notlara, fotokopiyle çoğaltılmış yazılara, çizelgelere bakıyordu dikkatle. Yanıt vermedi. Üstelemedim. Yanında durup  ben de bakayım dedim içimden, ne arıyoruz?
Haftanın günlerine göre atölye odalarının kullanım saatleri, kimler kiminle eşleşebilir önerileri, temizlik için kısa açıklama, malzeme stoklarında eksik olanlar listesi, hurdacılar çarşısında bir dükkân adresi, satılık ya da değiştirme ilânları, fırsat köşesi, nakliyat, aktarma, hamal, araç gereç kiralama, ders verilir kuponları, a 4 üzerine bir pastel çocuk boyaması (eşkenar dikdörtgen okul, beyaz yakalı öğrenciler, üçgen etekli öğretmen, kutu köşeli yeşil araba, mor ağaçlar), önemli olabilecek telefon numaraları, yangında yapılacaklar madde madde, gazeteden kesilmiş bir karikatür, altı kırmızıyla çizilmiş aranıyor başlıkları, ne iş gördüğü anlaşılmaz bir mekanizmanın küçük ölçekli plânı üzerine el yazısı açıklamalar... Gözüm döndü, burada ne oluyor?
“Ne arıyorsun?”
“Bakıyorum, benim saatlerimde bir değişiklik olmamış neyse.”
“Ne saatleri?”
“Atölye çalışma saatleri.”
Durdum, ne çalışıyorsun, ne atölyesi, burası neresi, freski kim yapmış, neden buraya yapmış, ne zaman... hepsini birden sormasam daha iyi belki. Bunaltmayayım adamı. Bırakayım kendi açıklasın, beni davet eden o olduğuna göre.
“Gel aşağı inelim kendin gör, hoşuna gider diye düşünüyorum, ‘Piyano’ya çıkarken bakarız yine.”
Geçeneğin öte ucundaki merdivenlerden iniyoruz hızlı hızlı. Bu şehirde doğdum büyüdüm, nasıl olur da burayı bilmem diye düşünürken düşüyordum az daha.
“Aman dikkat, bu basamaklar kaygan, ışık da az, insan zor görüyor önünü, sen alışık değilsin.”
“İyi de, ben neden burayı bilmiyorum önceden?”
“İşte artık biliyorsun.”
Homurdanıyordum inerken; düşeyazdığım için değil, hâlâ ne kaçırmışım bugüne kadar diye yerinirken. Kim bilir daha neler göreceğim?
Bodrum katına iniyoruz anladığım kadarıyla. Yapı tek katlıydı, giriş katının altına gelmiştik, atölyeler burada olsa gerek. De, ne atölyesi?
Selülozik tiner kokusunu içime çektim. Benzin, aseton, madeni yağ, boya, ispirto kokularına bayılırım. Kimi, parfüm, kolonya sever. Tuhaflık bende. Birkaç kapı geçtik geçenek boyu yürürken; üstlerinde numaralar, isimler,  zaman çizelgeleri asılıydı. Kapalı, olasılıkla da kitliydiler. Birine gelince durdu, kapıyı tıkladı. Yukarısına köşelerinden bantlanmış kartona “ (8) NR – İK ” yazılmıştı kırmızı keçeliyle. Altında  Pazartesi, Perşembe, Cumartesi... saatler, çarpı işaretleri.

                                                                                                             *

“Nuşirevan  Bey - - - okuldan arkadaşım.” diye tanıştırdı bizi. Kapıyı açmamış içeriden, “Buyrunuz ! ” diye seslenmişti. Şişedibi gözlük camları, fırça saçlar, üstten inceltilmiş bıyık, gömleğinin kollarına geçirilmiş uçları lastikli koruyucular, boyalı önlük, içten bir gülümseme. İlk kez böyle bir isim duyuyordum.
“Hoşgeldiniz, ben de bitirdim bugünlük, ortalık topluyordum efendim.” Doğal bir nezaket görmeyeli çok zaman olmuş meğer. Hafif bir aksan yakaladım, belirgin olmayan, ismini düşünürsek...
“Erken mi geldim?” diye soruyor, Nuşirevan Bey saatine bakmadan “Yooo, aman efendim, ben oyalanmışım, size zahmet olmasın diye şu aletleri de yerine kaldırayım derken...”
“Ben yardım edeyim” deyip, uzun masanın üstüne saçılmış kimi bildik, kimini ilk kez gördüğüm aletleri toplamağa girişiyorlar. Çoğu marangozluk gereçleri gibi; aralarında hiç bilmediğim anahtarımsılar, burgaçlar, amorf işkenceler, delgeç, keski, yontu kalemleri, uzun gagalı pensler, metal iğneli ahşap pergelleri, iletki, gönye, tebeşir...
Masanın öbür ucunda üstü özenle örtülmüş kısma gelince duruyor, dokunmuyor hiçbir şeye. Anatomi çalışan veteriner öğrencilerin şimdilik bıraktıkları bir geyik kadavrası gibi, siyah pamuklu örtünün altında sivrilen, yumuşakça dönen kıvrımlar, sert kırımlar. Nuşirevan Bey gelip örtünün sanki açık kalmış bir ucunu toplar gibi yaparken “Az kaldı, sonunda bitmek üzere.” diye açıklıyor bana bakıp.
İstemeden de olsa gülümseyip başımla onaylıyorum bu ifadeyi. Bilemediğim, anlayamadığım olgu akışının beni serseme çevirdiği belli olmasın diye belki.
“Ben de yardım ederdim ama, ...” diyorum, bitiremeden cümleyi.
“Aman efendim, misafirsiniz. Size çay ikram edelim isterdim ama ocak kapanmıştır bu saatte.”
“Sağolun, hiç gerek yok, zaten...”  Başladığı lafı bitiremeyenlerden bendeniz.
Önlüğünü, kolluklarını çıkarıp katlıyor, atölyenin köşesindeki dolaba kaldırıyor, alt bölmesinden bir deri çanta çıkarıp gözlüklerini atıyor içine. Daha zarif, metal çerçevelisini takıyor yerine. Ceketini askısından alıp giyerken “Eh, bana müsade, size iyi akşamlar, tanıştığımıza çok sevindim.”
Elimi tutup sıkıyor, sonra ikisi kapıya doğru gidiyorlar birlikte, aralarında bir şeyler fısıldaşıyorlar, arkadaşım kısa bir kahkaha koyuyor “Merak etmeyin, görüşürüz Nuşirevan Bey.”
Kapı kapanıyor.
Bir sessizlik yaşıyoruz uzunca sayılabilecek. Sormuyorum.

                                                                                                            *

Kader Sokak’tan aşağı doğru yürürken evlerin balkonlarında oturan, geç yaz akşamı yemeklerinde sarımsaklı yoğurtlu kızartma yanında rakılarını yudumlayan ailelerin gülüşmeleri, salonda açık kalmış televizyonun, ya da  kimi radyonun dalgalanan seslerine karışıyor. Karşımızdan, yolun aşağıdaki karanlık ucundan bir fosforlu ışık bulutu süzülüyor üstümüze, daha ne olduğunu anlamadan ateş böceklerinin arasında kalıyoruz. Olsa olsa, insan böyle bir şeye bir kez tanık olur yaşamında. Dokunmak istiyorsunuz buluta, içinizden geçip gidiyorlar yolun yukarısına. Bu geceden sonra hiçbir şey beni şaşırtmaz artık.

“Her birimiz, kendi enstrumanımızı tasarlayıp biçimlendirmeğe çalışıyoruz orada.” diye başlıyor sonunda açıklamaya kaldığımız yerden yürürken “Piyano atölyeleri adı, yukarıdaki kimin, kimlerin yaptığı bilinmeyen duvar resminden geliyor. Kapısında yazmasa da biz öyle yakıştırdık, anlamışsındır en azından. Kimsenin piyano filân yaptığı yok tabii. Hiç duymadım. Bilindik enstrumanlar değil, bir tarif, sınıflama, özelleme yok. Hepimiz gönüllü çalışanlarız, kimse kimsenin işine karışmaz, ne yaptığını ne ürettiğini sorgulamaz. Odayı paylaştığım Nuşirevan Bey’den başka, bir bekçiyi bir de çay ocağındakileri tanırım. Ben yenilerdenim zaten, daha ortaya elle tutulur bir iş çıkarmadım. İşini  tamamlayan, yaptığını alıp gidiyor. Geride bırakılan sonuç çizimler, plânlarmış; onları da biz görmüyoruz, görmedik hiç, atölyenin bağlı olduğu vakfın arşivine kalkıyormuş diyorlar. Şimdilik tasarımlar arasında gidip geliyorum, bir zaman kısıtlaması olmadığı için acelem de yok. Haftanın üç günü burada zaman geçiriyorum, düzen çizelgeleri arada bir değişir, karışıklık  istenmez tabii. Aslında dışarıdan misafir getirilmiyor ama ben seni belki kendi enstrumanını yapmayı düşünürsün diye davet ettim buraya, çünkü böyle işliyor düzen. Gidenlerin yerine bizler buluyoruz yeni gelecekleri. Bir çeşit referans yöntemi işte. Nuşirevan Bey yakında gidici. Kimseyi de getirmek istemediğini söyledi bana kaç defa, rica etti yerine birini bulayım diye.”

“Ben mü-müzisyen değilim...“ diye kekeliyecek oluyorum, o çok sevdiğim kahkahasını atıp beni iki eliyle tutuyor, yüzüme bakıp fısıltıyla “ Kim dedi müzik enstrumanı yapıyoruz diye?

                                                                                                                                      İlâhî ! ”











Yıldırım Arıcı
Nisan 2014
Klazomenai