perpetuum mobile
Oyun
bitmiyor. Bu kitabın yazısı da... Bildiğiniz gibi, kitaplar okunur, biter; hep
yazılıyor olsa da, yazının sonu
hiç gelmeyecek gibi olsa da, okunur biter. Bitmelidir. Yazar bir yana,
yayıncılar, matbaalar, dağıtımcılar, kitap sizin elinize ulaşsın diye çok
titizlik gösterip, uğraş verirler. Yazı yine de bitmiyor bununla.
Yazar
hem iyi niyetli, hem de kayıtsızmış gibi bu duruma. Bir anlamda kendini yazan
yazar, kendi kuyusunu da kazar. Kitabı bitirmek için didinir durur. Kitap -bitse
de bitmese de- okurunu kandırmıştır; yazının apaçık hakikati, kâğıt üzerinde mürekkep
izi olmanın ötesinde, kaypak bir tilki imgesinin bile yetersiz kalacağı ormanların rüzgârına kapılmıştır. Son sayfaya
geldiğinde okur, belki bir küfür savurur bu rüzgâra. Kalkıp, kitabı iki damla
balını anca tadabildiği bir keçiboynuzu posası gibi tükürmek ister. Evirip
çevirip elbise dolabının üzerine atabilir. Yok! Yok hayır; televizyonun üstüne
bırakmış, bakın!
Oyun sürüyor oyuncularını değiştirerek.
Yorulup tükenenlerin yerini yenileri alıyor. Bir
değişim, oyunbozanlık yapanların boşluklarını dolduruyor hemen. Bakın, akşam
çökmüş, tülperdeden sızan ışık masaya, halıya, banyodaki lavaboya, su dolu
küvete bulaşmış. Kitap televizyonun üstünde bir süre daha bekleyecek, sonra arkaya
kayıp düşecek, temizlikçi kadın onu bulup kitaplığa, diğerlerinin arasına katana
değin toz kokusunu iyice emecek kâğıdı.
Mavi alacakaranlık hoşuna gidiyor
kadının. Krom armatürün soğuk tarafını yice kısıyor;
sıcak, çok sıcak bir küvet dolusu hindistan cevizi kokulu suyun içine gömülecek, yer
yer güneş lekeli, pul pul soyulmaya yüztutmuş tenini gevşetecek.
Yüksek tavanlı salonun sokağa bakan yüzü
boydan boya pencere. Artık iyiden iyiye erken kararan hava, bir ürperti
dalgasını önce turuncu, giderek akkorlaşan sokak lambalarından cesaret bulup
aralık camdan içeri itiyor. Tül salınıp televizyon ekranında ciddi tavırlarla
konuşan ekonomi profesörünün yüzünü, kelini seyrek bir peçe gibi örtüyor. Bu
evde hep açıktır televizyon. Pencerenin önünde, geçilmesinin tabu olduğu bir
sınırın bekçiliğini yapar. Hemen yanındaki masif maundan sehpada, gümüş tutaçlı
kristal bir küllük, açılmamış bir paket karanfilli Jarum sigarası, bir de küçük
sarı kâğıda bırakılmış şu not:
Yazıları okudum. Hepsi deli saçması.
Yaşantı düşüklükleri var, ama bununun düzeltilmesi olanaksız.
Yaşantı düşüklükleri var, ama bununun düzeltilmesi olanaksız.
Yürüyüşe
çıkıyorum,
görüşürüz.
Profesör, dillendirdiği
durumun çözümsüzlüğünden değil de, tül peçesinden sıkılmış gibi bekinip
boğazını temizliyor; “...makro
ekonomide entropi ivmesi sabit tutulmalıdır.Yoksa bu toplumsal bir kaosa
zorunlu gidiş olur, bence... “
İki çekik
sarı göz, dikkatle yarılmış iki bilye gibi camsı, donuk, siyah pençelerin üstünden
profesörü kolluyor. Orak biçimli tırnaklar koltuğun kumaşına saplanıp kalmış.
Kulaklar, banyodan dalga dalga gelen ince sesleri ayrıştırmak için yirmişer derece
geriye dönüyor. Pembe siyah burnu, dışavurumcu bir yağlıboya tuale ahlâksızca
uzanmış bir odalık cinsiyeti gibi ıslak, titrek.
Tatlı,
baygınlık veren, göz karartan egzotik koku, su şıpırtılarıyla dalgırlanıyor. Lav topları
pençelere emir göndermiş olacak ki, ansızın kalkıyor kedi. Kaslarını gerip
kamburunu çıkarıyor. Koltuğun kolundan boşalmış hallaç yayı gibi düşüyor parke
zemine. Üç hamlede geçeneği aşıp, önce ışıksız, havasız kalmış mutfağa,
buzdolabının önüne geliyor. Yerde boş bira şişeleri, dayanılmaz bir mayalanma,
küflenme kokusu.
Geriye
dönüp, o’nun her zamanki kokusunun seyrelip içinde yittiği kocaman bölüme, yani
şu banyo denilen yere dalıyor. O, boyun eğmediği, eğmeyeceği güç; yoldaşı
küvetin içinde, köpüklerin altında kaybolmuş, kızıl saçları yanında ince bir fiber
kablo gibi akan suyla omuzlarına yapışmış. Boynu geriye doğru, gözleri kapalı.
Suyun altında ritmik devimlerle gidip gelen eller uzak bir deltanın içinde
yitmişler. Soluk dudakları çekilmiş, kısık iniltilerle yardım istermiş, yalvarırmış gibi geliyor
Piyon’a.
Piyon, evin,
yani evrenin asıl efendisi. Siyahların askeri. Bir öncü, bir nefer. Kulaklarını
geriye atıp yere yapışıyor. O’na yardım edemez. Suya girme riskini alamaz.
Bekleyecek. Durum bir kesinlik kazanana kadar, kıçı havada, çenesi yerde bekleyecek.
Zaten bütün bir gün yaptığı da bu. Hava kararana, gece inene değin bir sıva
çatlağını gözleyebilir. Duvarın kıpırdadığı görülmüş, Piyon’un yıldığı duyulmamıştır.
Kısa, kesik
bir çığlık seremoninin bitişine, ıslak parmakların tutuğu cıgaranın yakılışı da
bir başka ritüelin başladığına işaret. Küvetin yanından gördüğü dirsekten sızan su fayansların dokusu boyu ilerleyip, pençelerinin önünden küçük saydam bir
solucan gibi geçip gidiyor. Piyon, kadının yerdeki küllüğü ararken suda büyük
bir çalkantı kopartmasıyla zıplayarak havada burgulanıp geçeneğe, sonra salona
seğirtiyor.
*
“Üzerine konuşulamayan konusunda
susmalı.” Oyunun yazılı ya da sözlü kuralları belirsiz de olsa, neyin kural
kırımı olduğu 'apriori'dir. Belki de, oyunun kendine en ait olan rengi budur.
Tersten gitmekte olan bir olumlama. Bilimin kullanacağı türden ampirik bir
metod. İronik, değil mi?
Kozmologların madde analizinde kullandıkları spektrum aralıklarında,
renk tayfının
izdüşümünde bir renk, hem de asal bir renk -diyelim ki bu kırmızı olsun- elinizdeki tek
ipucudur. İnanılmaz uzaklıkta, inanılmaz boyutlarda, inanılmaz bir kütlenin
göstergesi olan tek anahtar; bir renk. En “kendisi” olan. En “en” olan.
Handiyse umarsız bir bilim insanı olmaktan kurtulamazsınız yine de.
Tersten gelen bir
olumlama, bir renk -kırmızı- en kırmızı, olsa olsa bir kural dışılık olabilir
ancak. Olguya dair elinizdeki tek bilgi bir kural kırılması. Ne bilim ama!
Değil mi? Hadi gidin. Saygın bir süreli dergide makalenizi yayınlayın. Laf
açın. Laf taşıyın. Laf katın. Ya da
Üzerine konuşulamayan konusunda...
*
Oyun da
biter, kitap da. Bir anlamda kendini yazan yazar, o “kendi” anlamını da teslim
etmek zorundadır okuyucuya. Yazarın kaybetmesi ya da kazanmasından söz
edilemez. Benzer bağlamda “kendine teslim olmak” bir belirleyici sonuç olarak
çıkarsanamaz.
Yazarın
kitabı bitirmesinde sakınca yoktur. Bu türden önermelerin getirdiği gözle görülür
ferahlık, yazarın daha pervasızca cıgara, daha koyu kahve tüketmesine yolaçar.
Kalemi bilenir, dili kekrenir. Tad duyularının zedelenişi haz verir hâle gelir.
Yazar, ara ara, metine kendini de katabilme kaygısından -giderek saplantısından-
azar azar ipin ucunu kaçırır. İpin üstündeki canbazın üstünden aşmaya çalışan
kanbur olduğunu unutuverir. Aynı zamanda ipi elinde gergince tutmak koşuluna
aynı ipin düğümüyle bağlı olduğunun bilincinde olarak. Hani Sylvian’ın bir
şarkısında söylediği gibi; "...bilincinin
en derininde, atomların, hücrelerin her birinin çeperinde..."
Dili kötü kullanmak
bir çeşit modacı sanrsı gibidir; bıyıklar Hercule Poirot'msu olsa da, sözüm ona
bir cinsel tercih etiketi olarak tescillenir. Her neyse, Yazarı okuyana da,
kendini okutana da şapka çıkarmakla yetinelim, aman şimşekleri üstümüze
çekmeyelim, yoksa bu metini de basacak bir yayınevi bulamayız. Dili olabildiğince
kötü kullananlaraysa en büyük ödüller verilir. Kitapları yok satar. Basılmadan
tükenir. Erkek yazarlar fitilli kadifeden ceket-pantolon, kadınlar dantelli
uzun etekler giyerler. Şapka zorunlu olmamakla birlikte, şiddetle önerilir.
Duruş önemlidir. Eğretilemelerde futbol terimleri kullanılır. Buna koşut
olarak, caz güzeldir. Saksofon, cazı sembolize eden bir çalgıdır. Kenny G’nin
soyadı “sarımsak” olmakla birlikte, nedense bundan utanıp yalnızca başharfini
kullandığını bizim “caz sever” çeyrek -ya da seyrek- entellektüellerimiz bilmezler. Çünkü caz dinlemeyi sınıf
atlama koşullarından biri, sarımsak baygını düttürüyü de caz sanırlar. Bir
de kavramsal sanat var ki; derin, enigmatik bir okyanustur -amma velâkin destur- hangi salı koysan geçiverirsin.
Yeter ki “Bir iş yaptım, müthiş oldu!” diye şişin dur. Mışmışsın da mışmışsın.
Dil
kullanımını bir tarafa bırakıp, yalnızca anlamsal bağlantıları kurcalayacak olsak
eğer, nesnelerin kendisinden çok, imgelerini sevdiği ortaya çıkar
yazarımızın.Yazıya dökmeden önce, nesnelerin imgelerinden başka şeyler
olmadığını bilmediği, bilemediği hâlde. Bilme eylemi yazıya koşut gelişir.
Yazar, yazdıkça bilir, bilgeleşir. Ya da
*
İmdi, bu
üzerine konuşulması, hattâ yazılması gereken bir olgudur.
Kozmologların
yakaladıkları ipucu (artık bilimsel bir gerçeklik olan kırmızı) ve bu bilginin elegeçiriliş ânı, Hercule Poirot
tarafından tescil edilmiştir. Çapı ne olursa olsun bir
pekinliktir bu. İncir çekirdeğinden yağ çıkarıp (zengin şeyhlerin yaptığı idda edilen)
belli bir uzuvlarına sürme adeti, Poirot’da, kılların gürleşmesi, canlılığının
korunması amacıyla, çıkarılan yağın bıyığa burulması biçiminde ortaya çıkar.
Yağın miktarı önemli değildir, pekinliğin niceliği de.
Okurun
sabrını taşırmak olmamalıydı bu; yazar / yazdıkları / bıyığı üzerine konuşmak. Yine
de, yazının üzerine konuşulmalıdır.
*
Lafı uzatmadan, kırmızıyı pembeleştirmeden,
kara kedi Piyon’a dönmeliyim. Piyon benim kameraman kameram. Ondan daha
kusursuz bir işçi düşünemiyorum doğrusu. Sessiz, atik, yeri gelince beklemesini
bilen, ya da ‘görünmez mod’a geçebilen, çekim yapılmadığı zamanlarda yalnızca
uyumakla yetinen bir kamera. Kadını ondan iyisi aktaramaz. Sendikalı değildir.
Alkolle arası yoktur. Yönetmenle çatışmaz, makyözle fingirdeşmez. Islak ayak
izlerini koklayarak, yatak odasında giyinen kadının boy aynasındaki yansısıyla
kendisini aynı açıdan görebileceği bir yüksekliğe zıplıyor. Bütün gün bekledi,
zamanı geldi; Kadın banyodan sonra mutfağa gidecek, belki de et verir bu akşam,
sert taneli yemekten pek hoşlanmıyor. Bordo elbisesini giyiyor kadın, kızıl
saçları hâla ıslak, sedef bir tarakla düzeltiyor onları. Piyon aklına gelmiş
gibi, boynunu çevirip sırtındaki tüyleri yalamaya başlıyor. Zil! Yine
kulaklarını tırmalayan o korkunç ses. Her defasında irkilmekten kurtulamadı;
yere atlayıp mutfağa koşuyor. Bu sesten kurtuluş yoksa da, en uzak köşe burada.
Hem burada beklerse yemek meselesini hatırlatmış olur. Yüksek sesle konuşuyor kadın. Zilden sonra konuşur
hep. Hiç hoşlanmadığı o gürültü nesnesine doğru konuşur, evde başka bir insanın
olmadığını biliyor Piyon. Konuşması bitene kadar bekleyecek, sonra sıra ona
gelecek: “Burada seni bekliyorum. Açım. Yemek istiyorum.” diyecek.
*
Yazının üzerine en uygun konuşma, belki de yine bir kısa anlatı olabilir
diye düşünüyorum şimdi. Seneler önce başlayıp yarım bıraktığım bu metnin son
tümcesini tamamlayıp yeni bir paragraf başı yapıyorum.
*
6
numaralı vagonda Poirot, kendine özel bölmesinin penceresinden gördüğü dış semt
klişelerinden artık -kim bilir kaç bin yıllık- şehire çok yaklaşmış olduklarını
anlıyor. Son durağı olacak Expres’in. Batının oracıkta biteceği varsayılan, bir
zamanlar güç isteminin doruğunu simgeleyen, kutsal yapıları göz kamaştırıcı
mozaiklerle tinselleştirilmiş bir başkentin inişli çıkışlı tarihi, yedi
tepesini tırmanıp inen bir yolcunun ardı ardına anlatabileceği tutarsız
izlenimlere koşut olarak yaşanmış, sonra da anıştırılmış sanki. Güç kavgasının
görkemli tarihi, anlamsızlık ve tutarsızlıklarla bezeli; uygarlık savaşlarla
kurulur türünden antinomiler yumağı zaman içinde büyüyegelmiş. Ama hep ezilmiş,
ezilen, vur tokadı suratına öteki yanağını çevirsin -sözümona- erdemiyle
kullaştırılmış bir teba bugünün carnivorus
ekonomisinde giderek daha köleleşmiş. Pencereden akıp geçen inanılmaz surlar
arasında bitmiş yıkık dökük, derme çatma yapılar da bunun en açık göstergesi. Surların
ardında tepede yükselen saray binaları, büyük beyaz deniz feneri, taş köprüler,
irili ufaklı kuleler ve birden dil ısırtacak bir kubbe. Bakanlar kendini
küçücük hissetsin diye.
Uzun
uzun düdük çalarak giriyor perona tren, yorgunluktan tıslayıp duruyor tarihi
garın ucunda. Bir elinde küçük valizi, diğerinde şemsiyesi, bıyığını gere gere
iniyor vagondan Monsieur Poirot. Kararlı adımlarla büyük giriş salonunu geçip
ana kapısından çıkıyor bugünün dünyasına. Kimse durup, dönüp bakmıyor bile; bir
başka eksantrik turist daha işte. Bir taksi değnekçisi, geçen yüzyılın en afili
giysileriyle kapının önünde -Sirkeci Garı'nı biraz önce yoketmiş bir sihirbaz
gibi- duran bu garip adamın yağlı bir müşteri olduğunu varsayarak ilgisini
esirgemiyor:
- Taksi mistır?
- Oui, yes, arrêtez
please.
Ağır aksanlı
Franglesine gülümsüyoruz tabii. Sürücüye "Pèra Palace S'il vous plâit"
derken ana diline dönüyor ister istemez. Başıyla neresi olduğunu anladığını
gösteren taksici, sarı Dacia'sının burnunu kalabalığın tam içine sokmaya
korkmadan, bir durup bir kalkan trafiğin parçası oluveriyor. Hangi eski
zamandan, hangi romandan gelirseniz gelin, bugün bu metropolün keşmekeşi sizi
mutlaka yakalar; fiyakanıza, gündelik gerçekliğe bunca aykırılığınıza filan hiç
bakmadan.
- Oh mon dieu!
- Pardon?
- Nothsing,
notsing!
Galata Köprüsüne
girmiyorlar. Sürücü büyük bir rahatlıkla La Corne d'Or'a koşut giden otobüs
duraklarının yan yoluna sapıyor, birbirlerine sarılmış boğa yılanlarını andıran
kuyruklar arasından süzülerek bir sonraki köprüye giden ana yola çıkıyorlar
kestirmeden! Köprüyü geçince yine tıkanıyor yol. İç yeleğinden kösteğini çekip
ucundaki gümüş saatine bakıyor Poirot, daha trende yeni kurmuş olması boşa
gitmiş, ya da yayı boşalmış, yerine çakılı kalmış gibi kıpırtısız yelkovanı. O
iyi bildiği, çok sevdiği çıt çıtları da duyamıyor kulağına dayamasına rağmen.
Kent uğultusundan, trafik, motor gürültüsündendir diye karar kılıp cebine geri
yerleştiriyor. Şimdi sürücüye saati sorsa bir sürü anlaşma, dil sıkıntısı
yaşayacak, düşüncesi bile yetti. Hem, adamı bu cambazlıkları yaparken oyalamasa
daha iyi olur kendi sağlıkları için.
- Pera Palas
burası, otel here mistır!
- Ah oui, on est
arrivé, is this Pèra Palace?
- Yes yes Pera
Otel.
Dikiz aynasına
gömülü dijital taksimetrede gördüğü miktarın fazlasını uzatıyor sürücüye, üstü
kalsın işareti yapıyor eliyle. Oh, sağ salim geldiler ya! Yoksa geçen yüzyılın
polisiye edebiyatında dillere destan olmuş bir dedektifin şimdi anlamsız bir araba
kazasında ölmesi bütün okurların asabını bozabilir. Öyle değil mi? Camus'yü bir
düşünün! Pek aynı şey değil ama...
- C'est absurd dis
donc!
- Buyur?
- I wasn't
talking to you, merci bye!
*
Poirot'nun, göz kamaştırıcı Art Nouveau asansörle beşinci kata çıkışını,
501 numaralı odaya yerleşmesini, yorgunluk uykusunu, uzun bıyık bakım seansını
hızlı geçelim. Bunları tüm detaylarıyla, odasının tam altında, 401 numarada
kalan yazarın daktilosundan on bir gündür çıkan kâğıtlar içinde uzun uzun akan
metinde bulabilirsiniz. Birdenbire kesilen, yarım kalmış o anlatıda
bulamayacağınız, anlamlandıramayacağınız, mantık sınırlarını delen sonraki olay
akışı hiçbir metine girmedi henüz: Aynı otelin kubbeli salonunda kurgu
karakteriyle yazarın birlikte yedikleri akşam yemeği, içtikleri pahalı şarap,
yazarın çakırkeyif odasına çekilişi, ertesi günün sabahı kahvaltısını getiren
oda servisindeki kızın yazarı yatağında ölü bulması...
İki
gün sonra, az görülen bir organik zehir etkisiyle kalp yetmezliği sonucu uykuda
öldüğü teşhisi kondu adlî doktorun otopsi raporunda. 501 numarada kalan
beyefendi ise hiç görülmedi, bulunamadı bir daha. Odası boştu, yatağı hiç bozulmamış
gibiydi; oysa resepsiyonist -ve dört ayrı otel görevlisi daha- yemin ediyor
akşam yemeğinden sonra ikisinin asansöre birlikte bindiklerine.
*
Kıpkırmızı kesilmişti bağırmaktan kadın. Elinde tuttuğu şeye avazı
çıktığınca haykırmış, sonra da yere çarpıp kırmıştı. Çarpmanın irkiltisiyle yine mutfağa kaçtı Piyon. Buzdolabının arkasına saklandı. Bıyıkları titriyor,
kulakları içeriden gelen sesleri tarıyordu. Sesler, tıkırtılar kesildi sonra. Televizyondan
gelen anlamsız gülüşmelerden başka yaşam belirtisi kalmamıştı duyduğu
kadarıyla. Uzun uzun bekledi, bekledi.
M'ye,
sözverilmiş,
uzun bir zaman önce başlanıp
bitirilememiş bir metnin
kalıntısı olarak.
Yıldırım
Arıcı
(2006-2014)