scaramouch
***** yıldırım arıcı *****
içerik:
-
►
2008
(48)
- ► Kasım 2008 (24)
- ► Aralık 2008 (24)
-
►
2009
(10)
- ► Şubat 2009 (1)
- ► Ağustos 2009 (1)
-
►
2010
(7)
- ► Şubat 2010 (1)
- ► Temmuz 2010 (1)
- ► Ağustos 2010 (2)
- ► Aralık 2010 (1)
-
►
2011
(5)
- ► Mayıs 2011 (1)
- ► Temmuz 2011 (3)
-
►
2013
(6)
- ► Şubat 2013 (1)
- ► Mayıs 2013 (1)
- ► Haziran 2013 (2)
-
►
2014
(5)
- ► Nisan 2014 (1)
- ► Mayıs 2014 (1)
- ► Haziran 2014 (2)
- ► Ağustos 2014 (1)
-
►
2015
(4)
- ► Şubat 2015 (1)
- ► Temmuz 2015 (1)
- ► Ağustos 2015 (1)
- ► Eylül 2015 (1)
-
►
2016
(3)
- ► Ağustos 2016 (1)
- ► Kasım 2016 (1)
20 Temmuz 2018
16 Temmuz 2018
14 Temmuz 2018
13 Temmuz 2018
28 Ocak 2018
Samuel Beckett: Bir Parça Monolog
*
Perde.
Uçuk dağınık ışık.
Konuşmacı sahneönünün
iyice kenarında seyircilerin solunda.
Beyaz saçlar, beyaz
gecelik, beyaz çoraplar.
İki metre solunda, aynı
hizada, aynı yükseklikte, yeryatağının beyaz ayağı.
Konuşma başlamadan on
saniye önce.
Konuşmanın bitmesinden
otuz saniye önce lamba ışığı yitmeye başlar.
Lamba söner. Sessizlik.
KONUŞMACI, küre, yeryatağının ayağı, dağınık ışıkta belli belirsiz görünür
durumda.
On saniye. Perde.
KONUŞMACI:
Doğum ölümüydü onun. Yeniden. Sözler
az. Ölürken de. Doğum ölümüydü onun. Pis pis sırıtan o zamandan beri. Kalkar gelecek kapağa. Beşikte ve kundakta. Emerken ilk fiyasko. İlk sarsak adımlarla. Anadan nineye ve geri. Boydanboya. İleri geri eğri bacaklarla. Öylesine pis pis sırıtıp durarak. Cenazeden cenazeye.
Şimdiye. Bu gece. İkibuçuk milyar saniye. Yeniden. İkibuçuk milyar saniye. İnanması zor o kadar az olduğuna. Cenazeden cenazeye.
Cenazeleri…sevdiklerinin diyecek handiyse. Otuz bin gece.
İnanması zor o kadar az olduğuna.
Gecenin köründe doğmuş.
Güneş çoktan batmışken karaçamların ardında. Yeni iğneler yeşile dönerek. Odada karanlık büyüyor. Standard lambadan gelen ışığa dek. Fitil kısık. Şimdi
de. Bu gece. Kalkıp günbatımında. Her günbatımında. Odada uçuk ışık. Nereden bilinmez. Pencereden değil. Hayır. Neredeyse hiç.
Hiç diye birşey yoktur.
Elyordamıyla pencereye ve gözünü dışarı diker. Durur bakarak gözünü dikmiş. Kıpırdamadan bakarak.
Hiçbirşey kıpırdamaz o kara kocamanda. Elyordamıyla geri sonunda lambanın durduğu yere. Daha önce durduğu. Son söndüğünde. Sağ cebinde kibrit çöpleri. Birini yakar kalçasına sürterek
babasının öğrettiği gibi. Çıkarır
sütbeyaz küreyi kenara koyar.
Kibrit söner. Bir tane daha
yakar önceki gibi. Çıkarır
fanusu. İslenmiş. Sol elinde tutar. Kibrit söner. Üçüncüyü yakar önceki gibi ve fitile tutar. Fanusu geri koyar. Kibrit söner. Küreyi geri koyar.
Fitili kısar. Işığın
kıyısından geri çekilir ve yüzünü doğuya döner. Boş duvar. Öyle
gece gibi. Kalk. Çoraplar. Gecelik.
Pencere. Lamba. Işığın kıyısından geri çekilir ve durur
yüzü boş duvara dönük. Resimlerle
kaplı birzamanlar. Resimleri…sevdiği
kişilerin diyecek handiyse.
Çerçevesiz. Camsız. Duvara iğnelenmiş. Çeşit çeşit biçimde ve boyda. Biribiri ardından indirilmiş. Gitmiş. Parçalanmış ve savrulmuş. Saçılmış yere.
Tek seferde değil. Aniden
bastırmış bir…değil. Söz yok. Duvardan koparılmış ve parçalanmış
birer birer. Yıllar içinde. Gece yıllarınca. Duvarda şimdi hiçbirşey yok iğnelerden
başka. Hepsi değil. Bazıları koparılırken sökülmüş. Bazıları hâlâ iğnelemiş duruyor bir
parçayı. Öyle durur yüzü boş
duvara dönük. Ölmeye devam. Ne eksik ne fazla. Hayır. Eksik. Ölmeye
eksik. Hep daha eksik. Akşamçöküşünde ışık gibi. Durur orada yüzü doğuya dönük. Boşalmış iğnedelikli yüzey birzamanlar
beyaz gölgede. Birzamanlar
adlandırabilirdi hepsini. Şurada
baba. Şu gri boşlukta. Şurada anne. Şu ötekinde.
Şurada birlikte.
Gülümseyerek. Düğün
günü. Şurada üçü birarada. Şu gri lekede. Şurada yalnız. Kendisi yalnız. Vesaire. Şimdi değil.
Unutulmuş. Hepsi gitmiş
uzun zaman önce. Gitmiş. Koparılmış ve parçalanmış. Yere saçılmış. Süprülmüş ortalıktan yatağın altına ve
bırakılmış. Binlerce yırtık parça
yatağın altında tozla ve örümceklerle.
Bütün…sevdikleri diyecek handiyse.
Durur orada yüzü duvara dönük gözünü dikmiş öteye. Hiçbirşey yok orada da. Hiçbirşey kıpırdamaz orada da. Hiçbirşey kıpırdamaz
herhangibiryerde. Görülecek
herhangibirşey yok herhangibiryerde.
İşitilecek herhangibirşey yok herhangibiryerde. Bir zamanlar seslerle dolu odada. Uçuk sesler. Nereden bilinmez.
Daha az ve daha uçuk zaman geçip giderken. Geceler geçip giderken. Hiçbiri şimdi.
Hayır. Hiç diye birşey
yok. Yağmur bazı geceler yandan
çarpar gene camlara. Ya da yavaşça
yağar aşağıdaki yere. Şimdi
de. Lamba tütüyor kısılmış
fitilden. Garip. Uçuk duman süzülüyor küredeki
açıklıktan. Alçak tavan geceler
boyu islenmiş bundan. Kara
biçimsiz leke gerisi beyaz yüzeyde.
Birzamanlar beyaz. Durur
yüzü duvara dönük betimlenen çeşitli adımlardan sonra. Yani akşamçöküşünde kalk ve gir
geceliğin ve çorapların içine.
Hayır. Zaten onların
içinde. Onların içinde bütün
gece. Bütün gün. Bütün gün ve gece. Kalk akşamçöküşünde gecelik ve çoraplar
içinde ve yerlemlerini bulmak için biraz durduktan sonra elyordamıyla
pencereye. Odada uçuk ışık. Anlatılamazca uçuk. Nereden bilinmez. Durur kıpırdamadan bakarak dışarı. Karanlık kocamanın içine. Hiçbirşey yok orada. Hiçbirşey kıpırdamaz. Görebileceği. İşitebileceği.
Kalır bir daha hareket edemeyecek gibi. Döner sonunda ve yeteri kadar istenç hareket etmeye. Döner sonunda elyordamıyla lambanın
durduğunu bildiği yere. Bildiğini
sandığı. Daha önce durduğu. Son sönmeden önce. Birinci kibrit küre için
betimlenmiş. İkinci fanus
için. Üçüncü fitil için. Fanus ve küre geri yerlerine. Fitili kısar. Işığın kıyısından geri çekilir yüzü duvara dönük. Doğuya. Yanındaki lamba kadar kıpırtısız. Gecelik ve çoraplar beyaz uçuk ışığı almak için. Birzamanlar beyaz. Saçlar beyaz uçuk ışığı almak
için. Yatak ayağı bellibelirsiz
tuvalin kenarı. Birzamanlar beyaz
uçuk ışığı almak için. Durur orada
bakarak öteye. Hiçbirşey. Boş karanlık. İlk söze dek hep aynı.
Geceden geceye aynı. Doğum. Sonra yavaşça uçuklaşıp yitmesi bir
uçuk biçimin. Karanlıktan
çıkıp. Bir pencere. Batıya bakan. Güneş çoktan batmış karaçamların ardında. Işık ölüyor. Yakında hiç kalmayacak ölmek için. Hayır. Hiç ışık
diye birşey yok. Yıldızsız aysız
gökyüzü. Ölür şafağa ve asla
ölmez. Orada karanlıkta o
pencere. Gece yavaşça
çöküyor. Gözler küçük cam
pırıltısına o ilk gecede. Dön
ondan sonunda yüzleş kararan odayla.
Orada sonunda yavaşça bir uçuk el.
Tutuyor yüksekte bir yanan çırayı.
Çıranın ışığında uçukça el ve sütbeyazı küre. Sonra ikinci el.
Çıranın ışığında. Küreyi
çıkarıp görünmez oluyor. Yeniden
göründüğünde boş. Fanusu
çıkarıyor. İki el ve fanus çıranın
ışığında. Çıra fitile. Fanus geri. Çıralı el görünmez oluyor. İkinci el görünmez oluyor. Bronz yatak somyasının pırıltısı. Uçuklaşıp yiter. Doğum ölümü onun. O boş boş gülümseme. Otuz bin gece. Durur lamba ışığının kıyısında bakarak
öteye. Karanlık bütünün içine
yeniden. Pencere gitmiş. Eller gitmiş. Işık gitmiş.
Gitmiş. Yeniden ve
yeniden. Yeniden ve yeniden
gitmiş. Karanlık yavaşça ayrılana
dek yeniden. Gri ışık. Yağmur çığıl çığıl. Bir mezarın çevresinde şemsiyeler. Yukarıdan görülüyor. Akıtıp duran siyah kubbeler. Siyah hendek aşağıda. Yağmur siyah çamurda fokurduyor. Şimdilik boş. O aşağıdaki yer. Hangi…hangi sevdiği kişi? diyecek
handiyse. Otuz saniye. Eklenecek ikibuçuk milyar
küsura. Sonra uçuklaşıp yiter. Karanlık bütün yeniden. Kutlu karanlık. Hayır. Bütün diye birşey yok.
Durur bakarak öteye yarı işiterek kendi söylediklerini. Kendi mi? Sözler ağzından dökülen. Ağzını kullanan.
Yakar lambayı betimlendiği gibi.
Geriye çekilir ışığın kıyısına ve yüzünü döner duvara. Gözünü diker öteye karanlığın içine.
Bekler ilk sözü hep aynı. Birikir
ağzında. Ayırır dudaklarını ve
uzatır dilini. Doğum. Ayırır karanlığı. Yavaşça pencereye. O ilk gece. Oda. Çıra. Eller. Lamba. Bronz
pırıltısı. Uzaklaşıp yiter. Yeniden ve yeniden. Yeniden ve yeniden yitmiş. Ağız apaçık. Bir çığılık.
Boğulur burunda. Karanlık
ayrılır. Gri ışık. Yağmur çığıl çığıl. Akıtan şemsiyeler. Hendek. Fokurdayan siyah çamur. Karenin dışından tabut. Kiminki?
Uzaklaşıp yitmiş.
Gitmiş. Geç başka
konulara. Geçmeye çalış. Başka konulara. Duvardan ne kadar uzakta? Başı neredeyse dokunuyor. Pencerede gibi. Gözleri dikilmiş cama dışarı
bakıyor. Hiçbirşey yok
kıpırdanan. Karanlık kocaman. Durur orada kıpırtısız gözünü dikmiş
dışarı bir daha hareket edemeyecekmiş gibi. Ya da gitmiş yeniden hareket etme istenci. Gitmiş. Kulağında uçuk bir çığılık. Ağız apaçık.
Kapanır hışırtısıyla nefesin.
Dudaklar birleşmiş. Duy
yumuşak dokunuşunu dudağın dudağa.
Dudak dokunur dudağa. Sonra
ayrılır çığılıkla önceki gibi.
Nerede şimdi. Pencereye
geri gitmiş dışarı bakıyor.
Gözleri cama dikilmiş.
Sanki son kez sakıyor gibi.
Döner sonunda elyordamıyla uçuk anlaşılmaz ışık içinde görülmeyen
lambaya. Beyaz gecelik hareket
ediyor o loşlukta. Birzamanlar
beyaz. Yakıp duvara çeviriyor
yüzünü betimlendiği gibi. Başı
neredeyse dokunarak. Durur orada
bakarak öteye bekleyerek ilk sözü.
Birikir ağzında. Doğum. Ayırır dudaklarını ve uzatır dilini
aralarına. Dilin ucu. Duy yumuşak dokunuşunu dilin dudaklara. Dudakların dilde. Uçuklaşıp yit pencerenin dışındaki
karanlıkta. Dik gözünü
karanlıktaki çatlağın içinden öteki karanlığa. Daha ötede de karanlık. Güneş çoktan batmış karaçamların ardında. Hiçbirşey kıpırdamaz. Hiçbirşey uçukça kıpırdamıyor. Kıpırdamadan durup gözleri cama dikili. Sanki son kez bakıyor gibi. O ilk gecede. Otuz bin küsurdan biri. Dön geri sonunda karartılmış odaya. Orada yakınında olacak. Bu gece olacak. Çıra. Eller.
Lamba. Bronz
pırıltısı. Rengi atmış küre
loşlukta yalnız. Bronz yatak
somyası ışığı yakalayan. Otuz
saniye. Kabartmak için ikibuçuk
milyar küsuru. Uçuklaşıp yit. Gitmiş. Çığlık.
Söndürülen burundeliklerinden nefesle. Yeniden ve yeniden.
Yeniden ve yeniden gitmiş.
Kimin mezarına kadar? Hangi…sevdiği
kişininki diyecek neredeyse. O
mu? Siyah hendek çığıl çığıl yağmur
içinde. Çıkış yolu karanlık
içindeki gri çatlakta. Yüksekten
görülen. Akıtan kubbeler. Fokurdayan siyah çamur. Tabut yolda. Sevdiğim…handiyse sevdiğim diyecek yolundayken. Onun yolunda. Otuz saniye.
Uçuklaşıp yit. Gitmiş. Durur orada ötelere bakarak. Karanlık bütünün içine yeniden. Hayır. Bütün diye birşey yok.
başı neredeyse dokunarak duvara.
Beyaz saçlar yakalayarak ışığı.
Beyaz gecelik. Beyaz
çoraplar. Beyaz ayağı yatağın kıyısında karenin sahnenin solunda. Birzamanlar beyaz. En azından…bırak ve baş dayanır
duvara. Ama hayır. Kıpırtısız başı dik gözü öteye
dikili. Hiçbirşey yok kıpırdanan. Hafiften kıpırdanan. Otuz bin hayalet gecesi ötede. Ötesinde o siyah ötenin. Hayalet ışık. Hayalet geceler.
Hayalet odalar. Hayalet
mezarlar. Hayalet…handiyse
sevdiğin hayalet kişiler diyecek.
Bekleyerek yırtan sözü.
Durur orada gözü o siyah peçeye dikili dudakları titreyerek yarı
işitilen sözlerle. Başka konuları
konu edinen. Başka konuları konu
edinmeğe çalışarak. Yarı işitene
dek yoktur başka konular.
Hiçbirzaman yoktu başka konular.
Hiçbirzaman yok iki konu.
Yok tek bir konudan başkası.
Ölüp gitmişler. Ölen
gidenler. Gitme sözünden. Gitmiş sözü. Başka nereye ki?
Gözünü öteye dikmişin farketmediği. Küreye yalnızca.
Öteki değil.
Anlaşılamamış.
Hiçbiryerden. Her yanda
hiçbiryer. Söylenemezce uçuk. Küre yalnızca. Yalnız gitmiş.
çeviri; Oruç Aruoba
27 Mart 2017
ara
Ancak sinlikte olur dirilmeler.
Tersi yüzü karışmayan, birbirine karılmayan renkler de var.
“Ara” ise, hem açık, hem ulaşılmaz, ulaşıldıkça kaçan, aralığını koruyan olsa gerek.
Kimi renkler tutunamaz, yerini yurdunu bulamaz gibi; fırçanın çabası boşuna, ne palet, ne de tual. O tonu karan ustalar çoktan geçip gitmiş o kapıdan.
Turanın berisiyle yazının ötesi, sırt sırta düşüp cuk gelmez hiç. Belki bir -bilemedin- iki kez tüm yaşamında.
Tersine ya da düz gitmek değil işin; o aradan geçmek.
Bir kez...
21 Kasım 2016
Ğ BÜFE
Ğ Büfe
Yamalı asfaltın üstünden ip atlarcasına aşmak isteyip de becerememiş, korkudan donup kalmış bir armadillo karalamasını andıran yaya geçidinin ayağında, merdiven altına dayanmıştı Ğ Büfe. Ne çok büyük, ne de küçüktü. Tıkız tahta gövdesi, yalancı kiremitli çatısıyla şirin bile denebilir; hele boyası kavlak, yarı paslı demir üst geçitle birlikte bakarsan. Kıyas kıstasları zamanla ufalanıp tozlandığından mıdır, iki farklı türün ortak yaşam evriminde pişip, bir olmuşlardı. Demiri ayıramazdın ahşaptan; kaşın gözden kaçışı -ya da yolun öte yanından bakıp, basamakları tırmanıyorsun diyelim- denizaşırı bir liman feneri. Eğretilemeleri uzatıp, eğip bükmeye gerek yok: Değirmi tabelasında “Ğ Büfe”yi, beyaz üstüne kırmızı helvetica’yla okuman da yeterlidir.
Sokağa attın kendini. Sözün gelişi. Evden çıkmak istedim diyebilirdin. İstedin çünkü cıgaran bitmiş, hem sıkılmıştın. Yarın son günü, dergiye göndermen gereken metin gitmiyor. Takılıp kaldın:
Gerçek (Lat. Realis) (Alm. Real, Wirklich) (Fran. Réel) (İng. Real) (Es. Türkçe Hakikî, Vakî)
1- Düşünülen, tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak, varolan.
2- Bilinçten bağımsız olarak varolan.
Bir felsefe terimi olarak kullanıldığında “gerçek” -yine felsefedeki tanımı gereği- imlediği nesnesi üzerine belli bir bilinçle gidilen, içinde yer aldığı söylemin tasarımında hep önemli bir yapıtaşı olarak kullanılan, gri, siyah ve az miktarda üretilmiş beyaz çeşitleriyle pek bir cakalı “laf”tır.
Oysa asıl çeşitleri, diğer “bilimsel” disiplinlerde, etnik ya da modern toplum dillerinde, bakkallarda, süpermarket raflarında görülür. Bazı antik gerçeklerin müzelerde, müzayedelerde, ikinci el pazarlarında yeniden, yeniden değerlendirildiğini hepimiz biliriz, ama bir sürü para verip alan, salonun baş köşesindeki camlı dolabın içinde tozdan ve çocuklardan koruyarak sergileyenlerimiz çok değildir.
Ne yazık ki, eski türkçedeki karşılığı “hakikî” bir başka felsefe karamı olan “hakikat” ile fena halde karıştırılagelmiştir cumhuriyet dönemi türkçesinin 1980’lerden beri giderek yozlaşan “trend”leri içinde; gerçek / hakikî / hakikat boz bir bulamaç olmuştur çam sakızı niyetine çiğnene çiğnene...
Şimdi nerden çıktı bu açıklamalar demeyin, reklam (tanıtım) sektöründe -ki yıldızı en çok parlayan trendlerden sayılabilir- serbest ekonomiye, kapitalist düzene ayak uydurmaya çalışan toplumlarda, en sık başvurulan kurtarıcı kut misyonunu başarıyla sürdürmektedir bu sözcük! Yalnızca sözel ya da metinlerde kalmayıp, görsel alandaki kurmacalarla da desteklenmektedir. Kısacası, dilin bütün kitle iletişim formlarında joker olmuş çıkmıştır kahraman “gerçek”imiz.
Bir dünya tasarımı olarak ortaya konan fotograf imgesinin nesnesi, bilinçten bağımsız varolamaz, tersine, belli bir bilinç ürünüdür; bir bilinç refleksiyonu olarak tasarımlanmıştır. “Gerçeği yansıtan fotograf” türünden bir niteleme, bire bir kendini çelen, anlamsız bir laf tatlısıdır. Hâl böyleyken, günümüzün yükselen (!) değerlerindeki kullanımıyla fotograf, bir panayır soytarısının ironik hokkabazlığından öte, bir hiçtir.
Etikten, yalandan, yanlış ya da yersiz kullanımdan söz etmeğe gerek duymuyorum; böyle bir dünya tasarımının, insan değerlerinin olanaklılaştırılmasını olanaksız kılmasından bahsediyorum. Hakikat olmayan gerçeklerinize, sezon idirimiyle birlikte sekiz ilȃ on iki taksitler size en yakın a ve melerde…
Cıgara bahanesi. Hani, evi iyice arasan bulursun biliyorsun. Kitapların arkasına sakladığın yarım bir paket, eski, kullanmadığın tabakalarda kalmış bir-iki tek vardır mutlaka. Ağırbaşlı başlayıp, sapıtınca olmadı, durmalı. Durdun. Dışarı çıktın. Sokağı geçip anayola… Aklında “fotograf” sözcüğünü yumuşak g ile yazanlara belirgin bir nefret duyarken. Nefretten çok, tiksinme belki. Yumuşak g ile cıgara aynı düşünce balonunda karışınca, karar vermiş oldun. Sokağındaki bakkal yerine, anayoldaki üst geçite yönel. Bakkala çok gerekmedikçe girmezsin. Rafların üstüne iliştirdiği tüplü, metalik gri boyalı polietilen televizyonda ya bangır bangır yerli dizi seyrediyordur, ya da kulak tırmalayıcı hamasi vurgularla çığıran bir hödüğün sunduğu hükümet yandaşı kanalın haberlerine denk gelmek var. Suratına bakmadan, istemediğin paketi verir -hep yanlışını verir önce- yinelersin istediğin markanın içtiğin çeşidini –anlasın diye paketinin rengiyle- ancak o zaman bakar bön bön yüzüne. Yeniden tütüne mi dönmeli? Pipon var ya. Evdeyken iyi de, her zaman olmuyor pipo, dışarıda zor iş; ıvırını zıvırını taşıması. Bu bir pipo değildir. Bu üst geçit de yayalar için değildir belki: Komando eğitim alanındaki parkurdan sökülüp getirilmiş olmalı. Kışın basamakları su birikintileriyle tuzaklaşır, ayağını yanlış atarsan kıçına kadar çamur olursun. Neyse, yazın ortası, şemsiyenin üstünde nasılsa dengede duran su dolu bardak yok, gereğinden sıcak çok, sözcükler ve şeyler, şeyler. Üçüncü türden tekil şeyler…
Yeter!
Sus!
Konuşmadan çıkamaz mısın? İşte son basamak, son seki. Yürü şimdi, yarım tüpün ortasında dur, aşağı bak. Sarı tepsilerle kayan lekelere odaklan. Gözün daldıkça susar ses. Sesin sus pus. Aksakallı bilgenin biri “karşıya geçmeli” dediyse, bununla söylemek istediği -illȃ ki- ermek, nirvanaya ulaşmak olmayabilir. Sensin sisipus. Yalnızca yalın yarım yamalı yamalak yalınayak…..karşı tarafa gitmek, ağacın gölgesine sığınmak istemiştir.
Sus dedim! Ah, sus, ne olur sus!
Kulaklarım tıkandı, duymaz oldum altımdan geçen arabaları.
başucumda, köşeye, gözümün netleyemediği o lekeye takılıp kalıyorum yine
çok sık değilse de, ara ara oluyor böyle
leke meke değil bu yok
bir yarık, bir oyuk
körelir girerim içine
sesler kesiliverir
sütkırığı, yumurta akı, yıvışık bir renk mürekkebinden geçer
gözüm kararana değin beklerim
kara bir örtü gelir kaplar yüzümü
boynum kaskatı, omuzlarım gergin
“işte bu” derim
“yok olmak”
belleğimin en dibini kazırım tırnaklarımla
ansıdığım ilk sesim
“meyni, meyni”
“peynir” diye düzeltir o
bu baba, bu güler bana, anne
sıcak, sıcacık
daha öncesi yok, sessiz, karanlık, hiç
“işte bu” derim “olmamak”
varoluş, mutfak dolabının rafında gördüğüm, etiketinde ABGANADU yazan bir şurup şişesi
Uğultu geri döndü. Yürü. Aşağı kıvrılan basamaklar. İn şimdi. Takılıp kırılma. Al dım ver dim ben seni yen me ye…. al dım ver dim ben seni yen me ye geeel…. dim. İşte: Yolun karşısındasın.
Belirsiz düşünce denizinde yüzen imgelerle kurduğun bir düş; yeğin, keskin, sivri, pürüzlü değil hiç. İçine girince tenine sürtünmeden, yapışmadan bulut gibi akar etrafında. Karşısı hep daha güzeldir. Geldiğin yer de olsa.
anneme telefonda yalan söyledimdi; “nasıl sevgili kediciğin, hasta gibi diyordun...” diye sorduğunda, “çok iyi...” çıktı ağzımdan uzun bir yutkunmadan sonra. “öldü.”, “kaybettik.”, “gitti!” demedim
diyemedim
belki de bunun annemle son konuşmamız olduğunu mu sezmiştim?
bilmiş miydim
İlmiye Hanımın bir hafta sonra Minu’yu
kucağında taşıyacağını
eylül bulutlarında
_ Buyrun.
_ Nasılsınız?
_ Teşekkür ederim, ya siz? Ne arzu etmiştiniz?
_ Cıgaram bitti de.
_ Ne içiyordunuz?
_ Filitresiz Tomurcuk.
_ ? Öyle bir cıgara yok.
_ Filitrelisi de mi?
_ Öyle bir marka yok yani.
_ Peki, başka bir şey verin.
_ Satranç takımı verebilirim, bugün geldi, taşları hem saydam, hem de taze.
_ Evde bir takımım var ama saydamını hiç görmemiştim. Taze mi?
_ Taze!
_ Ne, niçin peki?
_ Taş alınca yiyebiliyorsunuz gönül rahatlığıyla.
_ Bu çok saçma, bir oyunda biter o zaman takım.
_ Günlük gelecek her sabah, istediğiniz kadar alırsınız.
_ Yazıyı bitirmem gerek, bana cıgara lazım akşam için.
_ Ne üstüne çalışıyorsunuz?
_ Gerçek!
_ Hımm, zor konu.
_ Yaa! Takıldım kaldım, tıkandım doğrusu.
_ Anladım. Şiir filan yazsanız, daha kolay!
_ Gençliğimde denemiştim biraz ama, şiir para getirmiyor gerçek hayata.
_ Nasıl şeyler yazardınız, var mı aklınızda, ezberden okuyabileceğiniz bir örnek?
_ Hımm, bir düşüneyim, “dün ölümü gördüm
ne güzel de yatıyordum
dürttüm uyanmadım
eğildim bana
dudağımı öptüm
bir vişne düşü bahçemde
üşüdüm
uyanmadım”
_ Güzelmiş, adı var mı bunun?
_ Ölümüöp
_ Çok alaycıymış, sevdim. Devamını getirmediniz yani işin?
_ Yok! Hayat işte, ekmek parası kazanmak lazım.
Ustama anlatmış Ece Ayhan, çok olmuş, epey bir önce ölümünden:
Cebinde metelik yokmuş. Belki bir kıdım telif parası alırım da günü kurtarırım umuduyla, gidip yayıncısını görmek niyetindeymiş. Yolda, bir vitrin önünde dikilmiş, camın arkasındaki çeşit çeşit helvalara, fıstıklı, cevizli baklavalara bakan küçük bir roman kız görmüş. Durakalmış tabii. Yalınayak kız yutkunarak bakınırken tatlılara Ece’yi fark etmiş. Çekinerek “Bana bunlardan alsan a.” demiş, parmağıyla gösterip.
Ece’nin içi burkulmuş, “Hay köfte hayat! Beş kuruşun bile olmadığı zamana denk geldi bu durum.” Ne desin, bir mazeret uydursa belki, belki...
“Kızcağızım, bu tatlılar tatlı görünür ama, zararlıdır sağlığına, yaramaz pek. Boş ver onları ne yapacaksın.” çıkmış ağzından.
Küçük kız şöyle bir durup yutkunmuş yine, minik çenesiyle oracıkta, köşedeki simitçinin tablasını göstermiş “Peki o zaman, bi simit al!”
Ustamın gözleri doluyor, devam edemiyor.
Ece Ayhan’ın değil helva melva, simit almağa bile parasının olmadığını,
hayatının sonuna dek yokluk içinde, yapayalnız,
yüzyılın en büyük şairlerinden birinin, kimsesiz, umarsız kaldığını
bildiğimi biliyor.
◊
21 kasım 2016
klazomenai
14 Ağustos 2016
SOMUT BİR SON İÇİN ÖNERME
perpetuum mobile
Oyun
bitmiyor. Bu kitabın yazısı da... Bildiğiniz gibi, kitaplar okunur, biter; hep
yazılıyor olsa da, yazının sonu
hiç gelmeyecek gibi olsa da, okunur biter. Bitmelidir. Yazar bir yana,
yayıncılar, matbaalar, dağıtımcılar, kitap sizin elinize ulaşsın diye çok
titizlik gösterip, uğraş verirler. Yazı yine de bitmiyor bununla.
Yazar
hem iyi niyetli, hem de kayıtsızmış gibi bu duruma. Bir anlamda kendini yazan
yazar, kendi kuyusunu da kazar. Kitabı bitirmek için didinir durur. Kitap -bitse
de bitmese de- okurunu kandırmıştır; yazının apaçık hakikati, kâğıt üzerinde mürekkep
izi olmanın ötesinde, kaypak bir tilki imgesinin bile yetersiz kalacağı ormanların rüzgârına kapılmıştır. Son sayfaya
geldiğinde okur, belki bir küfür savurur bu rüzgâra. Kalkıp, kitabı iki damla
balını anca tadabildiği bir keçiboynuzu posası gibi tükürmek ister. Evirip
çevirip elbise dolabının üzerine atabilir. Yok! Yok hayır; televizyonun üstüne
bırakmış, bakın!
Oyun sürüyor oyuncularını değiştirerek.
Yorulup tükenenlerin yerini yenileri alıyor. Bir
değişim, oyunbozanlık yapanların boşluklarını dolduruyor hemen. Bakın, akşam
çökmüş, tülperdeden sızan ışık masaya, halıya, banyodaki lavaboya, su dolu
küvete bulaşmış. Kitap televizyonun üstünde bir süre daha bekleyecek, sonra arkaya
kayıp düşecek, temizlikçi kadın onu bulup kitaplığa, diğerlerinin arasına katana
değin toz kokusunu iyice emecek kâğıdı.
Mavi alacakaranlık hoşuna gidiyor
kadının. Krom armatürün soğuk tarafını yice kısıyor;
sıcak, çok sıcak bir küvet dolusu hindistan cevizi kokulu suyun içine gömülecek, yer
yer güneş lekeli, pul pul soyulmaya yüztutmuş tenini gevşetecek.
Yüksek tavanlı salonun sokağa bakan yüzü
boydan boya pencere. Artık iyiden iyiye erken kararan hava, bir ürperti
dalgasını önce turuncu, giderek akkorlaşan sokak lambalarından cesaret bulup
aralık camdan içeri itiyor. Tül salınıp televizyon ekranında ciddi tavırlarla
konuşan ekonomi profesörünün yüzünü, kelini seyrek bir peçe gibi örtüyor. Bu
evde hep açıktır televizyon. Pencerenin önünde, geçilmesinin tabu olduğu bir
sınırın bekçiliğini yapar. Hemen yanındaki masif maundan sehpada, gümüş tutaçlı
kristal bir küllük, açılmamış bir paket karanfilli Jarum sigarası, bir de küçük
sarı kâğıda bırakılmış şu not:
Yazıları okudum. Hepsi deli saçması.
Yaşantı düşüklükleri var, ama bununun düzeltilmesi olanaksız.
Yaşantı düşüklükleri var, ama bununun düzeltilmesi olanaksız.
Yürüyüşe
çıkıyorum,
görüşürüz.
Profesör, dillendirdiği
durumun çözümsüzlüğünden değil de, tül peçesinden sıkılmış gibi bekinip
boğazını temizliyor; “...makro
ekonomide entropi ivmesi sabit tutulmalıdır.Yoksa bu toplumsal bir kaosa
zorunlu gidiş olur, bence... “
İki çekik
sarı göz, dikkatle yarılmış iki bilye gibi camsı, donuk, siyah pençelerin üstünden
profesörü kolluyor. Orak biçimli tırnaklar koltuğun kumaşına saplanıp kalmış.
Kulaklar, banyodan dalga dalga gelen ince sesleri ayrıştırmak için yirmişer derece
geriye dönüyor. Pembe siyah burnu, dışavurumcu bir yağlıboya tuale ahlâksızca
uzanmış bir odalık cinsiyeti gibi ıslak, titrek.
Tatlı,
baygınlık veren, göz karartan egzotik koku, su şıpırtılarıyla dalgırlanıyor. Lav topları
pençelere emir göndermiş olacak ki, ansızın kalkıyor kedi. Kaslarını gerip
kamburunu çıkarıyor. Koltuğun kolundan boşalmış hallaç yayı gibi düşüyor parke
zemine. Üç hamlede geçeneği aşıp, önce ışıksız, havasız kalmış mutfağa,
buzdolabının önüne geliyor. Yerde boş bira şişeleri, dayanılmaz bir mayalanma,
küflenme kokusu.
Geriye
dönüp, o’nun her zamanki kokusunun seyrelip içinde yittiği kocaman bölüme, yani
şu banyo denilen yere dalıyor. O, boyun eğmediği, eğmeyeceği güç; yoldaşı
küvetin içinde, köpüklerin altında kaybolmuş, kızıl saçları yanında ince bir fiber
kablo gibi akan suyla omuzlarına yapışmış. Boynu geriye doğru, gözleri kapalı.
Suyun altında ritmik devimlerle gidip gelen eller uzak bir deltanın içinde
yitmişler. Soluk dudakları çekilmiş, kısık iniltilerle yardım istermiş, yalvarırmış gibi geliyor
Piyon’a.
Piyon, evin,
yani evrenin asıl efendisi. Siyahların askeri. Bir öncü, bir nefer. Kulaklarını
geriye atıp yere yapışıyor. O’na yardım edemez. Suya girme riskini alamaz.
Bekleyecek. Durum bir kesinlik kazanana kadar, kıçı havada, çenesi yerde bekleyecek.
Zaten bütün bir gün yaptığı da bu. Hava kararana, gece inene değin bir sıva
çatlağını gözleyebilir. Duvarın kıpırdadığı görülmüş, Piyon’un yıldığı duyulmamıştır.
Kısa, kesik
bir çığlık seremoninin bitişine, ıslak parmakların tutuğu cıgaranın yakılışı da
bir başka ritüelin başladığına işaret. Küvetin yanından gördüğü dirsekten sızan su fayansların dokusu boyu ilerleyip, pençelerinin önünden küçük saydam bir
solucan gibi geçip gidiyor. Piyon, kadının yerdeki küllüğü ararken suda büyük
bir çalkantı kopartmasıyla zıplayarak havada burgulanıp geçeneğe, sonra salona
seğirtiyor.
*
“Üzerine konuşulamayan konusunda
susmalı.” Oyunun yazılı ya da sözlü kuralları belirsiz de olsa, neyin kural
kırımı olduğu 'apriori'dir. Belki de, oyunun kendine en ait olan rengi budur.
Tersten gitmekte olan bir olumlama. Bilimin kullanacağı türden ampirik bir
metod. İronik, değil mi?
Kozmologların madde analizinde kullandıkları spektrum aralıklarında,
renk tayfının
izdüşümünde bir renk, hem de asal bir renk -diyelim ki bu kırmızı olsun- elinizdeki tek
ipucudur. İnanılmaz uzaklıkta, inanılmaz boyutlarda, inanılmaz bir kütlenin
göstergesi olan tek anahtar; bir renk. En “kendisi” olan. En “en” olan.
Handiyse umarsız bir bilim insanı olmaktan kurtulamazsınız yine de.
Tersten gelen bir
olumlama, bir renk -kırmızı- en kırmızı, olsa olsa bir kural dışılık olabilir
ancak. Olguya dair elinizdeki tek bilgi bir kural kırılması. Ne bilim ama!
Değil mi? Hadi gidin. Saygın bir süreli dergide makalenizi yayınlayın. Laf
açın. Laf taşıyın. Laf katın. Ya da
Üzerine konuşulamayan konusunda...
*
Oyun da
biter, kitap da. Bir anlamda kendini yazan yazar, o “kendi” anlamını da teslim
etmek zorundadır okuyucuya. Yazarın kaybetmesi ya da kazanmasından söz
edilemez. Benzer bağlamda “kendine teslim olmak” bir belirleyici sonuç olarak
çıkarsanamaz.
Yazarın
kitabı bitirmesinde sakınca yoktur. Bu türden önermelerin getirdiği gözle görülür
ferahlık, yazarın daha pervasızca cıgara, daha koyu kahve tüketmesine yolaçar.
Kalemi bilenir, dili kekrenir. Tad duyularının zedelenişi haz verir hâle gelir.
Yazar, ara ara, metine kendini de katabilme kaygısından -giderek saplantısından-
azar azar ipin ucunu kaçırır. İpin üstündeki canbazın üstünden aşmaya çalışan
kanbur olduğunu unutuverir. Aynı zamanda ipi elinde gergince tutmak koşuluna
aynı ipin düğümüyle bağlı olduğunun bilincinde olarak. Hani Sylvian’ın bir
şarkısında söylediği gibi; "...bilincinin
en derininde, atomların, hücrelerin her birinin çeperinde..."
Dili kötü kullanmak
bir çeşit modacı sanrsı gibidir; bıyıklar Hercule Poirot'msu olsa da, sözüm ona
bir cinsel tercih etiketi olarak tescillenir. Her neyse, Yazarı okuyana da,
kendini okutana da şapka çıkarmakla yetinelim, aman şimşekleri üstümüze
çekmeyelim, yoksa bu metini de basacak bir yayınevi bulamayız. Dili olabildiğince
kötü kullananlaraysa en büyük ödüller verilir. Kitapları yok satar. Basılmadan
tükenir. Erkek yazarlar fitilli kadifeden ceket-pantolon, kadınlar dantelli
uzun etekler giyerler. Şapka zorunlu olmamakla birlikte, şiddetle önerilir.
Duruş önemlidir. Eğretilemelerde futbol terimleri kullanılır. Buna koşut
olarak, caz güzeldir. Saksofon, cazı sembolize eden bir çalgıdır. Kenny G’nin
soyadı “sarımsak” olmakla birlikte, nedense bundan utanıp yalnızca başharfini
kullandığını bizim “caz sever” çeyrek -ya da seyrek- entellektüellerimiz bilmezler. Çünkü caz dinlemeyi sınıf
atlama koşullarından biri, sarımsak baygını düttürüyü de caz sanırlar. Bir
de kavramsal sanat var ki; derin, enigmatik bir okyanustur -amma velâkin destur- hangi salı koysan geçiverirsin.
Yeter ki “Bir iş yaptım, müthiş oldu!” diye şişin dur. Mışmışsın da mışmışsın.
Dil
kullanımını bir tarafa bırakıp, yalnızca anlamsal bağlantıları kurcalayacak olsak
eğer, nesnelerin kendisinden çok, imgelerini sevdiği ortaya çıkar
yazarımızın.Yazıya dökmeden önce, nesnelerin imgelerinden başka şeyler
olmadığını bilmediği, bilemediği hâlde. Bilme eylemi yazıya koşut gelişir.
Yazar, yazdıkça bilir, bilgeleşir. Ya da
*
İmdi, bu
üzerine konuşulması, hattâ yazılması gereken bir olgudur.
Kozmologların
yakaladıkları ipucu (artık bilimsel bir gerçeklik olan kırmızı) ve bu bilginin elegeçiriliş ânı, Hercule Poirot
tarafından tescil edilmiştir. Çapı ne olursa olsun bir
pekinliktir bu. İncir çekirdeğinden yağ çıkarıp (zengin şeyhlerin yaptığı idda edilen)
belli bir uzuvlarına sürme adeti, Poirot’da, kılların gürleşmesi, canlılığının
korunması amacıyla, çıkarılan yağın bıyığa burulması biçiminde ortaya çıkar.
Yağın miktarı önemli değildir, pekinliğin niceliği de.
Okurun
sabrını taşırmak olmamalıydı bu; yazar / yazdıkları / bıyığı üzerine konuşmak. Yine
de, yazının üzerine konuşulmalıdır.
*
Lafı uzatmadan, kırmızıyı pembeleştirmeden,
kara kedi Piyon’a dönmeliyim. Piyon benim kameraman kameram. Ondan daha
kusursuz bir işçi düşünemiyorum doğrusu. Sessiz, atik, yeri gelince beklemesini
bilen, ya da ‘görünmez mod’a geçebilen, çekim yapılmadığı zamanlarda yalnızca
uyumakla yetinen bir kamera. Kadını ondan iyisi aktaramaz. Sendikalı değildir.
Alkolle arası yoktur. Yönetmenle çatışmaz, makyözle fingirdeşmez. Islak ayak
izlerini koklayarak, yatak odasında giyinen kadının boy aynasındaki yansısıyla
kendisini aynı açıdan görebileceği bir yüksekliğe zıplıyor. Bütün gün bekledi,
zamanı geldi; Kadın banyodan sonra mutfağa gidecek, belki de et verir bu akşam,
sert taneli yemekten pek hoşlanmıyor. Bordo elbisesini giyiyor kadın, kızıl
saçları hâla ıslak, sedef bir tarakla düzeltiyor onları. Piyon aklına gelmiş
gibi, boynunu çevirip sırtındaki tüyleri yalamaya başlıyor. Zil! Yine
kulaklarını tırmalayan o korkunç ses. Her defasında irkilmekten kurtulamadı;
yere atlayıp mutfağa koşuyor. Bu sesten kurtuluş yoksa da, en uzak köşe burada.
Hem burada beklerse yemek meselesini hatırlatmış olur. Yüksek sesle konuşuyor kadın. Zilden sonra konuşur
hep. Hiç hoşlanmadığı o gürültü nesnesine doğru konuşur, evde başka bir insanın
olmadığını biliyor Piyon. Konuşması bitene kadar bekleyecek, sonra sıra ona
gelecek: “Burada seni bekliyorum. Açım. Yemek istiyorum.” diyecek.
*
Yazının üzerine en uygun konuşma, belki de yine bir kısa anlatı olabilir
diye düşünüyorum şimdi. Seneler önce başlayıp yarım bıraktığım bu metnin son
tümcesini tamamlayıp yeni bir paragraf başı yapıyorum.
*
6
numaralı vagonda Poirot, kendine özel bölmesinin penceresinden gördüğü dış semt
klişelerinden artık -kim bilir kaç bin yıllık- şehire çok yaklaşmış olduklarını
anlıyor. Son durağı olacak Expres’in. Batının oracıkta biteceği varsayılan, bir
zamanlar güç isteminin doruğunu simgeleyen, kutsal yapıları göz kamaştırıcı
mozaiklerle tinselleştirilmiş bir başkentin inişli çıkışlı tarihi, yedi
tepesini tırmanıp inen bir yolcunun ardı ardına anlatabileceği tutarsız
izlenimlere koşut olarak yaşanmış, sonra da anıştırılmış sanki. Güç kavgasının
görkemli tarihi, anlamsızlık ve tutarsızlıklarla bezeli; uygarlık savaşlarla
kurulur türünden antinomiler yumağı zaman içinde büyüyegelmiş. Ama hep ezilmiş,
ezilen, vur tokadı suratına öteki yanağını çevirsin -sözümona- erdemiyle
kullaştırılmış bir teba bugünün carnivorus
ekonomisinde giderek daha köleleşmiş. Pencereden akıp geçen inanılmaz surlar
arasında bitmiş yıkık dökük, derme çatma yapılar da bunun en açık göstergesi. Surların
ardında tepede yükselen saray binaları, büyük beyaz deniz feneri, taş köprüler,
irili ufaklı kuleler ve birden dil ısırtacak bir kubbe. Bakanlar kendini
küçücük hissetsin diye.
Uzun
uzun düdük çalarak giriyor perona tren, yorgunluktan tıslayıp duruyor tarihi
garın ucunda. Bir elinde küçük valizi, diğerinde şemsiyesi, bıyığını gere gere
iniyor vagondan Monsieur Poirot. Kararlı adımlarla büyük giriş salonunu geçip
ana kapısından çıkıyor bugünün dünyasına. Kimse durup, dönüp bakmıyor bile; bir
başka eksantrik turist daha işte. Bir taksi değnekçisi, geçen yüzyılın en afili
giysileriyle kapının önünde -Sirkeci Garı'nı biraz önce yoketmiş bir sihirbaz
gibi- duran bu garip adamın yağlı bir müşteri olduğunu varsayarak ilgisini
esirgemiyor:
- Taksi mistır?
- Oui, yes, arrêtez
please.
Ağır aksanlı
Franglesine gülümsüyoruz tabii. Sürücüye "Pèra Palace S'il vous plâit"
derken ana diline dönüyor ister istemez. Başıyla neresi olduğunu anladığını
gösteren taksici, sarı Dacia'sının burnunu kalabalığın tam içine sokmaya
korkmadan, bir durup bir kalkan trafiğin parçası oluveriyor. Hangi eski
zamandan, hangi romandan gelirseniz gelin, bugün bu metropolün keşmekeşi sizi
mutlaka yakalar; fiyakanıza, gündelik gerçekliğe bunca aykırılığınıza filan hiç
bakmadan.
- Oh mon dieu!
- Pardon?
- Nothsing,
notsing!
Galata Köprüsüne
girmiyorlar. Sürücü büyük bir rahatlıkla La Corne d'Or'a koşut giden otobüs
duraklarının yan yoluna sapıyor, birbirlerine sarılmış boğa yılanlarını andıran
kuyruklar arasından süzülerek bir sonraki köprüye giden ana yola çıkıyorlar
kestirmeden! Köprüyü geçince yine tıkanıyor yol. İç yeleğinden kösteğini çekip
ucundaki gümüş saatine bakıyor Poirot, daha trende yeni kurmuş olması boşa
gitmiş, ya da yayı boşalmış, yerine çakılı kalmış gibi kıpırtısız yelkovanı. O
iyi bildiği, çok sevdiği çıt çıtları da duyamıyor kulağına dayamasına rağmen.
Kent uğultusundan, trafik, motor gürültüsündendir diye karar kılıp cebine geri
yerleştiriyor. Şimdi sürücüye saati sorsa bir sürü anlaşma, dil sıkıntısı
yaşayacak, düşüncesi bile yetti. Hem, adamı bu cambazlıkları yaparken oyalamasa
daha iyi olur kendi sağlıkları için.
- Pera Palas
burası, otel here mistır!
- Ah oui, on est
arrivé, is this Pèra Palace?
- Yes yes Pera
Otel.
Dikiz aynasına
gömülü dijital taksimetrede gördüğü miktarın fazlasını uzatıyor sürücüye, üstü
kalsın işareti yapıyor eliyle. Oh, sağ salim geldiler ya! Yoksa geçen yüzyılın
polisiye edebiyatında dillere destan olmuş bir dedektifin şimdi anlamsız bir araba
kazasında ölmesi bütün okurların asabını bozabilir. Öyle değil mi? Camus'yü bir
düşünün! Pek aynı şey değil ama...
- C'est absurd dis
donc!
- Buyur?
- I wasn't
talking to you, merci bye!
*
Poirot'nun, göz kamaştırıcı Art Nouveau asansörle beşinci kata çıkışını,
501 numaralı odaya yerleşmesini, yorgunluk uykusunu, uzun bıyık bakım seansını
hızlı geçelim. Bunları tüm detaylarıyla, odasının tam altında, 401 numarada
kalan yazarın daktilosundan on bir gündür çıkan kâğıtlar içinde uzun uzun akan
metinde bulabilirsiniz. Birdenbire kesilen, yarım kalmış o anlatıda
bulamayacağınız, anlamlandıramayacağınız, mantık sınırlarını delen sonraki olay
akışı hiçbir metine girmedi henüz: Aynı otelin kubbeli salonunda kurgu
karakteriyle yazarın birlikte yedikleri akşam yemeği, içtikleri pahalı şarap,
yazarın çakırkeyif odasına çekilişi, ertesi günün sabahı kahvaltısını getiren
oda servisindeki kızın yazarı yatağında ölü bulması...
İki
gün sonra, az görülen bir organik zehir etkisiyle kalp yetmezliği sonucu uykuda
öldüğü teşhisi kondu adlî doktorun otopsi raporunda. 501 numarada kalan
beyefendi ise hiç görülmedi, bulunamadı bir daha. Odası boştu, yatağı hiç bozulmamış
gibiydi; oysa resepsiyonist -ve dört ayrı otel görevlisi daha- yemin ediyor
akşam yemeğinden sonra ikisinin asansöre birlikte bindiklerine.
*
Kıpkırmızı kesilmişti bağırmaktan kadın. Elinde tuttuğu şeye avazı
çıktığınca haykırmış, sonra da yere çarpıp kırmıştı. Çarpmanın irkiltisiyle yine mutfağa kaçtı Piyon. Buzdolabının arkasına saklandı. Bıyıkları titriyor,
kulakları içeriden gelen sesleri tarıyordu. Sesler, tıkırtılar kesildi sonra. Televizyondan
gelen anlamsız gülüşmelerden başka yaşam belirtisi kalmamıştı duyduğu
kadarıyla. Uzun uzun bekledi, bekledi.
M'ye,
sözverilmiş,
uzun bir zaman önce başlanıp
bitirilememiş bir metnin
kalıntısı olarak.
Yıldırım
Arıcı
(2006-2014)
11 Ocak 2016
DÜNYAYI SATAN ADAM
Söyleştik; neydi, ne zaman, üstünden geçtik basamakların
Orada yoktum, oysa onun dostuymuşum
Gözlerinin içine bakıp konuştum, bu biraz şaşırtıcı
Çok zaman önce, yalnız öldüğünü sanıyordum
Yok hayır, ben
Kendimi hiç kaybetmedim
Dünyayı satan adamla
Yüzyüzesin
Gülümseyip elini sıktım, evimin yolunu tuttum yeniden
Toprağın ve biçimin peşinde, yıllar boyu dolanıp
Şöyle bir durup süzdüm buradaki milyonları
Çok zaman önce, yalnız ölmüş olmalıyız
Kim bilir, ben değil
Kendimizi hiç kaybetmedik
Dünyayı satan adamla
Yüzyüzesin.
(db)
*
Musluğu açınca suyun aktığı lavabo tıkanıklığı dört gözlerim ikişer ikişer aynada soru işareti biçimiyle fırçalarken dişlerimin arasına yuva yapmış su samuru belgeseli kaygısız kamera kaygısız izleyici kaygısız lemur kaygı ivmesi artan entropi istatistikleri.
Adamın, yok adamın işi gücü belki de çok kalkıp yatağından uykusuz geçen bir düş sonrası belki bir kabullenme belki acı tadı esrik eşlik yaşlılık anısı genç karabasanlara uzaklaşan zamanın makarasına sarılı ipliğin birbirine dolandığı meleklerin kendi ruhunun ölüm döşeğinde kendine cebrail kendine yabancı kendine veba kendine yeraltından notlar kendine suç ve de ceza.
Yanlış zamanlama olan şeylerin gözlemi yanlış günün rüyasına eğer bakabilsek düşerken tutunduğun melek o bir düş hem man hem düşman bardağın dibine yapışan.
Yedi günün var tüm yaşamını film makarasından sarmaya tel sarar gibi ya da ipek ya da mum ya da dünyayı satan bir saten bir ipek bir böcek.
Şimdi işte aynanın dibinde kendinin önünde gördüğün bukalemun bu kalen bu sözcüklerin dizge dışı dizimi bu kalemin yazdıkları karşılar tersinden algılanan dünyanın tasarımı.
Yine öyle bir gece uykunun mahallemizde bekçi düdüğüyle ıssız dönemeçlere kıvrılan kedileriyle birlikte boğazın sisine giren bir şilebin ben geçiyorum düdüğüne yakıştırdığım yankılanmalar ve yıllar yıllar yıllar.
Kim bilir daha kaç sabah daha kaç diş fırçası kaç tüp macun ve tıraş bıçağı satıyorum dünyayı.
(2005)
18 Eylül 2015
15 Ağustos 2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)