21 Kasım 2016

Ğ BÜFE

 

                                                                                        Ğ Büfe



Yamalı asfaltın üstünden ip atlarcasına aşmak isteyip de becerememiş, korkudan donup kalmış bir armadillo karalamasını andıran yaya geçidinin ayağında, merdiven altına dayanmıştı Ğ Büfe. Ne çok büyük, ne de küçüktü. Tıkız tahta gövdesi, yalancı kiremitli çatısıyla şirin bile denebilir; hele boyası kavlak, yarı paslı demir üst geçitle birlikte bakarsan. Kıyas kıstasları zamanla ufalanıp tozlandığından mıdır, iki farklı türün ortak yaşam evriminde pişip, bir olmuşlardı. Demiri ayıramazdın ahşaptan;  kaşın gözden kaçışı  -ya da yolun öte yanından bakıp, basamakları tırmanıyorsun diyelim- denizaşırı bir liman feneri. Eğretilemeleri uzatıp, eğip bükmeye gerek yok: Değirmi tabelasında “Ğ Büfe”yi, beyaz üstüne kırmızı helvetica’yla okuman da yeterlidir.

Sokağa attın kendini. Sözün gelişi. Evden çıkmak istedim diyebilirdin. İstedin çünkü cıgaran bitmiş, hem sıkılmıştın. Yarın son günü, dergiye göndermen gereken metin gitmiyor. Takılıp kaldın:

Gerçek  (Lat. Realis)  (Alm. Real, Wirklich)  (Fran. Réel)  (İng. Real)  (Es. Türkçe Hakikî, Vakî)
1- Düşünülen, tasarımlanan, imgelenen şeylere karşıt olarak, varolan.
2- Bilinçten bağımsız olarak varolan.
   
        Bir felsefe terimi olarak kullanıldığında “gerçek” -yine felsefedeki tanımı gereği- imlediği nesnesi üzerine belli bir bilinçle gidilen, içinde yer aldığı söylemin tasarımında hep önemli bir yapıtaşı olarak kullanılan, gri, siyah ve az miktarda üretilmiş beyaz çeşitleriyle pek bir cakalı “laf”tır.
        Oysa asıl çeşitleri, diğer “bilimsel” disiplinlerde, etnik ya da modern toplum dillerinde, bakkallarda, süpermarket raflarında görülür. Bazı antik gerçeklerin müzelerde, müzayedelerde, ikinci el pazarlarında yeniden, yeniden değerlendirildiğini hepimiz biliriz, ama bir sürü para verip alan, salonun baş köşesindeki camlı dolabın  içinde tozdan ve çocuklardan koruyarak sergileyenlerimiz çok değildir.
        Ne yazık ki, eski türkçedeki karşılığı “hakikî” bir başka felsefe karamı olan “hakikat” ile fena halde karıştırılagelmiştir cumhuriyet dönemi türkçesinin 1980’lerden beri giderek yozlaşan “trend”leri içinde; gerçek / hakikî / hakikat boz bir bulamaç olmuştur çam sakızı niyetine çiğnene çiğnene...
        Şimdi nerden çıktı bu açıklamalar demeyin, reklam (tanıtım) sektöründe -ki yıldızı en çok parlayan trendlerden sayılabilir- serbest ekonomiye, kapitalist düzene ayak uydurmaya çalışan toplumlarda, en sık başvurulan kurtarıcı kut misyonunu başarıyla sürdürmektedir bu sözcük! Yalnızca sözel ya da metinlerde kalmayıp, görsel alandaki kurmacalarla da desteklenmektedir. Kısacası, dilin bütün kitle iletişim formlarında joker olmuş çıkmıştır kahraman “gerçek”imiz.
        Bir dünya tasarımı olarak ortaya konan fotograf imgesinin nesnesi, bilinçten bağımsız varolamaz, tersine, belli bir bilinç ürünüdür; bir bilinç refleksiyonu olarak tasarımlanmıştır. “Gerçeği yansıtan fotograf” türünden bir niteleme, bire bir kendini çelen, anlamsız bir laf tatlısıdır. Hâl böyleyken, günümüzün yükselen (!) değerlerindeki kullanımıyla fotograf, bir panayır soytarısının ironik hokkabazlığından öte, bir hiçtir.
        Etikten, yalandan, yanlış ya da yersiz kullanımdan söz etmeğe gerek duymuyorum; böyle bir dünya tasarımının, insan değerlerinin olanaklılaştırılmasını  olanaksız kılmasından bahsediyorum. Hakikat olmayan gerçeklerinize, sezon idirimiyle birlikte sekiz ilȃ on iki taksitler size en yakın a ve melerde…

Cıgara bahanesi. Hani, evi iyice arasan bulursun biliyorsun. Kitapların arkasına sakladığın yarım bir paket, eski, kullanmadığın tabakalarda kalmış bir-iki tek vardır mutlaka. Ağırbaşlı başlayıp, sapıtınca olmadı, durmalı. Durdun. Dışarı çıktın. Sokağı geçip anayola… Aklında “fotograf” sözcüğünü yumuşak g ile yazanlara belirgin bir nefret duyarken. Nefretten çok, tiksinme belki. Yumuşak g ile cıgara aynı düşünce balonunda karışınca, karar vermiş oldun. Sokağındaki bakkal yerine, anayoldaki üst geçite yönel. Bakkala çok gerekmedikçe girmezsin. Rafların üstüne iliştirdiği tüplü, metalik gri boyalı polietilen televizyonda ya bangır bangır yerli dizi seyrediyordur, ya da kulak tırmalayıcı hamasi vurgularla çığıran bir hödüğün sunduğu hükümet yandaşı kanalın haberlerine denk gelmek var. Suratına bakmadan, istemediğin paketi verir -hep yanlışını verir önce- yinelersin istediğin markanın içtiğin çeşidini –anlasın diye paketinin rengiyle- ancak o zaman bakar bön bön yüzüne. Yeniden tütüne mi dönmeli? Pipon var ya. Evdeyken iyi de, her zaman olmuyor pipo, dışarıda zor iş; ıvırını zıvırını taşıması. Bu bir pipo değildir. Bu üst geçit de yayalar için değildir belki: Komando eğitim alanındaki parkurdan sökülüp getirilmiş olmalı. Kışın basamakları su birikintileriyle tuzaklaşır, ayağını yanlış atarsan kıçına kadar çamur olursun. Neyse, yazın ortası, şemsiyenin üstünde nasılsa dengede duran su dolu bardak yok, gereğinden sıcak çok, sözcükler ve şeyler, şeyler. Üçüncü türden tekil şeyler…
Yeter!
Sus!
Konuşmadan çıkamaz mısın? İşte son basamak, son seki. Yürü şimdi, yarım tüpün ortasında dur, aşağı bak. Sarı tepsilerle kayan lekelere odaklan.  Gözün daldıkça susar ses. Sesin sus pus. Aksakallı bilgenin biri “karşıya geçmeli” dediyse, bununla söylemek istediği -illȃ ki- ermek, nirvanaya ulaşmak olmayabilir. Sensin sisipus. Yalnızca yalın yarım yamalı yamalak yalınayak…..karşı tarafa gitmek, ağacın gölgesine sığınmak istemiştir.
Sus dedim! Ah, sus, ne olur sus!
Kulaklarım tıkandı, duymaz oldum altımdan geçen arabaları.

başucumda, köşeye, gözümün netleyemediği o lekeye takılıp kalıyorum yine
çok sık değilse de, ara ara oluyor böyle
leke meke değil bu yok
bir yarık, bir oyuk
körelir girerim içine
sesler kesiliverir
sütkırığı, yumurta akı, yıvışık bir renk mürekkebinden geçer 
gözüm kararana değin beklerim
kara bir örtü gelir kaplar yüzümü
boynum kaskatı, omuzlarım gergin
“işte bu” derim 
“yok olmak”
belleğimin en dibini kazırım tırnaklarımla
ansıdığım ilk sesim
“meyni, meyni”
“peynir” diye düzeltir o 
bu baba, bu güler bana, anne
sıcak, sıcacık
daha öncesi yok, sessiz, karanlık, hiç
“işte bu” derim “olmamak”
varoluş, mutfak dolabının rafında gördüğüm, etiketinde ABGANADU yazan bir            şurup şişesi

Kulaklarım, altımdan geçen arabalar…
Uğultu geri döndü. Yürü. Aşağı kıvrılan basamaklar. İn şimdi. Takılıp kırılma. Al dım ver dim ben seni yen me ye…. al dım ver dim ben seni yen me ye geeel…. dim. İşte: Yolun karşısındasın.
Belirsiz düşünce denizinde yüzen imgelerle kurduğun bir düş; yeğin, keskin, sivri, pürüzlü değil hiç. İçine girince tenine sürtünmeden, yapışmadan bulut gibi akar etrafında. Karşısı hep daha güzeldir. Geldiğin yer de olsa.

anneme telefonda yalan söyledimdi; “nasıl sevgili kediciğin, hasta gibi diyordun...” diye sorduğunda, “çok iyi...” çıktı ağzımdan uzun bir yutkunmadan sonra. “öldü.”, “kaybettik.”, “gitti!” demedim
diyemedim
      belki de bunun annemle son konuşmamız olduğunu mu sezmiştim? 
      bilmiş miydim
İlmiye Hanımın bir hafta sonra Minu’yu
kucağında taşıyacağını
eylül bulutlarında

Annen karşıya gitti. Kedini de aldı götürdü. Sen buradaki karşıda, Ğ Büfesi’nin peceresi önünde duruyorsun.
_ Buyrun.
_ Nasılsınız?
_ Teşekkür ederim, ya siz? Ne arzu etmiştiniz?
_ Cıgaram bitti de.
_ Ne içiyordunuz?
_ Filitresiz Tomurcuk.
_ ? Öyle bir cıgara yok.
_ Filitrelisi de mi?
_ Öyle bir marka yok yani.
_ Peki, başka bir şey verin.
_ Satranç takımı verebilirim, bugün geldi, taşları hem saydam, hem de taze.
_ Evde bir takımım var ama saydamını hiç görmemiştim. Taze mi?
_ Taze!
_ Ne, niçin peki?
_ Taş alınca yiyebiliyorsunuz gönül rahatlığıyla.
_ Bu çok saçma, bir oyunda biter o zaman takım.
_ Günlük gelecek her sabah, istediğiniz kadar alırsınız.
_ Yazıyı bitirmem gerek, bana cıgara lazım akşam için.
_ Ne üstüne çalışıyorsunuz?
_ Gerçek!
_ Hımm, zor konu.
_ Yaa! Takıldım kaldım, tıkandım doğrusu.
_ Anladım. Şiir filan yazsanız, daha kolay!
_ Gençliğimde denemiştim biraz ama, şiir para getirmiyor gerçek hayata.
_ Nasıl şeyler yazardınız, var mı aklınızda, ezberden okuyabileceğiniz bir örnek?
_ Hımm, bir düşüneyim,  “dün ölümü gördüm
                                           ne güzel de yatıyordum
                                           dürttüm uyanmadım
                                           eğildim bana
                                           dudağımı öptüm                             
                                           bir vişne düşü bahçemde
                                           üşüdüm
                                           uyanmadım”
_ Güzelmiş, adı var mı bunun?
_ Ölümüöp
_ Çok alaycıymış, sevdim. Devamını getirmediniz yani işin?
_ Yok! Hayat işte, ekmek parası kazanmak lazım.

Ustama anlatmış Ece Ayhan, çok olmuş, epey bir önce ölümünden:
Cebinde metelik yokmuş. Belki bir kıdım telif parası alırım da günü kurtarırım umuduyla, gidip yayıncısını görmek niyetindeymiş. Yolda, bir vitrin önünde dikilmiş, camın arkasındaki çeşit çeşit helvalara, fıstıklı, cevizli baklavalara bakan küçük bir roman kız görmüş. Durakalmış tabii. Yalınayak kız yutkunarak bakınırken tatlılara Ece’yi fark etmiş. Çekinerek “Bana bunlardan alsan a.” demiş, parmağıyla gösterip.
Ece’nin içi burkulmuş, “Hay köfte hayat! Beş kuruşun bile olmadığı zamana denk geldi bu durum.” Ne desin, bir mazeret uydursa belki, belki...
“Kızcağızım, bu tatlılar tatlı görünür ama, zararlıdır sağlığına, yaramaz pek. Boş ver onları ne yapacaksın.” çıkmış  ağzından.
Küçük kız şöyle bir durup yutkunmuş yine, minik çenesiyle oracıkta, köşedeki simitçinin tablasını göstermiş “Peki o zaman, bi simit al!” 

Ustamın gözleri doluyor, devam edemiyor. 
Ece Ayhan’ın değil helva melva, simit almağa bile parasının olmadığını, 
hayatının sonuna dek yokluk içinde, yapayalnız,
yüzyılın en büyük şairlerinden birinin, kimsesiz, umarsız kaldığını
bildiğimi biliyor.

_ Gerçek üstüne yazmak para getirecekse eğer, size sarmalık tütün vereyim, hem daha ucuza gelir. Yanında, bugünlük satranç takımı da benden. Aman ha, taşları oynamadan yemeyin!


                                                                                               ◊





21 kasım 2016
klazomenai

Hiç yorum yok: