30 Ekim 2013

"göksel ozan" a saygı..., (eski bir metinden)

























                   Adı nedense “Jazz” olan bir festivalin üstünden epey zaman geçti. Ondan hemen önce adı nedense “Müzik” olan bir festivalin kanı duvarda kurumamışken.
                Yo hayır, bu bir gevrek kurabiye tadında retrospektif yazı olmayacak! Ne de “Bu yıl fesivale ilgi büyüktü, müzikseverler pek şıktı, salon havasızdı, müzisyenler de havasında değildi...”  türünden sonradan görme köşe bucak yazarlarının abuklamalarından olacak.
                Doğumlarından hemen sonra popülist olarak vaftizlenen, klasik müzik deyince Rodrigo’nun gitar konçertosuyla  Vivaldi’nin Dört Mevsim’ini, rock müzik deyince Michael Jackson, Michael Bolton, jazz deyince de Kenny G ve saksafonu, David Sunburn ve saksafonu, Jan Garbarek ve saksafonunu ve de bilimum amerikan/anglosaksafonu ruhsuzluklarına gıda olsun diye emdiren  “müziksever”lerimiz aralarından seçtikleri temsilcileriyle ahkâm kesip, kültürel saptamalar (!) yaparak yollarını bulan, konser mekânlarında  çektikleri fotograflarla “ Jazzın Duyarkattaki Devinimleri “ başlıklı sergiler açan popülistlerden bahsediyorum, tanıyorsunuz değil mi; hemen heryerdeler.
                 Kirlenme öylesine yoğun ki; sokakta, tv’de, yazılı basında, radyoda, takside, lokantada, konser salonlarında, kafelerde, karabasan rüyalarımda, duvardan, pencereden geçen titreşimlerde, kapının altından sızan ışıkta, plastik ayran bardağındaki keloğlanda, kitapçı-müzikçi mağazaların kasasında oturan mendebur kasiyerin tırnak ojesinde, grafik tasarımcısı sıfatıyla yapılmış saksafon görselli afişlerde, “konseptüel” yutturmacalı “artwork”lerde, baloncunun terliğinde, kebapçının kepinde...
                 Evet evet, deliriyorum; şizofrenginin moru bu!
                                                  
                                                         *
                 Açıkhava’da bir gece.
                 Kalabalık vıcık vıcık. Köfteciler közleri harlamakta, haşlanmış mısır, kola satanlara dolmuşçular kontrpuan attıkça konser için gereken hava yerine geliyor.
                 Işıklar kararıp ‘büyücü’ sahne alınca, bu sonradan görme hazımsızlığının senptomları üzerine sihirli bir kar yağmağa başlıyor temmuz sıcağında. Göksel ozan Lou Reed, o koca adam, hemen önümde ve ben bu sihrin esrikliğinde donup kalıyorum. Alabildiğince disiplinli bir titreşimle her şeyi sarıp sarmalıyor şiir ve müzik. Bu metropolün, hipopotam derisine çevirdiği duyarsızlık kalkanım yumuşayıp ipeğe dönüşüyor; bir damla göz yaşı kentin içmesuyu havzalarını dolduruyor. Yıllar sonra bir ozanı dinlerken ağladığımı farkedip kendime şaşıyorum; neyi unuttum bunca zaman? Eksik olan neydi?


                                                          *


                 Birkaç gün sonra ünlü müzik kritiklerimizin köşe yazılarında  Lou Reed amcanın ne soğuk, ne neşesiz ve sert bir konser vermiş olduğunun teşhis edilmiş olduğunu görüyorum! Tabii! Adam gülücük dağıtmamış! Beylik, kırk yıllık bildik parçalarını yorumlamamış da ondan! Vay bunak adam! Sen Istanbul’a gelme şerefine er, bu elit insanların huzuruna çıkma şansını elde et, hem de kötü performans (!) göster. Sen bu değerli kitlenin vaktini mi çalıyorsun? Utanmaz!!!             

            
                 (Bir de, her türlü ismi olan festivallerde yer alabilen bir dümbelekçi var. Çalışma ! larından toplu bir yedirmeceyi Aya İrini’de bile yorumladı. Hem de Kronos Quartet’le birlikte. Coşkuyla alkışladık..!)
                 Ah Istanbul! Sen nelere kadirsin... Güzelim Istanbul! Beşiktaş meydanındaki “zengin granit gaplama” fabika bacası heykel seni ne güzel anlatıyor.
                 Ah Istanbul, sen orospu, biz de senin piçlerin!
                                                                                        



(JAZZ DEYİNCE SAKSAFON)
2001



YILDIRIM ARICI

11 Haziran 2013

taksim hatırası












"Foucault yaşamın siyasetin temel konusu haline gelmesinin tarihini 18. yüzyıldan başlatır. “Biyolojik modernliğin eşiği” olan bu dönüşümle birlikte insan türünün bedeni ve bedenin sahip olduğu güçler siyasi stratejilerin merkezine oturtulmuştur. Siyasetin biyo-siyasete dönüşmesidir bu. Bundan böyle iktidar mekanizmaları bedene, yaşama, yararlanılabilir olması doğrultusunda insan türüne yönelecektir; insanın kendi yaşamını örgütleyerek siyasallaşma olanağı elinden alınacak ve onun yaşamı bizzat onun kendisine karşıt bir şekilde örgütlenecektir. Burada amaç itaatkâr beden –bağımlı kılınabilen, kullanılabilen, geliştirilebilen beden– yaratmaktır. Artık bedenleri kitlesel ve tekdüze bir şekilde dize getirmenin modası geçmiştir; onları ayırmak, çözümlemek, farklılaştırmak gerekmektedir. Bedenler ayrıntılı olarak işlenmek suretiyle daha incelikli bir baskıya ve daha katı bir bağımlılık ilişkisine de yatkın hale getirilebilecektir. Disipline dayalı bu iktidar tipi, Foucault’ya göre, hastanelerde, hapishanelerde, tımarhanelerde, lojmanlarda, fabrikalarda, okullarda, atölyelerde, kışlalarda kendini kurmakta ve devam ettirmektedir. Günümüzdeyse iktidarın kendini kurduğu yerlerden belki de en önemlisi AVM’lerdir. Bu nedenle şehir merkezlerinden periferideki yerleşim yerlerine kadar her yerde mütemadiyen AVM’ler inşa edilmektedir. Çünkü insanları biraraya gelebilecekleri, konuşarak eylemde bulunabilecekleri parklardan, sokaklardan, pasajlardan, meydanlardan uzaklaştırarak gözetlenip kontrol edilebilecekleri, tüketici özneler olarak inşa edilebilecekleri AVM’lere sokmak, oralarda onları kendilerinin olmayan, başkaları tarafından kendilerine hazırlanmış olan sahte bir yaşam sürmeye mahkûm etmek tam da biyo-siyasetin işleyiş mekanizması gereğidir. AVM’ler şehrin sakinlerini müşteriye dönüştürmekte ve şehir kültürünü yok etmektedir. Hepsi birbirinin neredeyse aynı olan AVM’ler müşterilerini de kendilerine benzeterek farklılıkları düzleştirmektedir. Artık tüketiciye özne demek de doğru olmayacaktır; Adorno’nun ifadesiyle, kültür endüstrisi tüketicileri bir nesne olarak inşa etmekte, bilinçlerini ve bilinçaltlarını yönlendirmek suretiyle onları makinenin tali parçalarına, hesaplanabilir nesnelere indirgeyerek eleştiri yeteneklerini yok etmektedir. Bu nedenle mesele hâlâ bir AVM’dir; çünkü AVM’ler siyasal öznenin bir tüketiciye dönüştürülmesine en iyi hizmet eden düzenlemelerdir.

Pazarın talepleri doğrultusunda düşünceleri manipüle edilen, duyguları ve arzuları biçimlendirilen, en önemlisi de sistematik olarak yalana maruz kalan tüketici-insan artık sağlığını yitirmiştir. Nietzsche’ye göre kurumsallaşmış bir ahlaksızlık olan devlet, iyinin ve kötünün bütün dilleriyle yalan söylemektedir. Bu mekanizmanın içindeki insan da yalana eşlik etmekte, yaşamını bir yalan olarak devam ettirmektedir. Nietzsche bu hastalık-sağlık temasıyla daha 19. yüzyılda ilgilenmiş ve felsefesini hastalık olarak belirlediği durumun uzak kökenlerini araştırmaya adamıştır: “Modern insan, biyolojik olarak değerlerin çelişkisinin anlatım aracıdır… Günümüzde ikiyüzlülük bir deha olmuştur... Fizyolojik olarak bakarsak, hepimiz yalancıyız”. Onun hastalık olarak belirlediği durum, günümüzde kriz noktasına ulaşmıştır. Hakikate bile ambargo koyan bu sistemin sahteliğine karşı Gezi Parkı bir hakikat mücadelesi başlatmıştır; yalana daha fazla ortak olmak istemeyen, bundan böyle doğruyu söylemek ve hakikati yaşamak isteyen insanların isyanı bir hakikat kavgası, bir parrhesia’dır."


"Hakikat Kavgası: Bir Parrhesia Olarak Gezi Parkı" makalesinden bir bölüm

Nazile Kalaycı

http://www.e-skop.com

2 Haziran 2013

ampul faşizmine ders !




"Türkiye’de devam etmekte olan protesto gösterilerinin çok daha derin bir rahatsızlığı işaret ettiği aşikâr. Protestoların ‘Ilımlı İslam’ için örnek teşkil ettiği söylenen , ekonomisi gelişmekte olan bir ülkede patlak vermiş olması da bu derin rahatsızlığı neyin doğurduğunun önemli bir göstergesi: Vahşi neoliberal ekonomi ile dinci – milliyetçi otoriter anlayaşın birleşimi. Her ikisinin de kurbanları hep aynıdır: dayanışma ve kültürel hoşgörü ruhuna sahip - ki bir milletin ahlâk anlayışının sağlığının belkemiği tam da bu ruhtur - bağımsız sivil toplum. Bu nedenledir ki yaşanan protestolar tüm dünyada varolan düzenin temelini sarsan küresel ajitasyonun bir parçasıdır. Özgürlük ve özgürleşmenin önemli olduğunu düşünen herkes Türk halkına '‘Hoş geldiniz!' demelidir. Artık hepimiz aynı küresel mücadelenin parçasıyız! İspanya, İsveç, Yunanistan, Türkiye… Ancak beraber savaşırsak bir şansımız olur!"

Slavoj Zizek





12 Mayıs 2013

Bilge Karasu'yu Okumak




"Füsun Akatlı ve Cüneyt Türel'in değerli anılarına"

2 Şubat 2013

İkİ yıl önce bİr hafta kadar konuşamamıştım, sonra geçtİ.

*

*

*


Y.

İki yıl önce bir hafta kadar konuşamamıştım, sonra geçti.


Kariyerime öğle yemeği harçlığımla aldığım bir şiir kitabıyla başlıyorum.
Issız bir kariyer.
Farkedilmiyor.
Gençliğinde insan gürültü koparmak için fırsat arıyor.
Tuhaf tuhaf yerlerde bekliyor. Sözleşmiş gibi saatine bakıyor.
Aç karnıyla nerde hata yapmış olabileceğini düşünüyor.

xxx


BK öfkeli.
" Sana bir felsefe sorusu soracağım."
Bekliyorum.
Bir es veriyor, sonra soruyor.
Bu soru kimseye sorulmamalı. Bu yapılmamalı.
Hem evet hem hayır, diyorum mantık dersi aldığım kişiye.
Üç kelimelik bir soruya cesaretle cevap verememek.
Hiç dinmiyor.

xxx


Üçüncü tekil şahıs.
Bu kadar ince kullanılabilir mi?
Bir başkası yazsa, hazret yükseklerden az önce aramıza gelmiş gibi bir duygu uyanır.
Ama o başka. Dertleşiyor sanki.
Sizin de başınıza şöyle bir şey gelmiştir benzeri bir açılış, hemen sonra...
Bir oyuncunun karşısındaki oyuncuyu incitmeden sayı aldığı nerde görülmüş.
J.Marias kılıcını hiç bırakma diyesi geliyor insanın.

xxx


Taş kaybı, hamle kaybı, pozisyon kaybı.
Kaybetme nedenleri.
İlk ikisine ortalama oyuncularda rastlanıyor.
Diğer iki kaybediş biçiminden farklı olarak pozisyon kaybı, oyun ilerledikçe ortaya çıkıyor.
Önce sesler duyuyorsunuz.
Önemsemiyorsunuz.
Sonra bir şeyler olduğunu düşünüyorsunuz, ama hiç bir önlem almıyorsunuz.
( Hep böyle yapmaz mıyız? )
Sonunda tahta size her şeyi açık açık söylediğinde, bir oyun daha diyecek kadar düşkünleşiyorsunuz.

xxx


Gazete ekinde okuyorum.
Hüznünü de içine atan öyküler, diye yazıyor bir kitap adının altında.
Hüzün böyle mi içe atılıyor artık?
Eskiden ar damarı vardı. Ve kesinlikle çatlamaması gerekiyordu.

Hemen birkaç sayfa sonra, Amerikalı bir yazar (büyük) gençlere öğütler veriyor.
Bu devirde. Pes.

Kötülüğün hangi damardan aktığı önemli mi?

xxx


BK yazdıklarımı okuduktan sonra (sınıfta yüksek sesle) yazabilirsin diyor.
Yalnız bir şey eksik, ama onu da yazsaydın burda olmazdın.
Yoksa yazıyor musun?
Hayır, sadece okuyorum.
Yazabilirsin.
Tersleniyorum bir bakıma. Bu gençlik değil, korunmak. Neden?
Bilmiyorum, şimdi de bilmiyorum.


19.yüzyıl Rus romanında sakal bırakma biçimlerinden söz ederek başlıyor yazı.
Çocukluk işte. Ben burdayım, ben seni gördüm, sen de beni gör diyecek ille de.

xxx


Bak, bu ses. Bu da müzik.
Masanın üzerinde sanki tek bir piyano tuşu var.
Önce bir kez, sonra saniye arayla iki kez dokunuyor tuşa.
Ölçü?
Konuşurkende sık sık kullanıyor bu kelimeyi.
Müzik eğitimi başladığı anda bitiveriyor.
Hep karanlıkta.

xxx


Sontag doğru söylüyor.
Camus belki o kadar iyi bir yazar değil ama çok iyi bir insan.
Dışarıya çıkın, biraz yürüyün, çok geçmeden karşılaşacaksınız Veba'nın yazarıyla.
Size bir hediyesi var. Umutsuzluk.
Kat kat giyinmiş. Dalgın, çekingen, düşünceli, nazik.
Bunların üzerinde bir bakışta anlaşılmama korkusu.
Son olarak da meşhur pardösü.
Verdiği hediyenin uygunsuzluğunun farkında gibi.
Yüzünde gülümsemenin gölgesi.

Dikkatli olun, en ufak bir içtensizlik gözünden kaçmayacaktır.
Öyle olmasa, son cümlede, mikrobun kökünün kazınamayacağını, felaketin olsa olsa bir süreliğine uykuya çekileceğini,
yer ve zamanı kollayacağını söyleyeblir miydi?

xxx


BK' yı yazdığı dilde okumak gerekiyor.


xxx


Zenginler şehrin merkezini terkedip içinde yaşayacakları gettoları inşa ederken, ilerde
surların kapılarını kuşatmacılara açacak kişilere en önemli sorumluluğu veriyor.
Güvenliği sağlama.

xxx


Alice.
Kitabın küçük, ucuz sayılabilecek İngilizce bir baskısına yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğuyla aynı anda
saldırıyoruz.
Çekil, benim o.
Bir ucundan tutmuş bırakmıyor kitabı.
Zor kullanırken tekrarlıyorum, çekil.
Şaşkınlıkla gevşetiyor ipin ucunu.
Tam olarak böyle mi yaşandı?
Bilemiyorum, hiçbir şey insan hayatından önemli değildir.
Çocuk yaşlarda bile.

xxx


Tek kişilik gidişdönüş.
Bilgisayar.
Tek kişilik bir bilet. Dönüş tarihi açık.
Ne zaman isterse dönebilir. Bir hafta sonra bir ay sonra. Yine de dönecek.
Öyle söyledi şimdi. Tek kişilik gidişdönüş dedi.
Gittiği yerden dönmeyi umuyor. Dönmeyi umduğu bir yere gidiyor.
İyi giyimli. İyi giyimli insanlar çoğalıyor. Gidişdönüş bileti alanlar da.

Gidecekmiş ve dönecekmiş gibi.

Gelecekte bazı kuruluşlar, sektörün daha da güçlenmesine, yüksek davranış biçimlerinin
sektörde yerleşik değerler olarak kabul görmesine meçhul asker kalbiyle destek veren
gidişdönüşcüler' i şık bir yaka iğnesiyle onurlandıracak.

Yaka iğnelerini, artık dünya tasarımlarına göre kollarına, göğüslerine, ya da doğrudan yakalarına
takan yolcular, az da olsa, nedense hep geciken gidişçiler' den kolaylıkla ayırt edilebilecek.


xxx


Deneme yenilirsin.
Kasparov denediği zaman yeniliyor.
Ya da denenmeyecek oyuncuya denediği için yeniliyor.
Yedinci Mühür.
Asla deneme.
Çünkü seninle sadece bir kez oynayacak, sonra çekip gidecek.
Seni de yanına alabilir.

xxx


Akrabalarını tanımalısın, Nathalie Sarraute okudun mu?
Bir kuyuya sarkıtılıyorum sanki.
Bileklerine güveniyorum, ya ötesi, niye tedirginim.
Bir şekilde, kimsenin yardımı olmadan yolu bulabilmeliyim oysa.

xxx


Nasıl yaşamalıyım?
Henüz bu soruyu bilmiyorsunuz.
Gençliğinizde öğreniyorsunuz öğrenmesine de, bilmiyorsunuz.
Sonra bir gün neden Sokrates'in böylesine basit bir soru yüzünden
cezalandırıldırıldığını biliyorsunuz.


Bir metro durağında ( neden kimse yok? ) gittikçe uzaklaşan topuklu ayakkabı sesine
tutunmaya çalışırken, sırtımda mırıltısını duyuyorum.

"Burda kim yaşıyor?"

Dönme, sakın dönme.
Yüzünü görme, yüzünü gösterme.

Nefes almayı öğrenmiştin değil mi?

xxx


A.Manguel, Borges'in melodramları hor görmediğini, Western'leri ve gangster filmlerini seyrederken
ağladığını söylüyor.

Calvino'nun deyişiyle, aynalarımızın bize göstermediği yasaklı yüzü yakaladı Borges.

Bir tül, bir tülün nedensiz soğukalgınlığı. Biz onun gölgesiyle uğraşırken, o çoktan anlam arayan yetişkinler
dünyasını bırakıp gitmiş.

xxx

Vitrinlere bakıyoruz birlikte.
Sürekli imgeden, imgelerden söz ediyor.
Çok heyecanlı, kelimeler kavramlarla besleniyor sanki.
Çoğu zaman bir nezaket gülümsemesiyle eşlik ediyorum konuşmasına.

Sonra biraz bunalıyorum.
Yorgunluk çöküyor. Onun kadar kuvvetli değilim.Taşıyamıyorum.

" Herkes bildiğini okur, nasıl yorumlanmalı sence."

Bir yerde oturmak, nefes almak istiyorum.

Birden kesiliyor. Duymuş olabilir mi?

Bir imge değil, düpedüz işaretler arıyorum.

xxx


Siyah bir renktir

Thomas Bernhart' ın kahramanı gibi sürekli notlar alırız ilerde yazacağımız kitaplar için. Bitmez tükenmez o
notlar. Düzenli bir dağınıklığa sahip olduğumuza inandırırız kendimizi. Gururlanırız içten içe. Her yere yayılmış
notlar kararlığımızın, hissettiğimizin kanıtlarıdır olsa olsa. Sık sık güne bir önceki gün zamansızca ziyaretimize
gelen esinin bize bıraktığı birkaç satırı okuyarak başlarız. Ne dalgınlık, bir parça sigara külü dökülür yazdıklarımızın
üzerine. Budalalığımız bu talihsizliği hayatın bizi kıskandığı biçiminde yorumlar. Hemen, zor bir geceyi atlatmış, ele
avuca sığmaz bir kavrayışın dalgınlığına bürünüveririz.

Oysa siyah da renktir.

xxx


Edward Carey' nin hayal gücü karşısında un ufak olmamak için ne yapmak gerekir bilemiyorum. Kahramanı
biriktirme uzmanı Francis Orme 996 parçalık özel bir koleksiyonun sahibi. Hepsi numaralandırılmış olarak
saklanan parçalar, aynı zamanda gündeliğin beyaz eldivenler kullanan kahramanımızca yazılmış tarihi.
Kimine göre deli saçması, kimine göre tutunmanın tek yolu.

19. Bir miktar balık kılçığı.

37. Üç deliği olan bir çorap.

42. Plastik bir kurbağa.

63. Bir piyango taburesi.

145. Bir çift fırın eldiveni.

190. Bir istifa mektubu.

237. On üç adet boya fırçası

442. Bir para sayma makinesi.

558. Porselen bir mürekkep şişesi.

585. Muz dolu bir çanta.

649. Kolera üzerine bir kitap.

713. Solmuş bir lale.

746. Bir çift takma kirpik.

837. Bir bisiklet selesi.

Ve son parça,

996. Nesne.




Sevgiler,

Sedat Sezgen