11 Haziran 2013

taksim hatırası












"Foucault yaşamın siyasetin temel konusu haline gelmesinin tarihini 18. yüzyıldan başlatır. “Biyolojik modernliğin eşiği” olan bu dönüşümle birlikte insan türünün bedeni ve bedenin sahip olduğu güçler siyasi stratejilerin merkezine oturtulmuştur. Siyasetin biyo-siyasete dönüşmesidir bu. Bundan böyle iktidar mekanizmaları bedene, yaşama, yararlanılabilir olması doğrultusunda insan türüne yönelecektir; insanın kendi yaşamını örgütleyerek siyasallaşma olanağı elinden alınacak ve onun yaşamı bizzat onun kendisine karşıt bir şekilde örgütlenecektir. Burada amaç itaatkâr beden –bağımlı kılınabilen, kullanılabilen, geliştirilebilen beden– yaratmaktır. Artık bedenleri kitlesel ve tekdüze bir şekilde dize getirmenin modası geçmiştir; onları ayırmak, çözümlemek, farklılaştırmak gerekmektedir. Bedenler ayrıntılı olarak işlenmek suretiyle daha incelikli bir baskıya ve daha katı bir bağımlılık ilişkisine de yatkın hale getirilebilecektir. Disipline dayalı bu iktidar tipi, Foucault’ya göre, hastanelerde, hapishanelerde, tımarhanelerde, lojmanlarda, fabrikalarda, okullarda, atölyelerde, kışlalarda kendini kurmakta ve devam ettirmektedir. Günümüzdeyse iktidarın kendini kurduğu yerlerden belki de en önemlisi AVM’lerdir. Bu nedenle şehir merkezlerinden periferideki yerleşim yerlerine kadar her yerde mütemadiyen AVM’ler inşa edilmektedir. Çünkü insanları biraraya gelebilecekleri, konuşarak eylemde bulunabilecekleri parklardan, sokaklardan, pasajlardan, meydanlardan uzaklaştırarak gözetlenip kontrol edilebilecekleri, tüketici özneler olarak inşa edilebilecekleri AVM’lere sokmak, oralarda onları kendilerinin olmayan, başkaları tarafından kendilerine hazırlanmış olan sahte bir yaşam sürmeye mahkûm etmek tam da biyo-siyasetin işleyiş mekanizması gereğidir. AVM’ler şehrin sakinlerini müşteriye dönüştürmekte ve şehir kültürünü yok etmektedir. Hepsi birbirinin neredeyse aynı olan AVM’ler müşterilerini de kendilerine benzeterek farklılıkları düzleştirmektedir. Artık tüketiciye özne demek de doğru olmayacaktır; Adorno’nun ifadesiyle, kültür endüstrisi tüketicileri bir nesne olarak inşa etmekte, bilinçlerini ve bilinçaltlarını yönlendirmek suretiyle onları makinenin tali parçalarına, hesaplanabilir nesnelere indirgeyerek eleştiri yeteneklerini yok etmektedir. Bu nedenle mesele hâlâ bir AVM’dir; çünkü AVM’ler siyasal öznenin bir tüketiciye dönüştürülmesine en iyi hizmet eden düzenlemelerdir.

Pazarın talepleri doğrultusunda düşünceleri manipüle edilen, duyguları ve arzuları biçimlendirilen, en önemlisi de sistematik olarak yalana maruz kalan tüketici-insan artık sağlığını yitirmiştir. Nietzsche’ye göre kurumsallaşmış bir ahlaksızlık olan devlet, iyinin ve kötünün bütün dilleriyle yalan söylemektedir. Bu mekanizmanın içindeki insan da yalana eşlik etmekte, yaşamını bir yalan olarak devam ettirmektedir. Nietzsche bu hastalık-sağlık temasıyla daha 19. yüzyılda ilgilenmiş ve felsefesini hastalık olarak belirlediği durumun uzak kökenlerini araştırmaya adamıştır: “Modern insan, biyolojik olarak değerlerin çelişkisinin anlatım aracıdır… Günümüzde ikiyüzlülük bir deha olmuştur... Fizyolojik olarak bakarsak, hepimiz yalancıyız”. Onun hastalık olarak belirlediği durum, günümüzde kriz noktasına ulaşmıştır. Hakikate bile ambargo koyan bu sistemin sahteliğine karşı Gezi Parkı bir hakikat mücadelesi başlatmıştır; yalana daha fazla ortak olmak istemeyen, bundan böyle doğruyu söylemek ve hakikati yaşamak isteyen insanların isyanı bir hakikat kavgası, bir parrhesia’dır."


"Hakikat Kavgası: Bir Parrhesia Olarak Gezi Parkı" makalesinden bir bölüm

Nazile Kalaycı

http://www.e-skop.com

Hiç yorum yok: