“anılarım senin geleceğin oluyor, gerçeklik duyusunu
yitirip, uzaktan uzağa hep senin sivrildiğin bir pus içinde yaşamağa başladığım
şu anda. sen ağaçtan sen ağaca koşuyorum, aradaki pusarık bataklıkta ayrışıp
yıvışan günlerin hiçliğinde.”
Umutsuzluk, bu
yazıya başlamak için cebimde kalan son taş. Oysa, hep gülümserim nasıl
tanıştığımızı düşündüğümde.
Bahardı sanırım.
M Çelik’in Tunalı’daki bir galeride açılışı yapılan suluboya sergisine gitmemin
tek bir nedeni vardı: ‘O’ resmi çalmak. Tedirginlik ve sıkıntıyla dolaşıp bakmıştım
resimlere hızlı hızlı. O uçukmavi portreyi gözüme kestirmiştim, çıkış kapısına
yakın duvarda asılıydı. Yüreğim fırlayacak gibiydi. Bekledim. İçerideki
kalabalık duman altı olup, ucuz şarap kadehleriyle gevşemişken, kaptığım gibi parkamın
içine sokuşturup çıkıverecektim kapıdan.
Cesaretimi
toplayıp yaklaştım, elimi uzatsam tutacaktım çerçevesini. Birden dondum.
Arkamda biri vardı, hissettim. Bir adım yana çekilirken yavaşça dönüp baktım.
Göz göze geldik. “Korkma” der gibiydi derin mavi gözler. “Ben de aynı şeyi
düşünüyordum” dedi. “Nasıl yani...”
şaşkınlığı dökülmüş olacak ağzımdan -iç ses miydi yoksa, bilmiyorum- olabilir mi böyle bir şey?
Artık almasak da
olur. “Çıkalım o zaman buradan” dedim bu kez emin bir ses tonuyla “eğer ki,
aynı resmi, aynı anda çalmağa kalkışan iki kişi göz göze gelirse...”
Çıktık galeriden.
Kıpkırmızı kesilmiştim, ter içinde. Temiz hava iyi geldi. Hızlı hızlı yürüyorduk.
Konuşmadık uzun süre. O’nu tanıdığımı farkettim; aynı dersleri alıyorduk çoğunlukla,
ben bölüm değiştirdiğim, yeni geldiğim için karma karışıktı aldığım dersler, o alt
sınıflardandı belli ki. Ama daha önce hiç konuşmamıştık. Derste konuştuğunu da
hiç anımsamıyordum. Belki bu yüzden... Ben çok konuşurdum oysa. Ah, hep çok
konuşurum!
“Aslında çok
konuşurum ama şimdi ne diyecek olsam saçma geliyor” dedim. “Evet çok saçma”
dedi.
Yürüye yürüye meydanın
ortasında kayıp bir ada gibi sıkışmış boğalı Hitit Güneş Kursu’na kadar
gelmişiz, farkında bile değilim. Durup döndüm yine gözlerine bakmağa cesaret
ederken sordum “Ne yapalım?”
“Satranç oynar
mısın?” dedi.
“Oynarım.”
“Bize gidelim o
zaman.”
*
Şimdi ne desem
saçma geliyor yine. Konuştuğumda da saçmalıyorum. Ama anılarımda hep bir
gülümseyiş var. Yürümeler bir de. Uzun uzun yürümeler. Sessiz sokaklarda,
kalabalık geçitlerde, kimsesiz parklarda uzun susuşlar. Derslerde göz göze
gelip gülme krizine tutulmamak için sınıfın en uzak köşelerinde oturuşumuz.
Aynı bölümde, aynı dönemde, çoğu aynı derslerdeymişiz meğer. Hiç konuşmamış,
hiç gözgöze gelmemişiz daha önce; olur a olur! Başka türlü anımsamadığıma göre,
şimdi bunu doğru zamanını beklemiş bir zorunluluk olarak düşünmeliyim. O doğru
zaman, o an yaşamımı kolayca ikiye bölebilir. Bölmüş düpedüz. Bölünmüşüz mü
demeliydim? Ya da birolmuş. “Bir yek
kalem olma isteğinden çok...” diye yazacaktı çok sonra; ondan duyduğum
ilklerden biridir sadece. Günlük yaşamdan cımbızla çekilip, alçakgönüllülükle
bırakılmış daktilonun aşınık tuşlarına kimi sözler. O kadar çok şeyi ilk kez
duydum ki ondan, alt alta yazma gereği yok şimdi. Yalnızca “yazıyor olma”m
yeterli, yetmeli.
“Savaş
filmlerindeki denizaltılar da hep bir yerlerinden su kaçırır” türünden
yorumlarına alışmam zaman alacak gibi olsa da, hep göz önünde kocaman durduğu
için kaçırıverdiğimiz basit ayrıntıları çekip çıkararak yaptığı alaysılamalar
bağımlılık yaratmağa başlamıştı bende. Sinemadan laf açılmışken denizaltıya
nasıl gelmiştik bilmem. Bütün oyunlarımızı da düşünürsek belirgin biçimde
ustaydı bana göre; çok azdır eşitlik aldığım, azraktır yendiğim.
Odanın kapısını
kapamıştı, dikkatimi dağıtan güzellikteki kedinin bakışları sayılmazsa bizi
rahatsız edecek kimse yoktu oysa. Kapıyı tıklayıp, çay, kek, kurabiyelerle
girdi anası içeri. Yürümelerimiz gibi, satranç seanslarımız da böylece bir
ortak alışkanlık döngüsüne girecekti işte. Bizim kedi evde durmazdı hiç, ama
annemin börekleri pek bir beğenilirdi.
*
Her oyunun bir
yerinde mutlaka bir hata vardır.
1.e2-e4 e7-e5
2.f2-f4 Şah
Gambiti yapıyor, en yaygın açılışlarından biri.
2...e5xf4 Piyon
fedası, fedayı ya kabul edersiniz ya da siz daha büyük bir feda yaparsınız!
3.Fc4 Vh4+ Vezirle erken oynamak iyi değil
derler, ama roku bozmak istedim işte.
4.Sf1 Rokun bozulmasını önemsemedi.
4...b7-b5 Dişe diş, göze göz. Piyon feda ediyorum,
gerekli olmasa da Fb7'ye olanak hazırlamak, b hattından yararlanmak?
5.Fxb5 Af6
6.Af3 Vh6
7.d3 Ah5? Hep saldırmalı!
8...Ag3 Şah kale beyneli...
9.
.
.
Sonra ne oldu bilmiyorum;
baskın giriştiğim oyunu gülünç bir sonla kaybetmiştim. Belirgin bir kızgınlık
duyduğumu anımsıyorum o gittikten sonra uzun süre yalnız kaldığım odamda. Neden
sonra satranç takımını, taşları toplarken dörde katlanmış bir not buldum beyaz
atın altında.
“Perşembe geceyarısı
“Perşembe geceyarısı
Kader Sokak’ta
Piyano”
Piyano”
Hımm... Oyunun
bir başka seviyesine geçiş mi bu gizemli süsü verilmiş davet? Ben de yenilmeğe
doymuyorum bir türlü. Pekâlâ Monsenyor! Süet eldivenlerimi bulayım!
*
Uzuun bir yokuştu
Kader Sokak. Her zamanki alıklığımla en aşağıdan başlamıştım tırmanmaya.
Buralardan geçmişliğim vardı daha önce ama adına dikkat etmemişim. Hava yeni
kararıyor, geceyarısına çok var daha. Başka yapacak işim olmadığı için mi,
yoksa önceden gidip keşfedersem avantajlı olurum satranç mantığıyla mı
yürüyordum sokakta kim bilir. Bildik satranç ile ilgili olmadığını
kestirebiliyorum diyelim. Peki geceyarısı olsa piyanoyu nasıl bulurdum? Sokağın
tam ortasına oturmuş bir köpeğin adı değildi her halde. Sokak köpeklerinin adı
yoktur zaten. Kulak kesildim; belki de sesini duyarım gerçek bir piyano
arıyorsam. Ne aradığımı bilmiyormuş gibi yapıyorum. Ağır ağır yürümeğe devam yukarı
doğru. Eylemsizlik açık kapı verir kaygısıyla durup soluklanmıyorum bile.
Magritte’in tablolarındaki ışık içindeydim: Sokak lambaları şimdi aydınlandı,
gün ışığı tam kaybolmamış, gök kobalt marin, evlerin karaltısı önyüzlerine
henüz düşüyor, ağaç gövdeleri düzleşirken yukarı doğru kıpırtısız neft
yeşilimsi leke sıçramalarıyla dallar, yaprak öbekleri biçimleniyor.
Hadi canım sen
de! İleride, yolun benim gidiş yönüme göre solundaki bir evin bahçe duvarında
oturuyordu. Yaklaştım, cıgarasını Bogart tavırlarıyla yakarken (eski bir filme
gönderme mi bana mı öyle geliyor because he often kept a cigarette in the corner of his mouth, seemingly never actually drawing on it or smoking it) gülümsedi.
“Erkencisin.”
“Sen de öyle, geceyarısı
diye yazmışsın, ama ikimiz de buradayız şimdi -her nasılsa- işte.”
“Kimi zaman kural
kırmak iyidir.”
“Beni izledin mi
yoksa?”
“Daha neler!
Neredeyse yarım saattir oturuyorum burada, hem ben yukarısından indim sokağın.”
“Beni
beklemiyordun yani?”
“Hayır... Evet...
Bilmem!”
“Peki, piyano
burada mı?”
Kısa bir nefes
çekip gözüyle arkasını gösterir gibi yapıyor. Küçük bahçenin içindeki eve
bakıyorum dikkatle; sıkı sıkıya kapalı geniş bir çift pencerenin bordo renkli kalın
perdelerinden sızan cılız bir ışık var yaşam belirtisi denebilecek. Başkaca bir
şey yok.
“Görmek istiyor
musun?”
“E, evet...
Hayır... Bilmem!”
İlk kez gülüyor
sesli.
“İstersin,
istersin.”
“İsterim.”
Duvardan inip
pantolonunun arkasını, paçalarını eliyle vurarak temizler gibi yapıyor. Biten
cıgaranın filtresini yanındaki taşın altına gizliyor babası misket oynamasına
kızmış bir çocuk rahatsızlığıyla. Aynı cıgarayla gitti Bogart, geldi takılgan. Beni
en çok çeken galiba bu sınırı belirsiz dönüşümler. Bahçe duvarının yukarı doğru
yedi sekiz boy ilerisinde, demir bükmeli kapısına gidiyor, iki adım arkasında
duruyorum. Kapıda, mandal, dil, kilit yok. İtip giriyor, iki adım arkasında
ben. Bahçeyi geçip evin yan tarafına dönüyor, kısa taş merdiveni iki adım, iki
adım çıkıp eski ahşap kasalı kapıya varıyoruz. Zil yok. Kararmış prinç bir tokmak
asılı göz deliğinin hemen altında. Tutup vuruyor iki kez. Omuzları kıpırtısız,
topuklarıyla dönüp bana bakıyor sorar gibi “Eminsin değil mi?” Bunun sesle olmadığını
her nasılsa fark edip yanıtlamıyorum. Yüzümü olabildiğince düzleştirip, iki
adım gerisinde...
Ayak sesleri.
Kapı aralanıyor; ne az ne çok. Göremiyorum açanı, geri çekilmiş, açıp geri
dönmüş olabilir. Giriyor, aramızı koruyarak ben de giriyorum o aradan. Bir adım
daha.
Beklediğim gibi
değildi içerisi. Ne bekliyordum ki? Yani, hiç farklı olmayan bir kapı arkası giriş
bölmesi işte, uzun loş geçenek, soluk fildişi sarı duvar boyu mantar panolar.
Olağan dışı bir beklentim yoksa da, böyle tekdüze olması... Ha, bir uzunluğuna
şaşmış olabilirim. Ev dışarıdan bu kadar büyük görünmüyordu çünkü. Hava
aydınlık değildi yeterince belki, ya da ummuyordum önyüzü böyle sıradan bir
yapının... Belli ki arkaya doğru uzun...
“Gel, gel çekinme.”
Karşıda, salon gibi büyücek bir alana açılan kapının sövesine tutunmuş bana
sesleniyordu. Sözünü dinledim uslu uslu. Ne zaman zorluk çıkarmıştım ki. İlk
gördüğüm, perdeden sızan ışığın kaynağıydı; eski püskü yamuk bir abajur duruyor
pencereli köşede. Başkaca hiçbir şey yoktu mekânı bölen. Hemen hemen! Zemin,
cilası gitmiş koyu kestane lambri. Sol arkama bakınca, işte şimdi ağzım açık
kalmıştır: Girdiğim kapı tarafındaki duvarı bütünüyle kaplayan freski görünce “Fiığss..!
” diye bir ses çıkarmıştım,
ıslıkla sözcük arası.
“Gülünç, değil
mi?” dedi, sorudan çok bir yorum vurgusuyla.
“ ! “
“Gülünç denecek kadar tuhaf” diyebildim. Yanılmıyorum, yakından bakınca da
düpedüz bir duvar boyaması -resmi, freski- bu. Kaplama baskı veya başka bir
teknik değil. Biri -birileri- uzun uzun uğraşmış duvar üstünde; pek kolay görülmeyecek bir... bir... (ne desem,
‘nesne’ mi, ‘yapıt’ mı) bir ‘şey’e bakıyorum.
Önce, bu şehirde duvar resmi arasan, en fazla iki, üç örnek görürsün. Aklıma
ilk gelenler de hani eski Büyük Sinema’nın tavanına yapılmış olanlar, kim bilir
kaç yıl önce. Şimdi orası sinema bile değil, ne oldu bilmiyorum (çocukluğumda
gördüğüm ilk fresklerdi onlar sinemanın ağır, karanlık havasına karışan) ya
yıkmışlardır hiç acımadan güzelim salonu, ya da alış veriş merkezi dedikleri bulaşıcı
çirkinliğe dönüştürülmüştür.
Sonra, belki bir de müzede korunan bir iki resim daha vardır toplasan. Yani...
buralarda hem nicelik, hem nitelik olarak az bulunur bu ‘şey’ beni gerçekten
şaşırttı.
“Biz neredeyiz?” Yanıt vermedi, onun yerine girdiğimiz geçeneğe dönüp
panolara baktığını sanıyorum tam göremesem de buradan: Önünden ayrılamıyordum
ki duvarın. Eh artık, söyle ne görüyorsun resimde diye sormayın; anlatması zor.
Ne yoktu ki koca duvarda boydan boya.
Naif minyatür tarzında, ilk bakışta Hieronymus’un “Bahçesi” gibi görünse
de, daha çok Serafini’nin “Codex Seraphinianus”undan fırlamışcasına
ayrıntılarla boğulmuş bir karmaşa
getirin gözünüzün önüne (bu çağrışan resimler çok sade suyuna kalır
kıyaslansa.) Karmaşa diyorum çünkü binlerce figür birbiri üstüne binmiş, yarım
kalmış -besbelli ki- bilerek çarpıtılmıştı. Kimi desen
kırıntısının neyi imlediğini kestirmek bile zor. Hiyeroglif unsurlara dönüşmüş
olanlarla, leke ‘enigmaları’ mütoz bölünmeyle ürüyorlardı bu evrende.
İçeriden “Olabildiğince uzaktan bak.” diye seslenince irkildim, burnum handiyse
boya katmanına değiyormuş, iyice gülünç olduk resim ve ben! Uzaktan? Karşı
duvara kadar gidip dayandım, bir daha baktım geniş açı lensimi takıp.
Piyano!
Boydan boya, yamuk, perspektivi kırık bükük bir piyano formunda toplanır gibi ayrıntıların biraradalığı.
Bunu anca fark ediyor olmaktan utandım birden. Yine ayrıntıları göreyim derken
burnumun ucundakini -sözcüğün tam anlamıyla- kaçırmıştım. Piyano bütün duvarı
kaplıyormuş meğer. ‘Piyanomsu’ demek daha doğru olur belki. ‘Terliksi hayvan’
der gibi; bir nesneye benzetilmiş ama kesinlik aranmıyor anıştırmada.
“Piyanoyu bulduk.” dedim girişe dönüp, panolara iğnelenmiş küçük notlara,
fotokopiyle çoğaltılmış yazılara, çizelgelere bakıyordu dikkatle. Yanıt
vermedi. Üstelemedim. Yanında durup
ben de bakayım dedim içimden, ne arıyoruz?
Haftanın günlerine göre atölye odalarının kullanım saatleri, kimler kiminle
eşleşebilir önerileri, temizlik için kısa açıklama, malzeme stoklarında eksik
olanlar listesi, hurdacılar çarşısında bir dükkân adresi, satılık ya da
değiştirme ilânları, fırsat köşesi, nakliyat, aktarma, hamal, araç gereç
kiralama, ders verilir kuponları, a 4 üzerine bir pastel çocuk boyaması (eşkenar
dikdörtgen okul, beyaz yakalı öğrenciler, üçgen etekli öğretmen, kutu köşeli
yeşil araba, mor ağaçlar), önemli olabilecek telefon numaraları, yangında
yapılacaklar madde madde, gazeteden kesilmiş bir karikatür, altı kırmızıyla
çizilmiş aranıyor başlıkları, ne iş gördüğü anlaşılmaz bir mekanizmanın küçük
ölçekli plânı üzerine el yazısı açıklamalar... Gözüm döndü, burada ne oluyor?
“Ne arıyorsun?”
“Bakıyorum, benim saatlerimde bir değişiklik olmamış neyse.”
“Ne saatleri?”
“Atölye çalışma saatleri.”
Durdum, ne çalışıyorsun, ne atölyesi, burası neresi, freski kim yapmış,
neden buraya yapmış, ne zaman... hepsini birden sormasam daha iyi belki. Bunaltmayayım
adamı. Bırakayım kendi açıklasın, beni davet eden o olduğuna göre.
“Gel aşağı inelim kendin gör, hoşuna gider diye düşünüyorum, ‘Piyano’ya
çıkarken bakarız yine.”
Geçeneğin öte ucundaki merdivenlerden iniyoruz hızlı hızlı. Bu şehirde
doğdum büyüdüm, nasıl olur da burayı bilmem diye düşünürken düşüyordum az daha.
“Aman dikkat, bu basamaklar kaygan, ışık da az, insan zor görüyor önünü,
sen alışık değilsin.”
“İyi de, ben neden burayı bilmiyorum önceden?”
“İşte artık biliyorsun.”
Homurdanıyordum inerken; düşeyazdığım için değil, hâlâ ne kaçırmışım bugüne
kadar diye yerinirken. Kim bilir daha neler göreceğim?
Bodrum katına iniyoruz anladığım kadarıyla. Yapı tek katlıydı, giriş
katının altına gelmiştik, atölyeler burada olsa gerek. De, ne atölyesi?
Selülozik tiner kokusunu içime çektim. Benzin, aseton, madeni yağ, boya,
ispirto kokularına bayılırım. Kimi, parfüm, kolonya sever. Tuhaflık bende.
Birkaç kapı geçtik geçenek boyu yürürken; üstlerinde numaralar, isimler, zaman çizelgeleri asılıydı. Kapalı,
olasılıkla da kitliydiler. Birine gelince durdu, kapıyı tıkladı. Yukarısına
köşelerinden bantlanmış kartona “ (8) NR – İK ” yazılmıştı kırmızı keçeliyle. Altında Pazartesi, Perşembe, Cumartesi...
saatler, çarpı işaretleri.
*
“Nuşirevan Bey - - - okuldan
arkadaşım.” diye tanıştırdı bizi. Kapıyı açmamış içeriden, “Buyrunuz ! ” diye
seslenmişti. Şişedibi gözlük camları, fırça saçlar, üstten inceltilmiş bıyık,
gömleğinin kollarına geçirilmiş uçları lastikli koruyucular, boyalı önlük,
içten bir gülümseme. İlk kez böyle bir isim duyuyordum.
“Hoşgeldiniz, ben de bitirdim bugünlük, ortalık topluyordum efendim.” Doğal
bir nezaket görmeyeli çok zaman olmuş meğer. Hafif bir aksan yakaladım,
belirgin olmayan, ismini düşünürsek...
“Erken mi geldim?” diye soruyor, Nuşirevan Bey saatine bakmadan “Yooo, aman
efendim, ben oyalanmışım, size zahmet olmasın diye şu aletleri de yerine
kaldırayım derken...”
“Ben yardım edeyim” deyip, uzun masanın üstüne saçılmış kimi bildik, kimini
ilk kez gördüğüm aletleri toplamağa girişiyorlar. Çoğu marangozluk gereçleri
gibi; aralarında hiç bilmediğim anahtarımsılar, burgaçlar, amorf işkenceler,
delgeç, keski, yontu kalemleri, uzun gagalı pensler, metal iğneli ahşap
pergelleri, iletki, gönye, tebeşir...
Masanın öbür ucunda üstü özenle örtülmüş kısma gelince duruyor, dokunmuyor
hiçbir şeye. Anatomi çalışan veteriner öğrencilerin şimdilik bıraktıkları bir geyik
kadavrası gibi, siyah pamuklu örtünün altında sivrilen, yumuşakça dönen
kıvrımlar, sert kırımlar. Nuşirevan Bey gelip örtünün sanki açık kalmış bir
ucunu toplar gibi yaparken “Az kaldı, sonunda bitmek üzere.” diye açıklıyor
bana bakıp.
İstemeden de olsa gülümseyip başımla onaylıyorum bu ifadeyi. Bilemediğim,
anlayamadığım olgu akışının beni serseme çevirdiği belli olmasın diye belki.
“Ben de yardım ederdim ama, ...” diyorum, bitiremeden cümleyi.
“Aman efendim, misafirsiniz. Size çay ikram edelim isterdim ama ocak
kapanmıştır bu saatte.”
“Sağolun, hiç gerek yok, zaten...”
Başladığı lafı bitiremeyenlerden bendeniz.
Önlüğünü, kolluklarını çıkarıp katlıyor, atölyenin köşesindeki dolaba
kaldırıyor, alt bölmesinden bir deri çanta çıkarıp gözlüklerini atıyor içine.
Daha zarif, metal çerçevelisini takıyor yerine. Ceketini askısından alıp
giyerken “Eh, bana müsade, size iyi akşamlar, tanıştığımıza çok sevindim.”
Elimi tutup sıkıyor, sonra ikisi kapıya doğru gidiyorlar birlikte,
aralarında bir şeyler fısıldaşıyorlar, arkadaşım kısa bir kahkaha koyuyor
“Merak etmeyin, görüşürüz Nuşirevan Bey.”
Kapı kapanıyor.
Bir sessizlik yaşıyoruz uzunca sayılabilecek. Sormuyorum.
*
Kader Sokak’tan aşağı doğru yürürken evlerin balkonlarında oturan, geç yaz
akşamı yemeklerinde sarımsaklı yoğurtlu kızartma yanında rakılarını yudumlayan
ailelerin gülüşmeleri, salonda açık kalmış televizyonun, ya da kimi radyonun dalgalanan seslerine
karışıyor. Karşımızdan, yolun aşağıdaki karanlık ucundan bir fosforlu ışık
bulutu süzülüyor üstümüze, daha ne olduğunu anlamadan ateş böceklerinin
arasında kalıyoruz. Olsa olsa, insan böyle bir şeye bir kez tanık olur
yaşamında. Dokunmak istiyorsunuz buluta, içinizden geçip gidiyorlar yolun yukarısına.
Bu geceden sonra hiçbir şey beni şaşırtmaz artık.
“Her birimiz, kendi enstrumanımızı tasarlayıp biçimlendirmeğe çalışıyoruz
orada.” diye başlıyor sonunda açıklamaya kaldığımız yerden yürürken “Piyano
atölyeleri adı, yukarıdaki kimin, kimlerin yaptığı bilinmeyen duvar resminden
geliyor. Kapısında yazmasa da biz öyle yakıştırdık, anlamışsındır en azından.
Kimsenin piyano filân yaptığı yok tabii. Hiç duymadım. Bilindik enstrumanlar
değil, bir tarif, sınıflama, özelleme yok. Hepimiz gönüllü çalışanlarız, kimse
kimsenin işine karışmaz, ne yaptığını ne ürettiğini sorgulamaz. Odayı
paylaştığım Nuşirevan Bey’den başka, bir bekçiyi bir de çay ocağındakileri
tanırım. Ben yenilerdenim zaten, daha ortaya elle tutulur bir iş çıkarmadım.
İşini tamamlayan, yaptığını alıp
gidiyor. Geride bırakılan sonuç çizimler, plânlarmış; onları da biz görmüyoruz,
görmedik hiç, atölyenin bağlı olduğu vakfın arşivine kalkıyormuş diyorlar.
Şimdilik tasarımlar arasında gidip geliyorum, bir zaman kısıtlaması olmadığı için
acelem de yok. Haftanın üç günü burada zaman geçiriyorum, düzen çizelgeleri
arada bir değişir, karışıklık
istenmez tabii. Aslında dışarıdan misafir getirilmiyor ama ben seni
belki kendi enstrumanını yapmayı düşünürsün diye davet ettim buraya, çünkü böyle
işliyor düzen. Gidenlerin yerine bizler buluyoruz yeni gelecekleri. Bir çeşit
referans yöntemi işte. Nuşirevan Bey yakında gidici. Kimseyi de getirmek
istemediğini söyledi bana kaç defa, rica etti yerine birini bulayım diye.”
“Ben mü-müzisyen değilim...“ diye kekeliyecek oluyorum, o çok sevdiğim
kahkahasını atıp beni iki eliyle tutuyor, yüzüme bakıp fısıltıyla “ Kim dedi
müzik enstrumanı yapıyoruz diye?
İlâhî ! ”
Yıldırım Arıcı
Nisan 2014
Klazomenai
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder