ÖLÜ ÇOCUKLARA ŞARKILAR
Müzik setini Trinité Kilisesi'nin tam önünde bulmuştuk.
Benim oda, Rue Pigalle, Square La Bruyére, ilk sağ binanın 6. katındaydı.
Benim oda, Rue Pigalle, Square La Bruyére, ilk sağ binanın 6. katındaydı.
- Bu akşam müthiş bir konser var: Dietrich Fischer-Dieskau solist.
- Ha, neredeymiş?
- Opera'da, eski Opera Konser Salonu'nda, büyük orkestra filan, hepsi... Pariscope'da gördüm.
- Ooo, yer yoktur, olsa kaç yazar? Bilet alacak paran mı var?
- Hımm, yok tabii, yok da, acaba diyorum, biz eskiden konser salonlarına öyle kapıdan kalabalığa karışıp giriverirdik içeri, sonra da içeride boş bulduğumuz koltuğa otururduk. Hani diyorum, burada denesem ne olur?
- E, zor biraz. Öğrenci konseri mi bu? Kaçaymış biletler?
- 60'tan başlıyor.
- Ha ha hah! yedi frank bulsak bir paket tütün alırdık diye hayal kurarken...
- Ya da Forêt-Noire! Mmm, çok acıktım. Ne yapsak?
- Güldürme beni, sanki çok seçeneğimiz var da!
- Makarna diyorsun!
- Eh yani! Patates tatlısı yapma da, ben razıyım makarnaya.
- O bir denemeydi, niye bu kadar alay ediyorsun anlamıyorum.
-Ederim tabii, bir tomar kesme şekerle haşlanmış patatesi ezip karıştırmak ne türlü bir deney oluyor? Patatesleri de çöpe gitti bu yüzden.
- Bak sana söyledim; çocukluğumda tatlı patates diye bir şey yerdik, yerelması gibiydi.
- Bırak şimdi, hadi makarna suyu koy, yemek yiyip dışarı çıkalım biraz.
- Tamam, ama ben akşam konsere biletsiz girmeği deneyeceğim.
-Dene de gör...
- Nasıl makarna istiyorsun?
- Neyimiz var?
- Fiyonk.
-Yanına sos yapacak?
- Burda biraz soğan, zeytin, kekik filan var sadece. Peynirimiz bitmiş.
- İyi işte; Akdeniz usulü olsun, daha ne?
*
- Ne oldu? Çabuk döndün, betin benzin atmış?
- Of, sorma, fena rezil oldum.
- Hah haay!
- Gülme!
- Otur şuraya da anlat.
- Ben demiştim deme!
- Demiştim ya neyse, sen anlat; düşündüğüm şey mi oldu?
- Daha kötüsü, her ne düşündüysen. Gülme diyorum!
- !
- Atladım metroya gittim. Yukarı çıktığımda hava kararmıştı çoktan. Opera binasının etrafında dolandım durdum. Çok aramadım ama bilet filan satılmıyordu zaten. Konserin başlamasına yirmi dakika gibi bir süre kala, yan tarafında gözüme kestirdiğim kapıdan girmeğe karar verdim içeri. Önümde sadece pek yüksek olmayan sarı prinç bariyerler vardı. Atlarım dedim üstünden, ne olacak ki? Hepsi birbirine takılıymış, bir sallandı atlarken; çan çan zangırdadı. Tam kapıdan giriyordum, iki izbandut görevli -nereden çıktıklarını bile anlamadım- koştu geldi "Oop, mösyö, nereye?" diye, koluma girip kaldırdılar havaya beni çocuk gibi, yan sokağa kadar götürüp bıraktılar kaldırıma "hadi, yaylan buradan" diye...
- Hah hah hah ha, bırak da güleyim istediğim gibi...
- İyi iyi, gül! Sonra eve dönerken ben de çok güldüm kendi kendime metroda, millet genç yaşta üşütmüş diye acıyarak baktı. Şimdi pek gülesim kalmadı ya... Düşündükçe sinirleniyorum; her an, her gün, her yerde, çok önemli şeyler oluyor ve biz bütün bunların ortasında, bu şehirde olan biten herşeyin farkındayken, neredeyse açlıktan geberiyoruz. Beynimiz her gün düz makarna yemekten dumura uğrayacak yakında.
- Eeh, hep derler ya; bu şehrin bir diyeti var, onu kesiyoruz epeydir, bir süre daha böyle takılmak, bu zamanları atlatmak zorundayız. Yenilgiyi kabullenip eve dönmektense...
- Pas question!
- Öyle, onun için boş ver, sıkma canını -dişini sık yerine- doğru dürüst yemek yiyeceğimiz, konsere, sinemaya gideceğimiz zamanlar da gelecek. Sen okula asıl şimdi; başarısız olursak, işte o zaman 'dış kapı' önüne koyarlar bizi!
- Evet, haklısın.
- Hadi gel, tıkılıp kalmayalım bu yamuk odaya, benim de içim sıkıldı zaten okumaktan burada. Müziğimiz bile yok. Çıkıp yürüyelim, bir ayaküstü espresso içelim, ha ne dersin? Benden.
- Peki tamam, dur bir yüzümü yıkayıp kendime geleyim önce.
*
- "La Bruyère" ne demek, hiç merak ettin mi?
- Hım, bakmıştım evet; funda, yabanmersini türevi bitki. Calluna Vulgaris...
- Ha, bir de 'latincesi' diyorsun, ansiklopedi mi yuttun bu ara?
- Yok canım, geçenlerde bakmıştım, "Vulgaris" lafına takılmışım, aklımda kalmış işte. Ama Square La Bruyère adı bitkiden mi geliyor, emin değilim.
- Ne tarafa gidelim, yukarı Pigalle'e mi çıkalım, yoksa...
- Yok ya, şimdi orası çok kuru kalabalıktır, sakin sakin aşağı, Seine kıyısına doğru...
- Öff, doğru evet; Japonlarla Amerikalılar basmıştır bu saatte orayı.
..........
- Bir romanın ilk cümlesi önemlidir diyorum sana, gerçi bu “kitap” bir “roman” değil. Olsun, herhangi bir metnin “ilk cümlesi” önemlidir. “İlk adım” gibi…
- İlk cümle takıntısı, Miguel de Unamuno'dan Marcel Proust'a, hatta günümüz romancılarına değin geliyor gördüğüm kadarıyla, bizimkilerden birinin bir romanı da bu 'takıntı' üstüne tartışmayla başlıyordu yanılmıyorsam.
- Ama bir yanılsama bu. Çünkü bu cümlelerin hiç biri “ilk” değil…
- Ne demek istiyorsun bununla?
- Foucault'yu kastediyorum, sö...
- Bırak şimdi arkadaşım; Foucault üzerine konuşma!
- Hah ha ha haa... Of ya, çatlatıcaz!
- Şşt, baksan a, o ne oradaki?
- Ney ne?
- Kilisenin orada, bahçe önündekini diyorum, gördün mü?
- Aa, dolap mı?
- Gel bakalım.
- Dolapsa çok işe yarar.
- Gel gel, koş!
- Vaaay!
- Evet, vay canına! Dolap ama müzik dolabı!
- Hadi canım, bozuktur.
- Bozuk olsa n'olur? Şuna bak; güzelim cilasına bak!
- Atmışlar'ın müzik seti, dolabı... Bakayım, iki tarafında 'speaker'ları da var.
- Bak, kapağı kaldırınca çıkana; üstü pikap-radyo, içinde anfisi vardır ortak, kesin lambalı anfidir.
- Sapasağlam görünüyor.
- Elektrik kablosu güzelce sarılıp toplanmış, bence çalışır bu, tertemiz görünüyor. Biri alıp kullansın diye...
- Alalım.
- Alalım tabii de...
- Ağır mıdır diyorsun?
- Eşek ölüsü gibidir bu, tut bakayım ucundan bir kaldırıp bakalım.
- Hoh!
- Uff! En az elli kilo...
- Fazladır bence.
- N'apalım, kaçsa kaç! Tut, yavaş yavaş götürürüz senin odaya.
- Oraya kadar düz yol da, hadi diyelim götürdük yavaş yavaş, dura kalka. Sonra n'olucak? Altı kat nasıl çıkaracağız servis merdiveninden?
- Gençsin, güçlüsün, kasların makarnayla gelişmiş, ne var yani?
- Of ya, bırakılmaz zaten.
- Deli misin, Aziz Trinité'nin biz fakirlere bir mucizesi bu!
- En az iki yüz elli-üç yüz metre var evin oraya.
- Hadi, tek başımıza olsak yapacak bir şey olmazdı, ama iki kişiyiz.
- Of tamam , haaaydi, kaldır!
- Bak ileride çok güleceğiz buna, amma şanslı adamsın; evde müzik yok diyordun biraz önce.
- Çalışırsa!
- Çalışır, çalışır, bozuksa tamir ederiz.
- Nasıl tamir ederiz? Sen ne anlarsın? Ben ne anlarım elektronikten?
- Ne elektroniği ya, olsa olsa kablosu filan kopuktur, anfi çalışıyorsa sorun yok.
- Anfiyi diyorum, lambası mambası yanıksa?
- Hele bir eve kadar gidelim, sonra düşünürüz. En kötü olasılıkla, mobilya olarak kullanırsın.
*
- Ohh! Öldük!
- Bu merdiven bitirdi bizi.
- Kapa kapa, kapıyı kapa, görmesin kimse.
- Bana bak çok komik; oda dar diyordun, şimdi hiç yer kalmadı!
- Ah ellerim kopmuş, kolumu kaldıramıyorum.
- Benim de, çok susadım, yerden kalkıp su içecek halim yok.
- Bi kahve içelim diye çıktık, halimize bak!
- Oo, tansiyonum düştü!
- Uzandığın yerde kal, kıpırdama!
- Mmm!
- Al, su iç!
- Sağol...
...........
- Şunu biraz daha köşeye itelim, bir yardım et.
- Tamam da, priz neredeydi?
- Bu tarafta, onun için diyorum biraz çekmemiz lazım bu tarafa.
- Senin yatağı öbür tara kaydıralım önce, baksan a; yapıştı!
- Hadi, hoop!
- Şimdi de bunu...
- Hiç fena olmadı, odaya klas geldi birden!
- Dur bakalım hele, bir de bunu prize takarsak göreceğiz klası mılası.
- Ben takmam, patlar çatlar bu, yangın çıkarmayalım?
- Ben takarım, sen bir dur, neredeydi bu?
- Arkasında kaldı.
- Gördüm, takıyorum! Bir şey olursa hemen çekerim fişi, kaygılanma.
- ! Işığı yandı radyonun! Lambaları ısınıyor galiba, .... ses geliyor!
- !
"czzczczzzzzızzzzzızzzzjsssz................au contraire, l’Orchestre Philharmonique peut aborder tous les répertoires du XVIIIème siècle à nos jours, alors ce soir vous allez écouter en direct de l'opéra de Paris, l'Orchestre philharmonique de Radio France dirigé par Pierre Boulez, baryton Dietrich Fischer-Dieskau interpréta Kindertotenlieder (1901-1904): chant des enfants morts, immersion grave et pudique dans l’affliction la plus désenchantée et pourtant digne. Kindertotenlieder est l’un des plus bouleversants témoignages de Gustav Mahler:
1. Nun will die sonn’so hell aufgehn (le soleil va maintenant se lever radieux)
2. Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Enfin je comprends pourquoi de si sombres flammes jaillissaient de vos yeux)
3. Wenn dein M¨tterlein (Lorsque ta petite mère rentre dans ta chambre)
4. Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Je me dis souvent qu’ils n’ont fait que sortir)
5. In diesem wetter, in diesem braus (Par ce temps, dans cette tourmente).............."
"......…tersine, Filarmonik Orkestra, XVIII. yüz yıldan günümüze tüm repertuarları aşabiliyor, imdi, bu akşam Paris Opera'sında, Radyo France Filarmonik Orkestrası'ndan, Pierre Boulez yönetiminde, bariton Dietrich Fischer-Dieskau'nun yorumlayacağı Kindertotenlieder (1901-1904): "Ölü Çocuklara Şarkılar"ı naklen dinleyeceksiniz. Derin acı ve içtenlik, inancın yitirilişi, buna rağmen dingin. Kindertotenlieder Gustav Mahler'in en dokunaklı tanıklıklarından biridir:
1 Nun will die sonn’so hell aufgehn (Şimdi aydınlık güneş doğacak)
2 Nun seh’ich wohl warum so dunkkle flammen (Sonunda anlıyorum gözlerinizdeki böylesi karanlık pırıltılı alevleri)
3 Wenn dein M¨tterlein (Anneciğin odana döndüğünde)
4 Oft denk’ich, sie, sind nur ausgegangen (Sık sık, çıkmalı sadece diyorum kendime)
5 İn diesem wetter, in diesem braus (Bu zamanda, bu fırtınada)......."
***
6 Haziran 2014
"Özgür Uçkan'a yılların dostluğuyla" diye yazmıştım; bu küçük anıyı okuyup beğendiğini söylemişti.
Bugün Özgür'ü yitirdiğimiz haberi geldi...
Bugün Özgür'ü yitirdiğimiz haberi geldi...
11 Temmuz 2015
Yıldırım Arıcı
2 yorum:
yıldırım, sende özgür'e dair birşeyler bulacağımı düşünüyordum günlerdir. yanılmamışım. çok üzgünüm ama buna öyle çok sevindim ki... sevgilerimle.
Ayşe Nur Doksat
Özgür'e dair o kadar çok şey var ki...
Hepimizde...
Sevgiler.
Yorum Gönder