Bu derenin boklu sularında intihar bile edilmez,
etmeyenlerin içmeleri gerektiği safsatadır.
etmeyenlerin içmeleri gerektiği safsatadır.
- Soylu efendimiz,
kâğıda dökmekte olduğunuz bu gotik renkli imgeleriniz, üstünden onca yabanıl bulutların geçtiği bu on üçüncü yüz yıl katedralinin oylumlarına kazılı olsa, yerini bulmuş olmayacaktır. Yüreğinizin sıcaklığı ayaklarımızı ısıtıyor.
Ben üşüyorum oysa. Yılgının soğukluğu yayılıyor belki. Bunu biraz olsun, şu sürü halinde bakınarak dolaşan gezginlere yöneltsem, sırıtkan çenelerini kapatır, buz kesen salyalarını kırıp, kaçışmağa çalışmazlar mıydı?
- Kalkın efendimiz,
hiddetinizi, yolun ötesinde kurulmuş Shakespeare & Company kitabevinin az raslanır elyazmalarından bulup çıkarmış gibisiniz. Kalkınız, agoraya varıp ip üstünde yürüyelim. Sineksiz yaşayamıyor, gönlünüzü hoş tutamıyorsunuz.
Üstünde giysilerin, elinde asan olmasa, bir kral olduğunu düşlemek bile güç! Neden hizmetimde olduğunu bilmiyorum; umurumda da değil. Notre Dame’ın önünden çok -boklu- suların geçtiği doğru; şimdi, ışıldaklı teknelere doluşmuş kısa donlu yeni kıtalıların geçtiği sular. Bir kral ile bir soytarının, aynı ağacın dibinde oturduğunu görünce, bunu kendileri için sunulan hoş oyunlardan biri sanıp, el sallıyorlar, boyunlarından çıkarmadıkları makinalarına sarılıp, bizi, eşe dosta gösterilecek gezi anılarına dönüştürmeğe davranıyorlar. Sıkıldım, gidelim.
- Evet efendimiz,
agorada sizi bekliyorlar.
Ama söye bana, bu gece neyi oynayalım? Korkaksoytarı rolünden de sıkıldım. Bu aralar çokca sıkılıyorum. Sevgili dostum, işlet o güzel tacının taşıyıcısını.
- Sakın sonoyunu getirmeyiniz aklınıza efendimiz,
sırası değil.
Sıraların yanaşık düzeni! Sen gerçek bir kralsın dostum.
- Fortuna imperatrix mundi, efendimiz,
beni kral kıldı, oynamak, size hizmet etmek zorundayım.
Dertlenme dostum, kılınanı kırmak inanlarına uymuyorsa, yakınmamalısın.
- İşte, geldik efendimiz,
ipin gerginliğini tartıyorlar bakınız! Kırma döllü grek aşevlerinde döndürülen kuzu kokuları, kösnül terleriyle aç bîlaç gezinen nil görmemiş nil çocukları, esritici tozlar satmağa bakınan karaderili köleler, sarkık memeli –artık uçamaz- aşağı ülkeliler, kıçıüstün ırkın sarı bebeleri, kıllı bacaklarına giyotin deymemiş ondörttemmuzpiçleri, ravenna köylüleriyle, ne oldukları diğerleri kadar belirsiz bu yığın, varoluş soysuzluğunu size yansıtan bu tebâ, sokak parkelerinde şaraplı kusmuklar, kelp sidiklerine bulanık yalınayaklar, lavta çalarmış gibi yapan çingen öykünücüler, taşbeyinli ürkünç erleriniz, çatılmış kargılar, yüzülmüş deriler, atmık birikintileri, sapkınlar, derişgenler, lavantalı kantlar, çiçekçi kocakarılar, çekik gözlü geviş getiren pirinç kutsayıcıları, vandal ve de galatlar,
Of, yeter dostum! Usandırıyorsun beni.
- Hepsi size bakıyorlar efendimiz,
Söyle onlara, bu gece çıkmayacağım ipe, üşüyorum, çok üşüyorum.
- Kesemizdeki değerli taşlara kıyıp, sıcak bir handa aş içelim efendimiz.
Hayır dostum, onları çoktan çıkardım elden; bir sin yazıtına tünemiş, baykuş bakışlı, gelincik ruhlu, porsuk derili felinin boynuna kolye diye dizmiştim hepsini.
- Öyleyse yürüyelim efendimiz,
Soytarıların kendi sarayları olsaydı bile, sizin olmazdı. Benimkine -ki her kralın olmasa da, çoğumuzun bir sarayı vardır diye bilinir- gidelim demeğe aşağılık gururum izin vermez; yürüyelim öyleyse derim.
Yürüyelim dostum. Yığılıp, bitkinlikten kendimize dönene kadar yürüyelim.
- Belki bu geceye sığmaz, gün ışığına taşarız efendimiz.
O zaman da metroya bineriz dostum, ne yapalım! herşeyin boş bir kola tenekesine dönüştüğünü görüp, onu, bir tekme yapıştırmağa yeterli değerlikte saydığımızda, yürümelerimizin geceleri kendiliklerinden bengileşecektir.
- Verin çıngıraklı kukuletanızdan öpeyim efendimiz.
Dalkavukluğun sonu yok dostum. Hadi yürü! Kuşluk vaktine daha çok var. Hâlâ üşüyorum. Niye içmemiz gerekirmiş ki?
(1984)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder