içerik:

30 Aralık 2008

28 Aralık 2008

26 Aralık 2008

25 Aralık 2008

hideaway

.


artık kokusunu daha iyi duyuyorum
dil, dudak kitli
sessizlik ayak sürer
zamanın ipliği geriye sarıyor, VW hızla suya
dalıyor
kabarcıklar
baby you can drive my car
yes I’m gonna be a star
au fil du temps, dön makara sar
kapılar kapıyorum birer birer
altı, altı
ip kopuyor
geçenek önümde ve arkamda
hangi kapının ardında sorulmuştu zampok eyin pi
kopar, kopar
çok sürmez kokusunu alıyorum
geçeneğin damarında akar
çarşafımda ılık ılık
saçıma, kirpiğime yapışır
gözlerde donar



1985

24 Aralık 2008

Ballad of the Skeletons














(fotograf ve tasarım: Yıldırım Arıcı)







BALLAD OF THE SKELETONS


Said the Presidential Skeleton
I won't sign the bill
Said the Speaker skeleton
Yes you will

Said the Representative Skeleton
I object
Said the Supreme Court skeleton
Whaddya expect

Said the Military skeleton
Buy Star Bombs
Said the Upperclass Skeleton
Starve unmarried moms

Said the Yahoo Skeleton
Stop dirty art
Said the Right Wing skeleton
Forget about your heart

Said the Gnostic Skeleton
The Human Form's divine
Said the Moral Majority skeleton
No it's not it's mine

Said the Buddha Skeleton
Compassion is wealth
Said the Corporate skeleton
It's bad for your health

Said the Old Christ skeleton
Care for the Poor
Said the Son of God skeleton
AIDS needs cure

Said the Homophobe skeleton
Gay folk suck
Said the Heritage Policy skeleton
Blacks're outa luck

Said the Macho skeleton
Women in their place
Said the Fundamentalist skeleton
Increase human race

Said the Right-to-Life skeleton
Foetus has a soul
Said Pro Choice skeleton
Shove it up your hole

Said the Downsized skeleton
Robots got my job
Said the Tough-on-Crime skeleton
Tear gas the mob

Said the Governor skeleton
Cut school lunch
Said the Mayor skeleton
Eat the budget crunch

Said the Neo Conservative skeleton
Homeless off the street!
Said the Free Market skeleton
Use 'em up for meat

Said the Think Tank skeleton
Free Market's the way
Said the Saving & Loan skeleton
Make the State pay

Said the Chrysler skeleton
Pay for you & me
Said the Nuke Power skeleton
& me & me & me

Said the Ecologic skeleton
Keep Skies blue
Said the Multinational skeleton
What's it worth to you?

Said the NAFTA skeleton
Get rich, Free Trade,
Said the Maquiladora skeleton
Sweat shops, low paid

Said the rich GATT skeleton
One world, high tech
Said the Underclass skeleton
Get it in the neck

Said the World Bank skeleton
Cut down your trees
Said the I.M.F. skeleton
Buy American cheese

Said the Underdeveloped skeleton
We want rice
Said Developed Nations' skeleton
Sell your bones for dice

Said the Ayatollah skeleton
Die writer die
Said Joe Stalin's skeleton
That's no lie

Said the Middle Kingdom skeleton
We swallowed Tibet
Said the Dalai Lama skeleton
Indigestion's whatcha get

Said the World Chorus skeleton
That's their fate
Said the U.S.A. skeleton
Gotta save Kuwait

Said the Petrochemical skeleton
Roar Bombers roar!
Said the Psychedelic skeleton
Smoke a dinosaur

Said Nancy's skeleton
Just say No
Said the Rasta skeleton
Blow Nancy Blow

Said Demagogue skeleton
Don't smoke Pot
Said Alcoholic skeleton
Let your liver rot

Said the Junkie skeleton
Can't we get a fix?
Said the Big Brother skeleton
Jail the dirty pricks

Said the Mirror skeleton
Hey good looking
Said the Electric Chair skeleton
Hey what's cooking?

Said the Talkshow skeleton
Fuck you in the face
Said the Family Values skeleton
My family values mace

Said the NY Times skeleton
That's not fit to print
Said the CIA skeleton
Cantcha take a hint?

Said the Network skeleton
Believe my lies
Said the Advertising skeleton
Don't get wise!

Said the Media skeleton
Believe you me
Said the Couch-potato skeleton
What me worry?

Said the TV skeleton
Eat sound bites
Said the Newscast skeleton
That's all Goodnight



Allen Ginsberg
İSKELETLERİN ŞARKISI


Başkanlık İskeleti dedi
Yasayı imzalamam
Sözcü İskeleti dedi
İmzalayacaksın

Temsilci İskeleti dedi
İtiraz ediyorum
Yüksek mahkeme iskeleti dedi
Ne bekliyordun ki

Ordu İskeleti dedi
Yıldız Bombaları satın alın
Kaymak Tabaka İskeleti dedi
Evlenmemiş anneler geberin açlıktan

Yahoo İskeleti dedi
Kirli sanatı durdurun
Sağ Kanat İskeleti dedi
Kendi yüreğini unut

Gnostik İskelet dedi
İnsan olmanındır yücelik
Ahlâki Çoğunluk İskeleti dedi
Hayır değil, benimdir

Buda İskeleti dedi
Merhamet zenginliktir
Şirket İskeleti dedi
Sağlığına zararlı

Eski Mesih İskeleti dedi
Fakirleri düşün
Tanrının Oğlu İskeleti dedi
AIDS'e çare gerek

Homofobi İskeleti dedi
Eşcinseller iğrenç
Kalıtım Politikaları İskeleti dedi
Siyahlarin şansı yok

Maço İskeleti dedi
Kadınlar köşelerine gitsin
Tutucu İskeleti dedi
İnsan ırkı çoğalsın

Yaşam Hakkı İskeleti dedi
Ceninin ruhu var
Seçim Hakkı İskeleti dedi
Bunu bir tarafına sok

İşsizin İskeleti dedi
Robotlar işimi aldı
Suça Karşı Şiddet İskeleti dedi
Mafyaya gözyaşı bombası at

Vali İskeleti dedi
Okul yemeğini kesin
Belediye İskeleti dedi
Bütçe kırıntılarını yeyin

Yeni Tutucu İskeleti dedi
Evsizler sokaktan silinsin!
Serbest Piyasa İskeleti dedi
Et yerine de kullanılabilir

Beyin Takımı İskeleti dedi
Serbest Piyasa doğru yoldur
Tasarruf ve Kredi İskeleti dedi
Devlet ödesin

Chrysler İskeleti dedi
Senin ve benim için öde
Nükleer Güç İskeleti dedi
ben ben ben

Ekolojik İskelet dedi
Gökyüzü mavi kalsın
Çokuluslu İskelet dedi
Senin için ne değeri var?

NAFTA İskeleti dedi (*)
Zenginleşin, Serbest Ekonomi
Maquilador İskeleti dedi (*)
Sweat Shop'lar, düşük ücret (*)

Zengin GATT iskeleti dedi (*)
Bir dünya, üst teknoloji
Alt Tabaka İskeleti dedi
İçinde boğul

Dünya Bankası İskeleti dedi
Ağaçlarınızı kesin
IMF İskeleti dedi
Amerikan peyniri alın

Az Gelişmiş İskeleti dedi
Biz Pirinç istiyoruz
Gelişmiş Ülkeler İskeleti dedi
Kemiklerinizi verin zar yapalım

Ayetullah İskeleti dedi
Öl yazar öl
Joe Stalin İskeleti dedi
Yalan da değil

Orta Krallık İskeleti dedi
Tibeti yuttuk
Dalai Lama İskeleti dedi
Miğdenize oturur

Dünya Korosu İskeleti dedi
Bu onların kaderi
ABD İskeleti dedi
Kuveyt kurtarılmalı

Petrokimya İskeleti dedi
Gürleyin bomba uçakları gürleyin!
Uyarıcı İskelet dedi
Çek bir dinazor

Nancy'nin İskeleti dedi
Sadece hayır de
Rasta İskeleti dedi
Em Nancy em

Laf Cambazı İskeleti dedi
Cıgaralık içmeyin
Alkolik İskeleti dedi
Bırak karaciğerin çürüsün

Canki İskeleti dedi
Bir doz alamaz mıyız?
Büyük Birader İskeleti dedi
Pis aşağılıkları içeri tıkın

Ayna İskeleti dedi
Merhaba yakışıklı
Elektrikli Sandalye İskeleti dedi
Selam, ne pişiyor?

Talk Show İskeleti dedi
Suratını s...
Aile İskeleti dedi
Benim  düsturum topuz

NY Times İskeleti dedi
Bu baskıya uygun değil
CIA İskeleti dedi
Bir ipucu bulamaz mısın? (*)

Network İskeleti dedi
Yalanlarıma inan
Reklamcı İskeleti dedi
Akıllanma!

Medya İskeleti dedi
Sen bana inan
Tv bağımlısı iskelet dedi
Niye dert edeyim?

Tv İskeleti dedi
Ses lokması ye
Haber Yayını İskeleti dedi
Hepsi bu, İyi geceler






*Saving & loan *NAFTA: North American Free Trade Agreement
*Meksika’da bulunan ve Amerikalı şirketlere ait üretim fabrikaları. Buralara çalışmak için gelen çiftçiler bazen saatte 55 cent kazanıyorlar. Sweat (ter) Shop, bunun gibi yerlere denir.
* GATT: gümrük tarifeleri ve ticaret genel anlaşması* General Agreement on Tariffs and Trade
*San Jose Mercury News’un, CIA’in kokain ticaretinde eli olduğunu duyurduktan sonra, büyük basın kuruluşları da böyle bir bilgileri olmadığını söyleyince, CIA’in “bir ipucu bulursan konuşursun” gibilerinden tavrına gönderme.
*Couch Potato: bütün gün kanapede TV seyreden kişi



(kaba çeviri; Yıldırım Arıcı)







Eski, yeni
Dünya düzeni
Şarkı hep aynı;
“İskeletlerin Baladı”
Bile bile lades!
Tutanları da ben s......





2001

23 Aralık 2008

22 Aralık 2008

21 Aralık 2008

20 Aralık 2008

19 Aralık 2008

16 Aralık 2008

distance of 34.2 red bars one blue

.



an owl plural alone
ionized under the moonlight
beating artery pulse
so far
everything is relatively the same
but oatmeal kind of delight
yet the taste
get you stroked our souls
make away footfall




(2005)

15 Aralık 2008

14 Aralık 2008

Ece Ayhan

Oruç Aruoba’ya anlatıyor Ece Ayhan, çok olmuş,
epey bir önce ölümünden;

Cebinde metelik yokmuş. Belki bir kıdım telif parası alırım da günü kurtarırım umuduyla İstiklâl’e gidip yayıncısını görmek niyetindeymiş. Yolda, bir vitrin önünde dikilmiş, camın arkasındaki çeşit çeşit helvalara, fıstıklı, cevizli baklavalara bakan küçük bir roman kız görmüş. Durakalmış tabi. Yalınayak kız yutkunarak bakınırken tatlılara, Ece’yi fark etmiş. Çekinerek “Bana bunlardan alsan a.” demiş, parmağıyla gösterip.
Usta’nın içi burkulmuş, “Hay köfte hayat! Beş kuruşun bile olmadığı zamana denk geldi bu durum.” Ne desin, bir mazeret uydursa belki, belki...
“Kızcağızım, bu tatlılar tatlı görünür ama, zararlıdır sağlığına, yaramaz pek. Boş ver onları ne yapacaksın.”
çıkmış ağzından.
Küçük kız şöyle bir durup yutkunmuş yine, minik çenesiyle oracıkta, köşedeki simitçinin tablasını göstermiş “Peki o zaman, bi simit al!”
Oruç Aruoba’nın gözleri doluyor, devam edemiyor anlatmağa. Ece Ayhan’ın değil helva melva, simit almağa bile parasının olmadığını
Hayatının sonuna dek yokluk içinde, yapayalnız
Yüzyılın en büyük şairlerinden birinin, kimsesiz, umarsız kaldığını
Bildiğimi biliyor.

*

1991’de, İstanbul’a geldiğimde, Ece Ayhan ile aynı evi kısa bir süre paylaştığımızı anlatmam üzerine anlattı dün akşam Ustam.
Artık, bunları yazmak gerek.


(2007)

13 Aralık 2008

(düşler kitabı'ndan III)

* kayık



koridorları geçtim. koridorlar çıktı; birine daha daldım. ankara’daki evdeyim. oraya açılıyormuş meğer. odalar vardı. iç içe. odalardan geçtim. sonuncusu bildik. annem içeride oturuyor. ilmiye hanım. ölmemiş. dirilmiş ya da.
- anne, ne yapıyorsun burada?
yanıt verdi mi, vermedi mi, bilemedim. ev toparlanmış. eşyanın çoğunu götürmüştük. kalanlar düzenlenmiş.
- iyi de, nasıl temizlik yaptın? su kesikti. su saatini götürmüşlerdi namussuz belediyenin köpekleri. bari, izin ver de yeniden su saati taktırayım.
düşünüyor muyum, birine mi anlatıyorum?
- annem dirilmiş. şimdi ne olacak? bir daha ölüşünde işler iyice karışacak. defin formaliteleri filân. zaten ilkinde çok karışıklık olmuştu. bir yıl olmadı henüz ilk ölüşünden bu yana. ben de, mezarında, toprağında etleri çürümüştür, bozulmuştur, kemikleri çıkmıştır diye düşünüyordum. şimdi herşey karıştı. otoparka fiber kayık bırakmıştım. kayıkla gelmişim ankara’ya. kayığımı çekmişler. en arkada. nasıl çıkacağım şimdi? saatte ortalama yüz elliyle gidip gelsem. istanbul ankara istanbul ankara istanbul an
- iki gündür bekliyo gayık, çekecehsen çeh hemşerim.
diyor otoparkçı. elime pul gibi bir makbuz tutuşturuyor.
bıktım bu ortaçağ mafyasından.




(2007)

7 Aralık 2008

(düşler kitabı'ndan II)

* bahçe

Bu garip bahçenin ortasında sımsıkı kapalı perdeleriyle duran
pencerenin etrafında dolanıyorum.
Çalılar, dikenlerle örülü engeller arasında
dönüp duruyorum pencerenin merkezkaçında.
Perde usulca aralanıyor, bir göz bana
“Dolan gel öte taraftan!” gibi bir işaret yapıyor.
Usta eve dönmüş diyorum içimden.
Ah, çok zaman oldu, ne çok zaman oldu.
Önüme taş yığını gibi basamaklar çıkıyor,
seke seke çıkıyorum.
En üstünde beton dökme bir at,
başı kırık, uzun kuyruğundan demirler fırlamış.
Ha gayret tutunup çıkıyorum üstüne,
oturuyorum.
Önce, minyatürden bir fil çıkageliyor atın ayakları dibine.
Sonra bir tapir.
Uzun dişli bir yaban domuzu.
Siyah beyaz tire film baskısı bir zebra.
Hepsi de küçücük,
minicik,
yoğun,
ağır hayvanlar.
Gergedan -en fazla- bir kedi kadar.
Zürafa ince kâğıttan, boyu uzun mu uzun yine de;
boynunu uzatıp kulağımı kokluyor.

Ustanın dudaklarında bir gülümseme,
hiç konuşmuyor benimle.
Pencere, akşam güneşiyle
alev alev yanıyor.



(2002)

6 Aralık 2008

(düşler kitabı'ndan I)

* Kurt Donald Cobain

Sevimsiz, soğuk blokların arasında yürüyoruz.
Kurt Cobain’i göreceğiz diye uzun uzun sokakları geçiyoruz.
Yemin ediyor arkadaşım “randevumuz var” diyor.
Koşutları kesen dikeyleri bitirmeğe başlıyoruz.
“Arabayı alsaydım” diye sızlanıyorum, “bunca yolu yürümezdik.”
“Araba bozuk!” diye tersliyor arkadaşım “Hem Cobain sinirlenir görürse.”
“Neden ki?”
“Geldik, bırak şimdi, sen git konuş.” diyor
yanımda olduğunu sandığım arkadaşım, ama kimdi,
şimdi anımsamıyorum.
Yoksa...
Yoksa kimse yok muydu?
Olsun, gidiyorum adama doğru.
Çirkin, yıkık bir binanın giriş merdivenine oturmuş,
aşağı doğru parantez bıyıklı, ünlem sakallı, esmer.
Bakıyorum yüzüne “Hadi oradan, sen Kurt değilsin.”
“Ben Kurt’um.” diyor Zappa, gülüyor kanser kanser.




(2000)

5 Aralık 2008

eller

dilinizi pek iyi konuşamasam da anlıyorum
sahneye ayrı köşelerden girmeniz
konuştuğunuz dilin
kimi çakışan / çatışan kimi
bakışımsız birlikteliği
olsa olsa
içinize açılan iki kulis kapısı sanki
sol kapıdan girip
gözden yiten oyuncunun rolünü
boş bulduğu sahnede kesen
öteki değil mi
hele o dekorların en rahat köşesinde uzanıp
müziğe ritim tutuşu
siz uyurken bile devam eder dansları
romus ile romulus
suçlar, acındırır, sever, vurur, gösterir, pes eder, başkaldırır, ihanet eder, kurtarır, gammazlar, günaha çağırır, kayıtsızdır, gizlenir, izlenir, iz bırakır, sır verir, acı verir, zevk
bir o kadar da ölüm
dirim

gözlerinizi açıp uyandığınızda
hiçbir şey olmamış gibi
birinin tuttuğu cıgarayı
öteki yakıvermiştir



(1998)

4 Aralık 2008

dipnotlar

.

* önce Kader Sokak vardı; balkondan bir piyano sonatının günbatımı ışığında alıştırmaları, sonra gece.

* eski bir valiz; İlmiye Hanım’ın genç kızlığından.

* aynı batımda ikiz olmayan kediler, masadan iskemleye, iskemleden askılığa aynı anda geçtiler.

* annem ütü yapmayı sevmezdi.

* dil virüstür.

* “Die Welt wird durch das Sieb des Wortes gestrebt.” (“dünya sözün süzgecinden geçirilir.”)

* insan kendi kendinin zaman içindeki dipnotur.

* kişi (tek insan) ölüm ânının bilincine sahip olabilmesi sayesinde, yaşadığı anların bilincine sahip olur.

* masadan biri kalkıp gitti kapıyı vurarak.

* ötekiler duraladılar ağırlık noktası seçme üzerine, masadan


* masadan ikisi kalkıp gitti, kapıyı usulca kapadılar.

* ağırlık seçmede hafiflik esti kafede.

* masada üçü oturdular, sigara paketlerinin kapaklarıyla oynamayı sürdürürken parmaklar.

* kedi, boş alanda yalnız kendi gördüğü avının üstüne hızla atıldı, Miles Davis’in parmakları devinirken, sıkıntı.



(1995, O. A., M.ve N. ile, bir de Herr K. Kraus)

3 Aralık 2008

komedi

*


deşin eskileri
oyun gözleri
dilleri
parçalayın
gelecek adına
geridekileri
oyun oyunları
küflü trajedileri
işte bir volkan bulduk
işte etekleri


*


(1983)

2 Aralık 2008

Quai des Orfèvres

Bu derenin boklu sularında intihar bile edilmez,
etmeyenlerin içmeleri gerektiği safsatadır.


- Soylu efendimiz,
kâğıda dökmekte olduğunuz bu gotik renkli imgeleriniz, üstünden onca yabanıl bulutların geçtiği bu on üçüncü yüz yıl katedralinin oylumlarına kazılı olsa, yerini bulmuş olmayacaktır. Yüreğinizin sıcaklığı ayaklarımızı ısıtıyor.

Ben üşüyorum oysa. Yılgının soğukluğu yayılıyor belki. Bunu biraz olsun, şu sürü halinde bakınarak dolaşan gezginlere yöneltsem, sırıtkan çenelerini kapatır, buz kesen salyalarını kırıp, kaçışmağa çalışmazlar mıydı?

- Kalkın efendimiz,
hiddetinizi, yolun ötesinde kurulmuş Shakespeare & Company kitabevinin az raslanır elyazmalarından bulup çıkarmış gibisiniz. Kalkınız, agoraya varıp ip üstünde yürüyelim. Sineksiz yaşayamıyor, gönlünüzü hoş tutamıyorsunuz.

Üstünde giysilerin, elinde asan olmasa, bir kral olduğunu düşlemek bile güç! Neden hizmetimde olduğunu bilmiyorum; umurumda da değil. Notre Dame’ın önünden çok -boklu- suların geçtiği doğru; şimdi, ışıldaklı teknelere doluşmuş kısa donlu yeni kıtalıların geçtiği sular. Bir kral ile bir soytarının, aynı ağacın dibinde oturduğunu görünce, bunu kendileri için sunulan hoş oyunlardan biri sanıp, el sallıyorlar, boyunlarından çıkarmadıkları makinalarına sarılıp, bizi, eşe dosta gösterilecek gezi anılarına dönüştürmeğe davranıyorlar. Sıkıldım, gidelim.

- Evet efendimiz,
agorada sizi bekliyorlar.

Ama söye bana, bu gece neyi oynayalım? Korkaksoytarı rolünden de sıkıldım. Bu aralar çokca sıkılıyorum. Sevgili dostum, işlet o güzel tacının taşıyıcısını.

- Sakın sonoyunu getirmeyiniz aklınıza efendimiz,
sırası değil.

Sıraların yanaşık düzeni! Sen gerçek bir kralsın dostum.

- Fortuna imperatrix mundi, efendimiz,
beni kral kıldı, oynamak, size hizmet etmek zorundayım.

Dertlenme dostum, kılınanı kırmak inanlarına uymuyorsa, yakınmamalısın.

- İşte, geldik efendimiz,
ipin gerginliğini tartıyorlar bakınız! Kırma döllü grek aşevlerinde döndürülen kuzu kokuları, kösnül terleriyle aç bîlaç gezinen nil görmemiş nil çocukları, esritici tozlar satmağa bakınan karaderili köleler, sarkık memeli –artık uçamaz- aşağı ülkeliler, kıçıüstün ırkın sarı bebeleri, kıllı bacaklarına giyotin deymemiş ondörttemmuzpiçleri, ravenna köylüleriyle, ne oldukları diğerleri kadar belirsiz bu yığın, varoluş soysuzluğunu size yansıtan bu tebâ, sokak parkelerinde şaraplı kusmuklar, kelp sidiklerine bulanık yalınayaklar, lavta çalarmış gibi yapan çingen öykünücüler, taşbeyinli ürkünç erleriniz, çatılmış kargılar, yüzülmüş deriler, atmık birikintileri, sapkınlar, derişgenler, lavantalı kantlar, çiçekçi kocakarılar, çekik gözlü geviş getiren pirinç kutsayıcıları, vandal ve de galatlar,

Of, yeter dostum! Usandırıyorsun beni.

- Hepsi size bakıyorlar efendimiz,

Söyle onlara, bu gece çıkmayacağım ipe, üşüyorum, çok üşüyorum.

- Kesemizdeki değerli taşlara kıyıp, sıcak bir handa aş içelim efendimiz.

Hayır dostum, onları çoktan çıkardım elden; bir sin yazıtına tünemiş, baykuş bakışlı, gelincik ruhlu, porsuk derili felinin boynuna kolye diye dizmiştim hepsini.

- Öyleyse yürüyelim efendimiz,
Soytarıların kendi sarayları olsaydı bile, sizin olmazdı. Benimkine -ki her kralın olmasa da, çoğumuzun bir sarayı vardır diye bilinir- gidelim demeğe aşağılık gururum izin vermez; yürüyelim öyleyse derim.

Yürüyelim dostum. Yığılıp, bitkinlikten kendimize dönene kadar yürüyelim.

- Belki bu geceye sığmaz, gün ışığına taşarız efendimiz.

O zaman da metroya bineriz dostum, ne yapalım! herşeyin boş bir kola tenekesine dönüştüğünü görüp, onu, bir tekme yapıştırmağa yeterli değerlikte saydığımızda, yürümelerimizin geceleri kendiliklerinden bengileşecektir.

- Verin çıngıraklı kukuletanızdan öpeyim efendimiz.

Dalkavukluğun sonu yok dostum. Hadi yürü! Kuşluk vaktine daha çok var. Hâlâ üşüyorum. Niye içmemiz gerekirmiş ki?



(1984)

1 Aralık 2008

A SIMPLE MISTAKE

Whatever the pretext, the celebration of the end of a millenium, the independence of a country or any other special event, it is all the same for any other person. Each new day is just another day in the relationship between two “individual”. The unchangeable personal relationships in a virtually changeing world. “To share” is only hypothetic, just like all other worldly pretexts. “Dates” are virtual to the history of mankind. These hypothesises have an illusion of cover on the outside, while hollow inside and to be shared with “nobody”.
Stanley Kubrick didn’t live long enough to see the turn of the millenium, or maybe he saw it 30 years before. Arthur C. Clarke makes an ironical point: We are making a simple mistake.
The millenium starts on the day of Don Quixote’s victory over the windmills.




*






“The time is coming. Oh, Man, oh Superior Man. Listen to the words of the deep midnight”





T - Hey, you’re home? Don’t know where you are, was gonna ask you to come over, we’ve got drinks and everything. Call back.

M - Any hopes for the new year?

Z - Yes... yes

M - Tell us about your holiday dreams in 2000.

Si - A sunny beach, very warm, with white sand and...alone.

M - And you, how will you meet the new year?

D - What would you expect...As you see, tons of housework to do. Washing, cooking.
No New Year for me.

M - What kind of a man would you like to be with in the new year?

U - My ideal type of man is the same for all years. He should be real handsome, tall, should dress well, and of course be wealthy too. At least he should earn more than me, should treat me like a princess, tell me he loves me...then I would like luxurious presents...like maybe...he comes on the New Year with a key and says “Your Chevrolet is waiting at the door... Do you know such a man?

M - Any plans for the future?

K - Well...I’m real bored if you ask. No plans for the future...no hope. When I come to think of it, I’ve always made bad choices. Wish I had a jeep, and a girlfriend. All my life I dealt with books...all in vain. No, no plans for the future. If you ask me, in chess, queen’s variant is totally wrong.

*

C - I was just passing, saw your lights, thought I’d drop by.

S - Welcome in.

C - Happens only once in a thousand years.

S - Thanks. Champagne? Step in.

C - Expecting anyone?

S - No. You know I’m not.

C - Warm in here.

S - Weren’t you rehearsing today?

C - No. Everyone’s gone somewhere.

S - Why didn’t you?

C - Where? And why should I? It’s much better to have chicken here with you.

S - Turkey!

C - Turkey, O.K...What’s the difference?

S - Differs a lot for them.

C - What about salad?

S - I’ve fixed it. Chicken salad.

C - Oh, music... What about you? No radio work today?

S - I’ve been off for a week.

C - Good.

*

S - How did you like it?

C - It’s all great.

S - A strange thing happened at the last day of work.

C - What?

S - A new 64-channel mixer was brought in the studio. Technicians and electricians, all worked for hours. The place was in a mess. They finally got it all fixed out....Said everything was ready. Then I decided to try it out. The moment I touched the main switch, thousands of volts ran through my body. All my hair went up...I was just about to warn my friends not to touch........

C - My hair went up too. You wouldn’t believe it. Was thinking of having my hair cut for days. Today I decided. You know I have a friend who does this job in her house. I called her three times. She told me the electricity was out. Can you believe it... Nonsense.......
?
He’s hungry?

S - Yes. He’s always hungry.

C - Everywhere was packed today. What’s there to exaggerate. I don’t understand.

S - They are mistaken.

C - What about?

S - Wrong timing.

C - What? A thousand years have come to an end, and you say it’s nothing?

S - Not a thousand years. They are mistaken.

C - How?

S - Wrong calculation. In many cities they installed clocks supposed to count down to zero at midnight. Actually it’s the end of 999 years. We need another year to make it a whole 1000.

C - I still don’t understand.

S - O.K. Say you’re at a grocery. And want to buy 3 kilos of apples.

C - I love them.

S - Fine. If the balance starts from 1 instead of 0, you end up having only 2 kilos instead.

C - Our grocer wouldn’t do that.

S - Not the point. If you want 3 kilos of apple, the balance should start from 0.

C - You mean all those people are aware of this and still trying to have fun?

S - Much the better for them. They wouldn’t miss a chance.

C - Well I knew where the real fun was, so I came here... Then I’d better go and pick some good music to change the mood.

S - I have a better idea.

C - No. No, I don’t want to see it. I’ll pick some good music.

S - What’s wrong? Why? Do we have to wait another year?

C - Oh, these are new! Should we play this one?

S - Please don’t touch them. Please put them back.

C - What about this one?

S - Will you put them back!?

C - Please let’s play this, come on, play this one.

S - No! Please put them down!

C - Then play this one.

S - I said leave them! Don’t fool with me. Leave them alone for God’s sake!!


*






(1999, short movie 2000)

30 Kasım 2008

III. zakkum

.


kapandım o geceye

sonraya suskun

“ben” diyesiydim

“sen” dedi,

“başlayamazdın ki bitiresin

sen çoktan

kara bir şalın altındasın”


.



(1985)

25 Kasım 2008

ateş böcekleri

Çok yoktu sabah ışığının sarıtopaz çiğlerde kırılmasına.
Yazanlar Yokuşu’nun en kara miyam kedisi, kentin en sevilen evinin bahçesinden sokağa fırladı.
Bir Oregon ezgisi duyulur gibi oldu, sessizlik sonra.
Bindiler karton kutu parçasına.
Kent biraz önce gecenin işçileri tarafından beyaza boyanmış, Magritte ayının gülümseyişini içine çekercesine yalnız.
Sokak yukarı doğru kaydı kutunun altında.
Öyle geliyordu ki onlara, kayan, düşmemek için birbirlerine tutunan kendileriydi.
Boyanın da kar olabileceğini uslarına getirdikleri hâlde, açığa, açıktan açığa söylemeğe çekindiler nedense.
Çay içmekten –nasıl olduysa- vazgeçip, hitit papazlarının kara şarabından almışlar, şişe ucunda yetişen mantarı koparmağa kıyamamışlardı.
Baltan yanında mı?
Bakmalıyım.
Saçlarını karıştırdı şöyle bir, zirkon keski ışıldadı.
Buldum, yanımdaymış.
Gülerek aldı baltayı, dilim ekmeğe sürülü cevizlibiber yer gibi kesti kafasını mantarın. İşi bitmişti mantarın.
Aman tanrım! Bakamıyacağım.
Kankara sızıyordu şişenin yarasından.
Sokak kayıyordu hâlâ.
Böyle giderse Kader Sokak’ın altlarından geçeçeği kesinmiş diye düşünülebilirdi.
Düşündüler de.
Kader’in yapabileceği başka bir şey yoktu artık; geçmeliydi istese de, istemese de.
Salıncaklar, üstlerinde sosyetik isviçre pastalarıyla salına sallana yaklaştı, arkalarında kaldı sonra.
Beytepe’de deliyel vardı, vardı ya, çamlar korur onları.
Irzına geçilen Polyana’nın erken doğurduğu piçdi gelecek zaman.
Kader, şimdi de onunla kırıştırıyor, üstü buzul, kayıp geçilebiliyordu ıraklara.
Hava.
Soğuktu hava.
Klaus, oralardan, çok çok yakın oralardan, yıkık kalenin burçlarından, bir likyarya söylüyüyordu donuk diyez anahtardan.
Dan dan.
Yankı vardı.
Yılanlar yıldıradı; boşa aktı ağu.
Kale surları yıkık, sağlam.
Kurduk işte; okyanus aşılır saçlara tutuna tutuna.
Gözler söyledi ya; fanusta kalacak sözveriyorumlar.


(1984)

24 Kasım 2008

beştaş


üç kişiydik o zaman

parmaklarımızdan düşerken çocukça mızırdandığımız
pörsük erik taneleriydi zaman
güldük / katıla katıla / ağladık
gecenin ölümü balsarı pus
leylâk toz rugan
mürekkep silgisiyle ufalanırken ay
sustuk katıla katıla
erikleri oyuna saydık

iki kişi kaldık şimdi



(1983)

23 Kasım 2008

reliquaire

çatıkatı duvarında yedi kedi
karalıkadın’la diğerleri
özdeşti
baktım; varlığını asan ağaç
koparmış ipi

turuncu yansımıyor küçük elmalara
fire verdi sarı; satranç tahtasında delik
moderato cantabilenin ilk notası
hoşçakallı öpücük
uykusu var soytarının
uykusunda balık

-defolun sinekler-

japetus’ta ilkyaz şimdi
kızılcıklar dolu dolu
sarkıtlar daha sarkık
kıpırtısız kaydı aynada kuğu
sıçrayan ışık kör ediyor
çay damlası hızla, peltek
kağıda yapışık
altı kafadan/bacaklı bir böcek, kıyıya çabalıyor
tutundu görüntüsü
atkısına güvenir çaykovski
kesik eldiveni

uzaklardadır günbatımı
biraz çevir sandalyeni
aya sarkan ayakkabılara gitmedim
(afişleri, mor ışığı geçeceksin, dondurmacıdan sağa)
posta kutusunda
kurumuş
papatya


(1980)

22 Kasım 2008

zakkum II

kara şalı içinde Amalia Rodriguez’e


bir karafado
yarımay gölgelerinde titrek
döneliyoruz kader sokak’ta
zaman gümüş kavkısında sanki yengeç
esrik değirmilerden çapraz kaçışıyla

gözbebeklerinin iğnesinde bu gece
karalıkadın çıtırtılı bir plâk
gidip geliyoruz uzak dalgalarda
ekrep kuyruğuyla ağulu yelkovan
tutturduk bir sapkın tarantella

ve karafado
yarımay ışıltılarında titrek
döneliyoruz kırık kadranımızda
morzakkumların böylesi gecelerde uyuduklarına
inansak bile dudaklarda umutla
korkunun ezgisiyle çevriliriz
o paslı gramofonda



(1983)

21 Kasım 2008

zakkum I

karalıkadın o gece
bir fado söyledi
“satranç oynayalım mı
kaybedersem
seninim”
yoktu karalıkadın’ın
gözleri
ışıdı
“kazanırsam benimim”
“yedinci mühür’ü ansı” dedi
“erken”
“hep geç”
o karalı gece biriydi
giderken
yarım bir bakış
fado
tam da o
tümceydi





(1980)

20 Kasım 2008

BİR TİBET ABDALI

Rönesans başlarında Floransa... Büyük ustalar çağı. Tüyü bitmemiş çocukların ustalara 'adam olur' diye, etiyle kemiğiyle verildiği dönemler.
Derebeylerinin, soylu takımının desteklediği atölyeler, ustalıklarını kanıtlamağa çalışan kalfalar, yardımcıları, yeni yetme çıraklar. Hükümdarların, piskoposların arasında paylaşılamayan rönesans adamları.
Böyle bir çağın dahisi olmak, uzun ince bir sabır gerektirir. Boya karmaktan, temizlik işleri yapmaktan başlayan bir yamaklığın büyük ustalığa varabilmesi için yıllar geçmelidir. Matematikten fiziğe, mimariden anatomiye, yutulacak, hatta çağın bulgularını aşacak düzeye gelmek bir ömür gerektirir.
*
Bizim abdalımızın uzun ince yolu, ortaçağdan başlayıp rönesanstan günümüze kadar gelmese de, otuz yıl öncesinden iki binlere kadar aşılmış tek kişilik bir patikadır denebilir.
David Sylvian 1978’de Mick Karn, Steve Jensen, Richard Barbieri ile birlikte 70’lerin naif rock müziğini yapan “Japan” topluluğunu kurdu. Onun bu dönemi, Tin Drum albümü ile doruğuna ulaşmış ve noktalanmıştır. Daha özellikli bir bakış açısıyla Sylvian’ın çalışmaları üç kategoride toplanabilir; solo albümler, ortak albümler ve multi medya çalışmalar.
İlk kategori Brilliant Trees (1983) ile başlar. Gone To Earth (1986) ve Secrets Of The Beehive (1987) bu kategorinin klasikleridir. Bu solo çalışmaların arkasında çok önemli müzisyenlerin de olduğunu belirtmekte yarar var; Holger Czukay, Kenny Wheeler, Bill Nelson, Ryuichi Sakamoto ve Jon Hassell bunlardan yalnız birkaçı. King Crimson’un orta direği Robert Fripp ile olan birlikteliği Gone To Earth ile başlıyor. Ryuichi Sakamoto’yla yaptıkları efsanevi çalışmaları Bamboo Houses (1982), Forbidden Colours (1983) David Bowie ile Sakamoto’nun başrollerini paylaştığı Oshima’nın “Merry Chiristmas Mr. Lawrence” filminin soundtrack’ını oluşturmuştur. Sylvian, Sakamoto’nun Heartbeat (1992) albümünde de yer almıştır.
Can’in beyni Holger Czukay ile Plight And Premonition (1988) ve Flux And Mutability (1989) çalışmalarından sonra, bir çeşit kendi geçmişine göz atış gibi değerlendirilebilecek Rain Tree Crow (1991) eski grubu Japan’in üyeleriyle yeniden buluşmasıdır.
The First Day (1993) Sylvian’ın kimi zaman karanlık ve belirsiz yolunda bir aydınlanma döneminin ürünü olarak çıkmıştır. Robert Fripp ile yürüdüğü Darshan / Road To Graceland mistik olgunluğunun delilidir. Aynı zamanda prodüktörü de olan Ingrid Chavez ile evlenmiş ve ilk çocuklarına adanmış bir albümdür. Dünya çapındaki konserlerin bir dökümü olarak da altın diskli Damage (1994) kolleksiyonculara sunulmuştur.
Dead Bees On A Cake (1999) karizma/mis/tik bir çizgide, bu kez Bill Frisell, Mark Ribot, Kenny Wheeler gibi jazz ustalarının da katılımıyla, Talvin Singh’den, Civan Gasparyan’a uzanan etnik motiflerle, yeniden ermişliğinin manifestosudur.
Üçüncü kategoride, 1984’te yayınlanan Sylvian’ın instant kolajlarının yer aldığı Perspectives adlı kitap, Preparations For A Journey adlı dökümanter film, yirmi dakikalık video çalışması Steel Cathedrals, Jon Hassell, Holger Czukay ve Steve Jansen ile gerçekleştirdiği Words With The Shaman (1985) ve Alchemy An Index Of Possibilities göze çarpar.
1987’de , İngiliz dans ve tiyatro grubu Kin için Ember Glance adlı müzikal kompozisyonu, görsel düzenlemeyi de Russell Mills ile paylaşarak oluşturmuştur. Approaching Silence (1999) Sylvian’ın da katıldığı bir enstalasyonun müzikal seyri olarak ortaya çıkar.
2000’ler Everything And Nothing, Sylvian’ın solo şarkılarını yeniden seslendirdiği bir antoloji, (2002) Camphor, bir ermişin el kitabı niteliğinde mistik titreşimler, (2003) Blemish, (2004) World Citizen, Ryuichi Sakamoto ile, (2005) The Good Son vs. The Only Daughter - Blemish remiksleri ile oldukça üretken bir dönemin başlangıcı oldu.
(2005) Snow Borne Sorrow albümü bu olgunluk döneminin kilometre taşıdır. Nine Horses adıyla biraraya gelen Steve Jansen, Burnt Friedman ve kuzeyli müzisyenlerin katılımıyla ufku genişleyen proje 2007’de Money For All ile sürdü. Son olarak geçtiğimiz aylarda When Loud Weather Buffeted Naoshima adlı çalışmayla bugüne bakabiliyoruz.

*
Gittiğimiz yer, oraya nasıl gideceğimizdir.
Eğer gittiğimiz yer, oraya nasıl gideceğimiz ise,
Gittiğimiz yerdeyizdir.
Eğer gittiğimiz yerdeysek, gideceğimiz bir yer yoktur.
Eğer gideceğimiz bir yer yoksa, belki de o yer olduğumuz yerdir.
*
Poetik bir dilegetiriş de olsa, Robert Fripp’in kurduğu mantık, bu çağdaş Abdal’ın, iki bin yılını kutlamış bir Sidarta’nın pusulası gibi...
Sylvian’ın rönesans adamına koşutluğu bir bakıma yakın, bir bakıma uzaktır. O, daha çok, doğuludur, daha çok, dünyalıdır.

Aynı ırmağa girip dururuz da, niye suyun aynı su, benin aynı ben olduğuna şaşarız! Parmenides beni affetsin.



(2007)

18 Kasım 2008

SİYAH KUĞU CİNAYETLERİ

Siyah bir kuğu gibi sahnenin içinden süzülen kuyruklu piyanonun tellerinden, yaratıcı, hedonist katiller için ne güzel suç enstrumanları çıkartılabilir! Katiller her zamanın, her kültürün en çalışkan girişimcileridir.
Lars Von Trier, kuzey avrupa kültürünün, şımarık, kendinden fazla emin yönetmenlerinden. Yıllar önce görüp de çarpıldığım (yanılmıyorsam ilk filmiydi, o zamanlar nasıl da samimiydi, son dönemde yaptıklarına katlanmak güç; şımarıklık etin çürümesinden daha çirkin kokular salar) Suç Unsurları, boz bulanık, yağmurlu ve soğuk bir iklimin şartlarına koşut insan ilişkilerine, sanki soğukkanlı bir katilin otopsi yapıyormuş gibi çözümlemeleri beni derinden etkilemişti.
Eğer insan, insan olmaklığını mekân ve zamandan bağımsız olumlayabiliyorsa, küçükasyanın orta bir yerinde, sıradan bir küçük kentinde, diyelim Bayburt ya da Kastamonu’da, kim bilir Şereflikoçhisar’da, bizim, bize uyan temel suç unsurlarımızı kim, hangi Von Trier, nasıl çözümler? Hadi Danimarka’daki kasabayı Bayburt’la değiştirdiniz, WV kaplumbağanın ön kaputunda, aritmik çalışan sileceklere tutunmuş bir kadını beceren eski bir dedektifi kiminle değiştirirdiniz? WV’yi Doğan SLX ile değiştirince işler kolaylaşır mı? Adam eski bir korucu olsun, kadın da kasaba genelevlerine düşmüş orta bir terk. Buyrun çıkın işin içinden; Yeşilçam filmlerindeki sakil estetik yinelenmiş olmaz mı?
Bizim kültür unsurlarımıza kim otopsi yapar, cinayeti kim çözümler? Kimdir bizim Burroughs’umuz, Brecht’imiz, Wittgeinsten’ımız, kimdir Warhol, Bowie, Weill adında bu topraklarda yaşayan? Kubrick Yeşilçam’da mı? Foucault hangi üniversitede seminer verir?
“Yaşam, bir varlığın, arzulama yetisinin yasalarına göre eylemde bulunabilme yetisidir. Arzulama yetisi, bu varlığın tasarımları aracılığıyla, bu tasarımların nesnelerinin gerçekliğinin nedeni olma yetisidir. Haz, nesne ya da eylemle yaşamın öznel koşulları, yani bir tasarımın, nesnesinin gerçekliğinin nedeni olabilmesi (ya da öznenin, nesneyi gerçek kılıp ortaya çıkaracak eylem yönünde güçlerini belirlemesine yol açabilmesi) arasındaki uygunluğun tasarımıdır.”
Immanuel Kant çarşı içindeki lahmacun-pide salonunun sahibi midir? Neden pratik aklı eleştirir? Suç otopsisi, bir kültürün canileriyle kurbanları arasındaki ince arzulama yetisinin tasarımlarını çözümleyebilir mi?
Habire sorular sorup, garip analojiler kurmak, dolunay gecelerinde uyuyamayanların delirmeye karşı uyguladıkları en etkili silahmış! Oysa ben bunu her zaman kullanır oldum. Ne de olsa (Trier’inki değil ama) bir başka coğrafyanın ikmale kalmış tarih öğrencileri kuşatmış çevremi; kurtuluşu, kaçarı yok!
Hem Dostoyevski hem Gogol ile görüştüm; Hatıralarımı yeniden yazıyorum, şu popkültürümüzün postgerzek sanatçılarından kaçıp gizlendiğim
yeraltından,
notlar halinde!

(2000)

17 Kasım 2008

sara smile

yaz karıncalarının gülminesi adacıklara eklembacak yüzüşlerini izliyorsun. yel uçurmuş onları aynasu yüzeyine. çatlak duvarlı beton havuz. balıksız. kırmızı vanalı fıskiyesiyle. lilâ batımlarda çimen buğusu. jöle peltesinde kayar gibi yüzüyor karınca. taçyaprağa tutunuyor, çıktı adasına. ada senin, tepe senin, havuz bizim. bir gülümseyişle seğiriyor bulutlar. pamukşekerci pembe dolamış çubuklara. bir bulut ver şekerci amca, yirmi beş kuruşluk, cırtlak pırıltılı. az önce suladık çimleri. havuzda satranç, pamukprenses kaleye çapraz. çıplak boyunlar. akşam ürpertisi ılgıyor yazsararığı tüylerde. kavuşturuyoruz kollarımızı açmazı düşünürmüşce. kalyonlar yüzdürüyoruz delikan bilgeliğinde. yünkazak sevinciyle ısınıyoruz hemencecik. havuzun gümüşü yansıtmaz olduğunda, içine düşüyor gemici yıldızı. gülkayıklar mendireğe sığındı. yataylar dikeylere saklanbaç. karıncakraliçe kalesine dönüyor. piyon ebe. limanda fırfır yalımlı maytap açılımı. fil sobe. sicilya kulesinde sırça sirenler raksıyor. çingen çalgıcılar cinbalum havalarına geçmiş. buda dingin, peşte panayır. balo geceyarısına değin sürüyor. uyanıyor akşamsefaları. düşleniyorsun; tülperde uçuşuyla çiğleniyor hülyalar. artık seçemiyoruz oyunu. çay demliyoruz küflü hilâl peynire. ayabakan çiçekleriyiz. buruk omuzlara saç değimleri. umuda okşanık, ayna kızgınlıkları umursamaz henüz. hanımeli, anne eli huzuru var yastık kılıflarında. vadideki zambak bile açmamış daha. kösnü, atını terletmemiş. atlar L dolanbaçlarında. kukasız maç, mızıksız saklan/kaç. düşüp dizlerini kanatmış körebe. vanilyalı dondurma kokusu geçiyor kırık lambalı sokaklardan. çimlerin ıslaklığına uzanıyoruz çıplakayak. ablalar yemeğe çağırıyor haylazları; sarımsaklı kabak kızartması var. sonra, anason yayılıyor baygın kavun dilimleriyle.balkonlarda emekli kahveleri içiliyor, hem cıgara. kapı almaca zarları.
radyo karıştırması,
toz şeker,
ince belli camhakkı kesme bardak,
prenses süreyya vesikalı altlık,
prinç kaşık şıngırtısı,
alice’in tavşan kanı köstekli çayı,
oyunu öylece bırakıyoruz çöken karanlıkta. ayabakan çocuklarıyız. çıkıp bahçeden yürüme zamanıdır. evi olmayan köstebek deliğine. yetişkin yağmuruyla sırıl sıçanız. evi olmayan, yollara. oysa, bir çürüyüş ağırlığıyla bulanıverirdik ham hüzünlere. “ayın karanlık yüzü”nü bulurdu bir el; kim kimdi, hangimiz hangisi. çekirdekçi lüksleri briket duvarlı açıkhava sinemasının kapısında parlar, birkaç makara sarımı arada sahibinin sesleri gelip giderdi havuzbaşına. radyonun pili biter, ay yiter çatılar ardında. vadimizde bir bahçıvan dolaşırmış, öylesine.
o’nun gülümseyişine adımlarla. saksafon çığırtkanlığı librafon süreğenliğiyle.
seke seke,
adım adım dokunuyorum şimdi.
öylesine yakalıyıveriyor anıböceklerini yaşlı avcı.
yolcu yıldızına bakınıyor.
kör köstebek yuvasından çıkar mı.
iğdiş duyarlıklar campari esriği cücenin kamburunda sızlıyor.
ayakoyunları; bir adım ötesi.
hiç gündoğumunda görmedim o havuzu.
karınca ters-yüz olmuş, çoktan boğunuk.
yitik atlı/karıncalanmış ayaklarım.
devimsiz, durağan hüznün balı akıyor olgun meyvelere.
kanı/yor/um o’nun gülümüne, alıp götürüyor.
unutuşun sınırlarını çoktan aşındırmış yalancı bir heyecan.
havuzun çatlağı açılayazıyor.
yapış yapış jöle kaplamış tenimi.
buzlar çiçek açmasın, üşüyorum.
günün ilk ışıkları bir çöp kamyonu gibi topluyor gece artıklarını.
uyuya kalıyor bremen mızıkacıları.
kıvrılıp dortop oluyorsun.
yuvarlanıp gidiyor misket.
ilk karın altında
dona kalmış tesbih böceği.
bırak,
bırak,
uyusun.


(aralık 1984, hüsen için, rue ruelle)

16 Kasım 2008

yok mu ş

Göçmüş Kediler Bahçesi'nden geçiyorum öğle sıcağında
yaprak kıpırdamıyor
kimseler yok
ağır bir dinginliğe batıyor ayaklarım
yürümek zor
eğilip bükülüyor suretler
eski
soluk
çürük
kokuşmuş şarkı bukleleri
pisipisi otları
kuru kertenkeleler

berberim cinnet geçirdi
şimdi
hastane morguna bitişik kafeteryada garsonluk yapıyor

çıkış yok

mu
bahçeden

(2008)

15 Kasım 2008

SON TANGO

(PARİS’DE SON TANGO, AMSTERDAM’DA ÖLÜM, LİKYA’DA KONSER)

Güneş gideli çok oldu şu tepelerin oradan.
Mavi derin.
Işıma donup yalazlandı şimdi. Denize kalay çalan çingene dolunay, Likya mezarlarının rastgele dizilişini gölgeleyen bodur çalılar, ara ara yüzümü yalayan yaban inciri kokusu.

Hışırtılar, kıpırtılar artıyor kuytulardan meydanın orta yerine doğru. Ben yerimi çoktan kapmışım; aslanlı mezarım. Kalabalık olacağı belli. Fısıltılara kulak kabartıyorum; “Ayın kuyruğu burçlara değdiğinde başlayacakmış.”, “Sizin yeriniz neresi?”, “Ben çok uzaklardan geldim, adanın arkasından.”, “Biz buralıyız.”, “Bu son konsermiş.”, “Onca zaman bekledik bu geceyi.”

Garip, yanardöner kanatlı bir böcek “Biraz yana kayar mısınız, Mr. Baker geliyormuş, aşağıdan göremiyorum.” diyor. Çekiliyorum çıkıntının ucuna doğru. Kayaların, mezarların arasından kıvrılarak çıkan patikada bir karaltı seçiyorum. Gözlerim iyice alıştı alacakaranlığa. Metalik bir yansı uçup geliyor. Kalabalığın giderek artan gürültüsü kesiliveriyor ansızın. Önce trompetini görüyoruz; pırıl pırıl, akkor.

Ağır aheste, tören adımlarıyla yaklaşıp Nomi Meydanı’na, sahnenin ortasına ulaşıyor karaltı. Sesimiz soluğumuz tutuluyor. İlk ayışığı kalenin burçlarından kurtulup sahneye süzüldüğünde, kırmızı sarı spotlar da yanıyor. Piyano, basın tatlı swingiyle başlatıyor ayini. Çizgili gömleği, siyah ceketi, biryantinlenmiş uzun gri saçlar, trompetini koluna sıkıştırmış, mikrofona uzanıyor yarı iliştiği tabureden.
Gözleri kısık “My funny Valentine, sweet comic Valentine...”

Dünyanın ucundaki
Son burçta
Bohem kırgını kristal ay
Tutkun
Ilgın ürpertisiyle utangaç
Dudaklarına
Yakamozlar tutuşur
Yanardöner
Saydam turkuvazda yıkanan
Çıplak ayaklarına
Gümüş nitratın kağıda tutsayamadığı bu
Dünyanın ucundaki
Son burçta.

*









Paris, Aperlai, Venedik ya da Amsterdam; ölüm her yerde. “Let’s get lost.” Mırıldanıyor Chesney Chet H. Baker; “Müziğimden başka verecek bir şeyim yok!” Uzanıp yanağımı öpüyor, dişsiz buruk bir gülümseyiş “Thanks Scaramouch, yakında yine geleceğim.”Parmakları trompetinin klavyelerinde inip kalkıyor “Oysa hep son kezmiş gibi çalarım.”

(1988)

14 Kasım 2008

KÖRDÜŞÜM



Siyah-beyaz bir film için sinopsis

O hasta bir adam. Gözle görülür belirtiler taşımasa da, hasta. Oysa birçok yerde sık sık görülen (hayır, "bulunan" demeli)
sık sık bulunan biri. O'nlardan biri. Belki bu yüzdendir kimsenin ilgisini çekmemesi. Hani, filmin ortalarında bir sahnede, şöyle bir görünüp -bulunup- yitmesi perdeden, hiç de rastlantı değilmiş gibi.

Sinemaya gittiğimde, film başlamazdan önce koltuğuma -hep bir tarafı batar, rahat edemem- yerleşmeğe uğraşırken önümdeki beyaz dikdörtgen yüzeyin masum durgunluğunu düşünürüm hep; Canavar Oyuncağın yediği düşsel bir varlık gibi asılı durur orada. Kolay yutulmuş bir yaratık olmaklığını daha fazla sürdürmekten vazgeçince, yavaş yavaş kıpırdanmağa, ileri geri oynayıp, hınçla devinip, canavarın midesini yırtmağa, bu boğucu, sindirici karanlıktan kurtulmağa çabalayacaktır. Onunla aynı düşteyimdir. Bir bakıma ben de yutulmuşumdur gördüğünü anında iç eden azrailin doymak bilmeyen boğazınca. Bizi sindirmeğe, asitli özsularıyla eritip çözeltmeğe çalışacaktır. Bazan dizlerimin bağı çözülüverir de. Giderek kaykılır, iyice sinerim o zaman. Sonra ansızın biter bu savaşım. Düşlerin zamansız, kaypak mekânlarından dışarı kusulur, ışığa kavuşuruz. Dünyanın bildik sesleri yerine gelir. Koltuğumu kendisine katlanmağa bırakıp -o bana katlanamadıktan sonra- çıkar giderim salondan. Artık bakmam arkama. Asılı olduğu yerde öylece, ak, lekesiz beklediğini bilirim. Yine geleceğim, oyuncak yine yutacak bizi. İşleri yolunda giden bir düş tecimeniymişçesine gülerim gizli gizli.

Şu son günlerde en sık bulunduğu yer Devlet Resim Heykel Müzesi. Erkenden kalkıp müzenin açılışından hemen sonra, elinde çantası -aylardır tuttuğu notlar, fotokopiler- çıkar merdivenini mermer sütunlu yapının. Bakımsız bahçeye çin yelpazesi gibi yayılan basamakların bitiminde, ağır ahşap kapının hiç kapanmayan kanatları cırlak mavisiyle gözünü iğneler her sabah. Müze yetkililerine sert bir dilekçe yazar içinden;
"Devlet Resim Heykel Müzesi Yönetmenliğine,
(Zevksizlik, ilgisizlik, güzellik kıyımı, ...) Ötesini getiremeden unutur kapıyı. Yüksek tavanlı loş geçeneklerin o adlandıramadığı hoş kokusunu çeker içine, eskimiş yağlı boya, tahta cilası belki. Her gün başka bir bölümün büyüsüne girer, dönemin ustalarıyla söyleşir.
Doğrusu bu ya, severek yapabildiği biricik iş ansiklopedi yazmanlığı. Gerçi, şimdiye değin hazırlanmasına katkıda bulunduğu "Küçük Hayat Bilgisi Ansiklopedisi" dışında, bazı sanat dergilerinde rönesans ressamları üstüne yazdığı üç-beş güdük makaleden başka yayınlanmış bir çalışması olmadı ama, bu kez şeytanın bacağını kıracağını umuyor, şeytana olan saygısı bir yana... Hele bu işi bir bitirsin, yıllardır tasarladığı "Büyük Yaşam Ansiklopedisi"nin yazımına girişebilir; Karanlık yaşamın ışığı, 66 fasikül, bütün kitapçılarda!

Şarap tecimenlerinin alıp sattıkları şarap cinslerini şöyle bir tadıp, işlerinden haz almalarına diyecek sözümüz olmayacaksa -iş bu ya- ben de düşlerin esrikliğine kaptırıveriyorum kendimi.

Odasında. Gece geç saatlere kadar, o güne değin yazdıklarını toparlıyor adam. Kedi dortop olmuş döşeğin ucunda, iç geçiriyor uykusunda. Sarı beyaz tüyleri tarazlanır gibi. Perdenin aralığından gümüş bir hüzün süzülüyor masasının üstüne. Kalkıp geriniyor adam. Kedi söyleniyor. Pencereye gidip soğuk cama dayıyor kızgın alnını. Gözlerini kırpıştırıyor. Dolunay bu gece. Ölü denizlerin yengeçsi gölgeleri kıvıldanıyor çarşafında, yastığın altına kaçışıyorlar. Çapraz adımları döşeğin öte ucuna çekiyor, dortop oluyor adam. Gözlerini kırpıştırıyor kedi, kalkıp geriniyor kambur kambur. İçi geçiyor adamın, körlemesine düşüyor.

Bir kör
ne görür düşünde / sakın görmez demeyin.
Oyuncak Gözün gördüğü göz / gözün gördüğü -göremediği- oyuncak
ne görür düşünde.
Bir kör düşü değil mi
siyah
beyaz.



Masanın üstünü kaplayan renk renk dosyalara bir göz atmalı. Bir hastalığı tanımlamada -eğer gözle görülür belirtileri yoksa- gözardı edilemeyecek en iyi yöntemlerdendir. İşte büyük harflerle atılmış, "NAMIK İSMAİL" başlıklı biri (henüz tamamlanmadığı belli...)
"Osmanlılar'da 17. yy.da başlayan batılılaşma atılımları 18. yy.da hızlanarak devam etmiş, 19. yy.da tümüyle etkin olmuştur. Bu süreç içinde resim sanatının gelişimi de ilgi çekicidir. 18. yy.dan başlayarak İstanbul'a gelmeğe başlayan yabancı ressamların etkisiyle, yeni açılan okullardaki öğretmen gereksinimini karşılamak amacıyla (1835) Avrupa'ya eğitilmeleri için öğrenci gönderilmeğe başlanmıştır. Ferik İbrahim Paşa, Hüsnü Yusuf, Ferik Tevfik Paşa gibi sanatçılar ilk gönderilenler arasındadır. İlk kuşak ressamlarımız Harbiye ve Mühendishane çıkışlıdır. Ferik Tevfik Paşa, başka bir Ferik Tevfik Paşa -garip! ikisi de kaytan bıyıklı mıydı?- Hüsnü Yusuf, Servili Ahmet Emin Bey, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyit Bey, Osman Nuri, Hüseyin Zekâi Paşa, Osman Hamdi Bey ve daha birçokları... 1908 lerden 1928 lere kadar "Müstakiller Grubu"nun yer aldığı dönem, İzlenimci akıma koşut sayılabilecek bir anlayışı paylaşan Nazmi Ziya, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Feyhaman Duran gibi ressamların çalışmalarıyla hareketlenir. Gruba sonradan Namık İsmail, Şevket Dağ, Hüseyin Avni Lifij, Ruhi, Mehmet Ali Laga gibi isimler de katılır. Namık İsmail'in gerek sanatçı, gerek yönetici kişiliğiyle bu grupta ayrı bir yeri vardır.
15 Mayis 1890'da İstanbul Fındıklı Perizat Çıkmazı'nda doğmuştur. Annesi Bakiye Hanım, babası Kafkasyalı Hattat İsmail Zühtü Bey'dir. İlk öğrenimini önce Kabataş Şemsülmekatip'de, sonra Beşiktaş Hamdiye Mektebi'nde yapmıştır. St. Benoit, St. Pulcharie ve Galatasaray liselerinde öğrenimini sürdürmüştür. M. André, Arslanyan ve Şevket Bey'den ilk derslerini almış, daha sonra Paris'de Çallı ile tanışarak Julien ve Cormon atölyelerinde çalışmıştır. Birinci dünya savaşının çıkmasıyla 1914'de yurda dönmüş, silah altına alınarak Kafkasya cephesine gönderilmiş... "
Yazısı giderek kötüleşiyor, okumakta zorluk çekiyoruz. Adamın bazı şeylerden çabucak sıkıldığını, bunaldığını hemen kavramayacak biri var mıdır bu karga/burgacık akışı izlemeğe çalışıp da... Neyse, hepimiz bir büyük ruhbilim çağının çocuklarıyız, öyle ya! Geçelim.
"30 Ağustos 1935'de Moda vapurunda geçirdiği bir kalp krizi sonucu 45 yaşında vefat etmiştir.
Dönemin en değişken sanatçısıydı. İzlenimcilik, Gerçekçilik, Dışavurumculuk arasında sürekli gidip gelmiştir. Kararsızlığının, çok yönlülüğünün nedeni olduğu söylenir. Fransız İzlenimciliğinin temel ilkelerini benimsemesine karşın, bütünüyle izlenimci olmamış, özellikle teknik açıdan Alman Ekolünün etkisinde kalmıştır. Resimlerini en önemli iki unsuru ışık ve devinimdir. Sanatçını bir mektubundan 250'den fazla ürünü olduğunu öğreniyoruz. Ancak, bugün saptanan sayıları 130'dur. 83'ü özel kolleksiyonlarda, 25'i müze ve galerilerdedir."
Süregidiyor sayfalar. Dosyanın içinden koyumavi bir karton düşüyor ansızın, gümüş alacası mürekkepli bir yazının dokusu ışıldıyor göz mekiğinin soldan sağa kayışıyla;
"MEHTAPTA CAMİ 1925, 80x98 cm.
Yüksekliğin ve düşüşün kaçılmaz, kaçınılmaz çekişi. Işık esriği dorukların saplandığı gölgeler. Giz. Yumuşak eğimi gizin. Sokakların durgunluğu yutmuş sanki az önce atılmış bir ölüm çığlığını. Sebilin suyu kurumuş. İşte buradan bakıyorum; baykuşun tünediği terasın korkuluğundan. Avım, elinde titrek feneri, kaderinin izine düşmüş kara çarşafının uzayan gölgesinde. Sabırla bekleşiyor selviler. Zamanın ve geçiciliğin tanıkları. Sinilik. Siliklik. Gece soğuk. Dumanlar yükseliyor bacalardan, ayin tütsüleri. Dolunayın çiğ ışığında zorlukla seçiyor kuşbakışı gözlerim üç yıldızın göksel üçgenini. Aşağılarda, iki pencerenin soluk dirimini tamamlıyor avımın taşıdığı fener; dünyasal üçgen.
Tanrı istencinin çile, ceza evi, soluk suların küflü yeşilinde yıkanıyor. Tanrı varsa, şeytan da burada.
Bizi seyrediyorlar."
*

Müzenin bahçesine vardığında yağmur yeniden çiselemeğe başladı. Şemsiyesini yine nerede, ne zaman unuttuğunu çıkaramıyor. Bir yenisini almamağa kararlı paltosunun yakasını kaldırırken. Ayakları bahçenin yüzyıllık ulu ağaçlarından dökülüp üst üste yığılmış, çürümeğe yüztutmuş yapraklarına, iri atkestanelerine dolanıyor. Günün ilk ziyaretçisi olduğu belli, kimseler görünmüyor ortalıkta. "Yağmurdandır, hem erken daha. Bugün Namık İsmail'in dosyasını kapatmalıyım, o resmi bir daha görmek istemiyorum." diye söyleniyor merdivenleri çıkarken. Kapının ağır kanatlarının cırtlak mavisi, yağmur bulutlarından nasılsa sızıp kente isteksizce ağan gün ışığının bozluğunda iyice çirkin. Arkasında bir martı çığlığı duyduğunu sanıp şaşalıyor. Bahçe, bir kez daha ölen doğanın örtüsü denli sessiz, ıssız oysa. Denizden kilometrelerce uzakta, martı mı? Boş bulunup düştüğü alıklığına mı yansın, yıllardır bu bozkır kentin karanlığına çakılıp kaldığına mı? Cam kapıya hışımla abandığında şaşkınlığı iyice artıyor; kilitli. Pantalonunun cebinden kayışsız kol saatini çıkarıp bakıyor, açılış vakti geçmiş bile, tatil ya da bayram günü de değil bildiği kadarıyla. Buğulu cama vuruyor saatinin altın suyuna batırılmış çeliğiyle. İçeride bir ışık yanıyor, gide gele tanış olduğu bekçi elinde çay bardağıyla açıyor kapıyı. "Boşa yorulmuşsunuz beyim, bugün kapalıyız. Öğleyin sinemacılar mı gelecekmiş ne, ziyaretçi almıyoruz."
Müzenin bahçesine vardığında yağmur yeniden çiselemeğe başladı. Şemsiyesini yine nerede, ne zaman unuttuğunu çıkaramıyor. Bir yenisini almamağa kararlı paltosunun yakasını kaldırırken. Ayakları bahçenin yüzyıllık ulu ağaçlarından dökülüp üst üste yığılmış, çürümeğe yüztutmuş yapraklarına, iri atkestanelerine dolanıyor. Günün ilk ziyaretçisi olmadığı belli; bahçenin ortasında, yapının ana giriş merdiveninde sarı muşamba yağmurluklar giymiş, eğilip kalkan, koşuşturan adamları görünce şaşalıyor. "Sabahın bu erken saatinde, yağmur altında ne işleri var." diyor duraksadığı yerde. Merdivenin hemen bitiminde, giriş kapısının tam ortasına doğru gelen açıklıkta çimenlere birşeyler çakıyorlar. Adamlardan ikisi tekerlekli üçayağı üzerinde şimdiye dek gördüklerinin en irisinden kara-metalik bir sihirli oyuncağı ellerindeki naylon tenteyle yağmurdan korumağa çalışıyor. "Her neyse, bugün Namik İsmail'in dosyasını kapatmalıyım, o resmi bir daha görmek istemiyorum." diye söyleniyor yanlarından dolaşırken. Çimlerin üstünde dev bir çocuğun oyun çemberleri gibi ışıldıyor raylar. Elinde kronometre benzeri bir ölçek tutan adam başını kaldırıp gülümsüyor o geçerken. "Işığı ölçüyor olsa gerek, o halde bu puslu havada niye bön bön sırıtıyor, her ne ise ne! Neyin filmini çekeceklermiş ki?" Basamakları çıkarken kalınlı inceli elektrik kablolarına takılmamak için önüne bakıyor, ayakkabılarının altı çamur toplamış. Kapının eşiğindeki paspasa hışımla vuruyor tabanlarını. Ahşap kanatların beyaz boyasını o an farkediyor. Tertemiz. Filmciler işe yaramış hiç olmazsa. Cam kapıyı itip, içeri, o sevdiği loş kokuya dalıyor. Gide gele tanış olduğu bekçi elinde çay bardağıyla Çıkıyor bir odadan. "Günaydın beyim, bugün sizden de erkenciler var, sinemacılar müzenin filmini çekeceklermiş, öğleden sonra ziyaretçi almıyoruz."
Bir başka çağın, insanların gelincik tarlalarını düşman kanıyla suladıkları, yani gelinciklerin küme küme tomurcuklanıp, bir günbatımı ardında koşan ilkay gümüşüyle yıkandıkta, sabahın kuşluk vaktine değin kankızıla kesiliverdikleri bir çağın dünya görüşüne -ister istemez- uyan- uysun diye kimbilir kaç kişinin kanının uğruna akıtıldığı, bir başka çağın mekânı bu, bir başka dünyanın geçenekleri bunlar. Zamanın ardına dolaşan, dallanıp budaklanan, kıvrılıp bükülen, kesilip kırılan geçenekler. Sayısız kapıya yataklık eden bir nehrin delta kanalları gibi. Adam hangi kapıyı açacağını biliyor. Hangi kapının ardından hangi kokuya dalacağını, hangi duvardaki hangi resme bir kez daha kanı donasıya bakacağını biliyor. Varsın, günümüzde gelincikler solgun küskün bitsin demiryolu çakıllarının kıyıcığında. Labirentlerin korkulu görkemi geride kalmış artık. Ya da, en azından kimse bunları umursar görünmüyor. Adamın ayrıklığı sayrıklığı burada; o hangi yaldız çerçevenin içinde yiteceğini bilir gibi,önemser gibi.
Oradaydı, asılı olduğu beyaz duvarda, hâlâ ışıldayan çerçevesinin içinde başdöndürücü bir dipsiz çukur, yerçekimi kurallarına aykırı, karanlık. "Mehtapta Cami, 1925, 80x98 cm. Namık İsmail"
Pek büyükçe olmayan odanın duvarlarında birkaç başka resim daha var. Onlarla hiç ilgilenmeden ortadaki deri koltuğa oturuyor. Yanındaki sehpanın üzerinde çantasını açıyor. Bir tomarın arasından çıkardığı kağıdın üzerinde başlanıp yarım bırakılmış bir metnin peşine yeniden düşüyor kalemi. Bir daha başını kaldırıp karşısındaki resme bakmadan. (Soldan sağa)

"MEHTAPTA SULUSEPKEN ÜSTÜNE
artmaz eksilmez kediboku
bakışlarımı gizleyebildiğimi sanmıyorum.
göz kaçağı!
her ne ise... beceriksizim. kimi zamanlar çok iyi bildiğim, e bildiğim bir şeydi kaçarken avlamak.
eeh, bu da bir saplantı sende: kimi-li geçmiş zaman kipi. sabrımı taşırıyorsun.
evet, taşırıyorum. saplantının biri bin para bende.
yine de
yine de, sabırsız kediler gibi kıpırdanan ayaklarına bakmadan, gerili kasların, boğumlu eklemlerin ışıkla, gölgeyle
delisin!
oynaşmasını, parmak aralarına değin sokulan halının ipeksi tüylerine kıskanıklığıma varasıya gözlerimle içmeden edememek, açlığımı dizginleyecek özdenetimden yoksun olduğumu bilmek.
bu istediğini kolaylaştırmıyor mu?
doğru çoktandır ayırdında.
ne de güzel sürdürüyorum O'nunla havadan sudan konuşmayı.
suya sabuna dokunmadan.
narçürüğü ojeli başparmağıyla diğerinin topuğundan incecik bileğinin kemiğine uzanan oval girintiyi teni pembeleşesiye ovup yunmasını önemsemezmişçesine.
gözlerin, boyalı tırnaklarında yanıp sönen yansılara takılmış da, sanki konuştuklarınızın derinliğine dalıp gitmiş numarası yapıyorsun. O da sürdürüyor hinliğine umursamaz okşa-n-malarını.
ansızın, 'muzbalıkları'nı anlatmağa başlıyorum sağ küçük parmağının diğerlerinden açıklığına şaşarak. nerede okuduğumu anımsamıyorum şimdi, kimindi, ne zamandı ya, kısacık bir öyküydü işte: çenesiyle omuzuna sıkıştırdığı almaca bağırarak annesiyle şehirler arası telefon konuşması yaparken, bir eliyle kendine çektiği ayağının tırnaklarını diğeriyle büyük bir özenle boyayan kadına boş gözlerle baktıktan sonra, kaldıkları yazlık motelin kumlasında güneşlenmeğe giden adamın, orada tanıdığı küçük bir kız çocuğuna denizde yüzerlerken yumurtladığı 'muz yeyip şişen balıkları saymaca' oynundan sonra yalnız kalır kalmaz beyninde 45'lik bir delik açmasıyla, havada asılmış gibi bitiveren -ya da, unuttum şimdi ayrıntıları- bir öyküydü.
durup dururken bunu anlatışının nedeni O'nun ayaklarının çığırtkanlığının yaptığı bir çağrışım mı yalnızca?
bilemiyorum. belki de, belki de sonundaki şeysizlik...
anlamsızlık mı?
yok canım, kimin kimi, kimin neyi kovaladığı bulanık bir sisin içinde.
intiharı mı, yoksa öykünün sonunu mu kastediyorsun?
yo, hayır, ne adamın şakağındaki deliği, ne de öykü sonunu. hem, öykünün sonu bu delikten akıp gidiyor gibi. soğuk, acımasız, yürek bunan bir şey var.
oh! iyice sabukluyorsun artık.
onları ellerimle tutup dudaklarımla ıslatmak, kirpiklerimle oylumların içrekliğini okşamak istiyorum.
susuyoruz.
mutfağa çay koymağa gidiyor. belleğim yüksek hızlı fotoğraflarını çekiyor durgun odanın loşluğunu dalgırlandıran, kısa bir an görünüp yiten topuklarının.
kısa yaylar çizerek basıyorlar yere, sessiz, iki tenis topu kadar çevik, uçucu.
buraya neden geldim geldin geldik geldiniz, sonra ilenip durursun. zayıflık.
zayıflık değil bu.
ah! yine mişli geçmiş lağımını akıtacaksın anadamarlarına. bu kokudan nefret ediyorum; çürük kokusu, bayat, çiçekbozuğu küf kokusu. seni gidi tekil şahis; SENin barsaklarında obur muzbalıkları yüzüyor henüz olgunlaşmamış bok balçıklarına ters. Schubert'in alabalıkçısı seni... gırtlağında titreşen ilksesler sözcüklere, tümcelere dökülesiye ağzından salyalar saçarak fırlıyor, o'nun biraz önce üstünde salındığı halı motiflerine dalıp derinlerde yitiyorlar.
mutfaktan bardak, kaşık sesleri geliyor. yüzüme değişik gülüm taslakları oturtmağa çalıştıkça (Marcel Marceau'nun maskçısı) belediye balolarında dağıtılan gevşek lastikli gülünç karton suretler gibi kaykılıp düşüyorlar. dudaklarımla yakalayabildiğim bir uyduruk sırıtışla yetinmek zorundayım.
yeniden göründüler mutfak kapısından, alay edercesine gülümsüyor parmaklar. öylesine uyumla, öylesi sakınımlı.

*

mum alevinin bakıra dönüştürdüğü tırnaklar açılıp kapandıkça, birbirlerinin arasından geçen denizanalarının bulanık dip kumlarına gömülesiye sürdürdükleri ritmik danslarını, sırtında bilekleri kenetlendiğinde, topuk kemiklerinin omurunu delercesine kasılıp katılaştığını gözlerin kararana değin seyrediyorsun."

*

Gözleri kararıyor, midesi kazınıyor. Ne kadardır orada oturduğunu kestiremiyor artık. Toparlanıyor. Kağıtları, kalemi, çantası. Zorlukla buluyor çıkışı. Işık göz kamaştırıcı. Bekçi basamaklara uzanmış gerine gerine peynirli ekmeğini yiyiyor. Yağmur çoktan durmuş, güneş tepede. Nemli toprak, azot kokusu. Sinemacılar? "Kimse kalmadı beyim sizden başka." Bahçeyi boylamasına geçip, otobüs durağında elinde filesiyle çömelmiş kendi kendine söylenen kadının yanında bekliyor bir süre. Vazgeçiyor. Yürümeğe başlıyor. Birşeyler yemeli, dinlenmeli. Ulaştığı dörtyol ağzında insan, araba kalabalığı başını döndürüyor, içini bayıyor iyice. İlk gördüğü otobüse atıyor kendini. Tuhaf, otobüs bomboş, ondan başka küçük bir çocuk oturuyor arka sıralardan birinde. Oracıkta çöküp başını cama dayıyor. Hiç durmuyor gibi otobüs. Kimse binmiyor başka. Bilmediği, tanıyamadığı caddeler, ara sokaklar, kentin bu kesimi ona bütünüyle yabancı. Gözleri kapanıyor.
Omuzunu sarsan adamın gözlüğünde kendi yüzünün şaşkınlığı sorar gibi. "Son durak beyefendi, uyuya kalmışsınız." Kucağından düşüp sıranın altına kaymış çantasını çekip çıkarıyor aceleyle çıkarken. Dikiz aynasında saçlarını elleriyle düzelten otobüs şoförüne teşekkür etmek için ağzını açtığında, yalnızca kuru bir ses dökülüyor boğazından. Sol dizinden kesip almışlar bacağını. Önce karıncalar yeyip bitirmiş; et, kas, bud, lif lif. Kemiklerinde kan kurumuş, kil kızılı alacalı bir kestane kabuğu bağlamış dizini. Ürkü yere çömdürüyor onu, ayağını tutuyor. Yere atıverdiği çantasını fermuarı bozuk gözünden kağıtlar fırlamış uçuşuyorlar. Bezginlikle tıslayıp, yaralı bir çekirge gibi havalanan fotografa -hayır, renkleri birbirine binmiş "Simena, batık şehir, denizde Likya mezarı" görünümlü bir posta kartı bu- doğru umutsuzca atılasıya
bir el
fırtınalı gecelerde çakıp, göğe çatlayan şimşekleri, yıldırımları andıran sütçalığı damarlı bileğin kıvrımında salınan ayanın sedef uçlu, ince uzun, köşe boğumlu parmakları
tutup uzatıyor kartı, el değmemiş Likya mezarı mı kaldı? Yüzüne bakmıyor; her elin bir yüzü vardır. "İyi misiniz?" İyi o. Güzellik ideasını anımsayacak denli iyi, pay çıkaracak kadar değil ama. Pay almıyor artık. Yeniden unutacak olduktan sonra. Nostalji, taşlarına kar düşen, çatısı yıkık bir bizans kilisesidir, içinde mum yakacak bir Tarkovski hep bulunur.
Toparlanıp kalkıyor, bacağı yeniden hisseder olmuş, karnıcalar etlerini geri getirmiş. Kağıtları, kalemi, silgisi, silinikleri. Topalayak-Oedipus durağın bankına çöküyor. Karınca karınca canım atlıkarınca. Çantasına tıkıştırıyor elindekileri. Sonra kafasını kaldırıp ilk kez bakınıyor çevresine. Son durak! Yolun bittiği
durduğu yerde oturuyor. Arkası ağaçlık. Karşıda, küçük çimli göbeğin berisinde yeni olduğunu belli eden görkemli yapının girişindeki kalabalık çekiyor ilgisini. Dizini sıvazlıyor bir yandan. Son karıncaları da silkip döküyor. Oraya gidip bir bakacak. Çantasını koluna sıkıştırıyor. Kaldırımdan inerken dönüp durağın bir adının olup olmadığını 63 HAYVANAT BAHÇESİ Gerisinde kalan yeşil alan olmalı. Daha önce hiç gelmemişti. Hatta bu kentte bir hayvanat bahçesinin varlığından haberi bile yoktu. Ola ki, bu yapı da zooloji müzesi, ya da akuarium gibi... Belki de nikâh salonu falandır! Kalabalık, bir kuyruk düzeninde kıpır kıpır ilerleyip kapıda yitiyor. Şimdi o da, önündeki kel kafalı adam gibi kuyruğun bir uzantısı; ucu, sonu, son eklemi. Son durağa bir kez daha dönüp göz atıyor, kendisini getiren otobüs gitmiş bile. Kel kafalı adamın kolunda son yitirdiğine tıpatıp benzeyen bir şemsiye var. Yırtığına varana kadar. Belki adam... Yok canım, daha neler! İlerliyorlar. Eşiğine geldiği kapıdan içeri baktığında, burasının büyücek bir sinema olduğunu anlıyor. Ortalarda afiş, ya da film ismine benzer bir yazı, fotograf görünmemesine karşın, bilet gişesine seanslarla giriş ücretini bildiren bir kağıt yapıştırılmış. Cam koruganlı gişenin aralığından biletini uzatıyor kadın, pantolonunun arka cebinden cüzdanını çıkarıp ödüyor istenilen ücreti. Biletçi kadın işini bitirmek için onu beklemişçesine toparlanırken "Acele edin" gibisinden sallıyor fosfor yeşili tırnaklı elini. Her elin bir de dili vardır.
Yoksa bir tiyatroda mı? Salona açılan kapının kadife perdesini aralayıp kör karanlığa daldığında bir ışık demeti, gece savaşlarının bombardıman uçağı tarayan ışıldakları gibi çarpıyor ayaklarına. Işık yaklaşıyor, bileti alınıyor elinden. Yerde kayarken kırılıp bükülen ışığın görünür kıldığı basamakları iniyor. Perde büyük, çok büyük. salonun boyutlarına orantılı olduğu düşünülürse yüzlerce izleyicinin -hınca hınç dolu olduğundan kuşkusu yok; insan kokusu, tütün sinmiş nemli kumaş kokusu soluğuna yapışıp diline kekriyor- arasında yerine, koltuğuna doğru götürülen (çekilen mi demeli) bir o kalmış. Kuyrukta gördüğü şemsiyeli kel adamı andıran biri, kalabalığın alkışlarıyla kırmızı bir kurdeleyi kesiyor. Perdeye yaklaşıyorlar. Karanlık giderek seyreliyor gibi. Şöyle bir dönüp boş koltukta karar kılıyor ışık. Oturağı açarken yanındakinin dizine çarpıyor. Kalın bir öksürük. Paltosunu çıkarmadan kaykılıyor yerine. Perde olduğundan da büyük görünüyor içbükey eğimiyle. Kel kafalı önemli zat, el sıkışma faslına geçmiş bile.
Akıl almaz bir akuariumun saydam duvarlarından içeri açılıyor görüş alanı.
Akıl almaz bir dünyayı görüş alanı.
Akıl almaz bir dünyanın görünüşü.
Akıl almaz bir dünya görüşü.

*
Bir banka için hazırlanmış güncel haberleri sıkıntıyla izliyorum. Belediye başkanının köprüyü açış töreninden sonra, iki devlet başkanının "tarihi" karşılaşması, imzalanan ekonomik anlaşma; Resim heykel müzesindeki yangın; Yurdumuzun en büyük hayvanat bahçesinde yırtıcı kuşlar için yapılan özel kafeslerinde özgürce uçuşan atmacalar, perdeli ayaklarıyla asılı uyuyan yarasalar, Kör baykuş; Birinci futbol liginden liderlik karşılaşması, berabere biten karşılaşmanın sonunda atılan penaltılar, kalecinin penaltı anındaki endişesi...
Neyse ki, yüz bilmem kaçıncı yılını kıvançla kutlayan bankanın güvenciyle izlediğimiz program sona eriyor. Perde bir an kararıp sessizleşiyor. Salonda bir yerleşme dalgası, öksürükler, mırıltılar. Yanımdaki kadın dondurmasını bitirmiş.
Perde aydınlanırken siyah bir yazı beliriyor.

"bir Y filmi"

(1994)

13 Kasım 2008

YEDİNCİ

1 a
Uzun süredir kullanılmamış. İlk bakışta anladınız. Kokladığınız kapalı kalmışlık, dokunduğunuz ince bir toz. Biri diğerine uzun, dar bir geçenekle bağlı iki oda. Mavi mozayik bezeli banyo arada kalıyor. Tam karşısında mufaktasınız, buraya mutfak denebilir evet. Şu küçük değirmi masada yemek yenebilir. Uçukmavi çay takımı dikkatinizi çekiyor; porselen. Çok eski olduğu belli, yine de hiç kullanılmamış gibi pırıl pırıl. Zarif demliğin üzerindeki ilk gezegenlerarası yolculuğu betimleyen desenlere, işçiliğe bakarsanız, değeri eskiliğiyle yarışıyor dersiniz. Buraya gönderildiğiniz duyulduğunda korunduğu vakumdolaptan çıkarılıp mutfak masanıza pek de önemi olmayan bir nesne gibi bırakılmış; size gösterilen saygının örtülü bir uzantısı olsa gerek.
Kısa tüylü halıyla kaplı geçeneği geriye dönüp katediyor, birinci odada ağır metalik çantanızı bıraktığınız basık sehpanın beriside kendinizi görüyorsunuz. O, çantayı tutacağından kavrayıp size yöneliyor, boşta kalan eli çenenizde hızla biten sakalı sıvazlarken, gözaltı şişleri canınızı sıkıyor. Boy aynası dolabın iç yanına doğru kayarken üstte elbise askıları, ortada sıra sıra gözler çıkıyor ortaya. Alt boşluğa dikine yerleştiriyorsunuz çantayı. Orta sürgülerden soldakini çekip, temiz havlu köşelerine "M. R." başharflerinin mavi oyayla işlenip işlenmediğini merak bile ediyorsunuz. Sağdakinde steril uyku tulumlarıyla mavi odalıklar bulacağınız kesin.
İkinci odada koltuğunuz şömineye bakıyor. Mermer sövenin hemen üstünde ayna olması gereken yere Ettirgam'ın "Bıçaklanmış Zaman"ı asılmış.Tıpkıbenzeri ya da gerçeği, ayırmak zor. İşte bu koltuğa oturup okuyacaksınız kalın mavi dosyanın içindekileri. Hemen solunuzdaki açılır kapanır yatakta uyumak için dönüp duracaksınız; yatağınızın altında gürültülü bir kanpompası atıp duracak, dinleyeceksiniz gece boyu. "Gece" olduğu sözüngelişi. Eski deyimlerden dile kaynamış, pekişip kaldığı halde nesnesi çoktan uçup gitmiş binlerce sözcükten biri ancak. "Gündüz", "bulut", "sonbahar" gibi... Sağınızda kalan duvarda her birimde bulabileceğiniz türden iki ızgara var; biliyorsunuz ki birincisi soluduğunuz havanın, ikincisi günışığı düzeneğinin lumbozlarıdır. İçeri girmenizle kendiliğinden çalışmaya başlamışlardır. Hemen oturmuyorsunuz koltuğunuza. Bir an önce yatağı açıp uyumanızı diliyor yanan gözleriniz, hiç olmazsa ilk gece uyumuştum diyebileceksiniz.

1 b
Koltuğunuz "Bıçaklanmış Zaman"a bakıyor. Eski usulde demlenmiş çayınızı içiyorsunuz. Mavi kaplı dosyayı çantanızdan çıkarıp hemen solunuzdaki sehpaya bırakmış, bütün gün hiç umursamıyormuşcasına bakmamıştınız. Gününüz sıkıcı standart programla parça parça olmuştu zaten. Mavi Rehber uzmanları öyle görülür, tanınır kişiler değildir onlar için. Bu kente gönderilen yedinci uzman olduğununuzu öğrendiniz, öncekilerin de bu odada, bu koltukta "Bıçaklanmış Zaman"a baktığını düşündünüz. Onca uzman gelip gittiğine göre, bu kentte çözülemeyen bir şeyler olduğunu sezmiştiniz. Kalın dosyanın yıpranmış, eprimiş kapağı sizi doğruluyor.
"... Ögeleri, onları biri birine bağlayan mantık dizgesi olmaksızın bir iç kuraldan, bir perspektif, bir hikayeden yoksun bir şekilde yığılmış kentleri, düşlenebilir kentlerin sayısından düşmek gerekir. Kentlerle ilişkimiz rüyalarla olduğu gibidir: Hayal edilebilen herşey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi, bir korkuyu gizleyen resimli bir bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar, söylediklerinin ana hattı gizli de olsa, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey başka birşeyi gizliyor olsa da..."
Kopukluktan sonraki döneme ait olduğunu bildiğiniz -daha önce de rastlamıştınız- yüzeylerde iz bırakan renkli sıvıyla doldurulmuş çubuk ile yazılmış, el işi... Yazılımındaki biçimsel değişiklikler uzun geçmişe rağmen kültürel durgunluğun belirleyiciliğini kırıp aşamamış. Burada görev yapan ilk uzmanın ilginç bulup dosyanın başına koyduğu bu metnin kimin elinden çıktığını belki de hiç öğrenemeyeceksiniz. Bu kentte mi yaşamıştı? Gezgin miydi? Yoksa bir tür rehber yazmanı mı? Ya ölümü?
Her neyse... İşe bütün verileri en ince ayrıntılarına kadar deşip özümsemekle başlamalı. Birazdan sizi almağa gelecekler: Yönetmenlerle toplantı -sıkıcı- yemek -tatsız- onurunuza geleneksel gösteri -aptalca-.
2 a birinci uzman
"... Büyük kopuştan bu yana çalışmalarımız sürüyor. daha önce dört kentte görev yaptım. İlk ikisine gönderilen ikinci uzman olmuştum (bu azımsanmayacak bir kolaylıkmış da pek farkında değilmişim) sonrakilerde her şeye o korkunç karanlıktan başlamak gerekti.. Rehber'in temelleri yavaş yavaş ortaya çıkıyor yine de. Umutsuzluk, kimi zaman uzun karanlık geçitlerin sapaklarında, bazen de yatağınızda yakalıyor sizi; soğuk ve belirsiz. Dipsiz boşlukları (elimde kırık bir tebeşir) aklamaya çabalayan bir gölge gibi umarsız görüyorum kendimi, yorgun, sinirli uyanıyorum.
Buraya geldiğimde, artık işini kanıksamış bir profesyonel tutumuyla, ağır ve güvenle çalışmağa kararlıydım. Önceki deneyimlerde geliştirdiğim sade yöntemimle içinden çıkamayacağım bir kuyu olabileceğine inanmazdım. İlk keşif gezilerinde olağan görünmeyen hiçbir şeyle karşılaşmadım. Öteki kentlerde de olduğu gibi yedi sayısı üzerine kurulmuş bir dizgeyle karşı karşıyaydım. Merkezden köşelere yedi ana tünelin ve eşit uzunlukta yedi parçadan oluşan çift kanallı bir çevrinin belirlediği eşkenar yedigen, kentlilerin zaten bildikleri, yaşadıkları bölgeydi. Diğer kentlerdekinden farklı olduğu görülen ilk şey renk unsuruydu: Yedigeni oluşturan ikizkenar üçgenler -ki bunların eşkenar üçgen olduklarını daha sonraki ölçümlerde saptadık- sırasıyla kırmızı, yeşil, mavi, sarı, mor, turuncu, gri renklerindeydi. Bilindiği gibi bu basit bir boyama değil; renk, yapı maddesinin özünde, harcında. Ben kente ilk gelişimde mavi bölgeden girmiştim. Bunu şimdi anımsıyorum. Diğer bir giriş-çıkışın turuncu bölgeden de yapıldığı aşağıdaki plan 1'de gösterilmiştir..."
Yedi parçalı büyük ölçek plan, bir de bütünü gösteren çizim, açılarak büyüyen sayfalarda sürüyor. Ara ara notlar düşülmüş, kimi, değişik yazıcılardan çıktığına göre (belli ki sonraki uzmanlar da aynı plan üzerinde çalışmışlar) güvenilir bir çalışmayı elinizde tutuyorsunuz. Mavi Rehber'in geliştirilmiş son baskısıyla karşılaştırarak ilerlemek işin zor ve sıkıcı yanı.
Gecenin kokusu vanilya tatlılığı kıvamına geldiğinde "gün ağıyor" diye mırıldanıyorsunuz eskilerin dediği gibi. Bunun bastırılmış uykunun bir sanrısı olduğunu okumuştunuz bir yerlerde.
Toparlanmalı. Yarın yani bugün ilk gezilere başlayacaksınız. Bunun için de size verilen yardımcı listesinden ilk seçiminizi yapmalısınız. Önce Mavi Rehberi'i yerleştiriyorsunuz çantaya, sonra dosyayı.

3a
* Mavi Rehber her son basımında, bilinen tüm kentlerdeki resmi uzman sayısında (ne bir eksik, ne bir fazla) çoğaltılır. Bir önceki baskı uzmanlarca yok edilir. Yenisini aldıklarında kendileri görür bu işi.
* "Daha önce" ne kadar da karanlık, belirsiz, kaypak. "Daha önce"nin niceliği bir üstrehberde belirlenmemiş; "Şimdiye değin" ile aynı anlamı taşıması, uzmanların ceplerinde taşıdıkları bilmece küplerinin parçalarından biri
* Daha önceki baskıların tümünün yok edildiği emredici bir varsayım mı, yoksa
* Şimdiye değin kaç baskı yapıldığını uzmanlar da bilmiyor.
* Uzmanlar dışında hiç kimsenin bir Mavi Rehber okuduğu, hatta gördüğü sanılmıyor. Uzmanların yükümlülüklerinden biri de bunu korumak.
* Uzmanların kentlerdeki en yalnız insanlardan seçildiği yaygın bir söylentidir.
* Mavinin saptanmış tonları konusunda ayrıcalık çıkaran bazı uzmanlara işlerinden el çektirildiği bilinir.
1 C
"Sayın uzman...!"
"Sayın uzman... Beni istemişsiniz efendim." Ses odanın içinde. Ayıyorsunuz birden. Başucunuzdaki almacın verici düğmesine basıp "Evet, evet..... Bekleyin, açıyorum." Döşeğinizden fırlıyor, geçeneğin başında, giriş bölmesinin yanındaki anahtar gözüne dokunuyorsunuz. Kapı yukarıya kayıyor. İlk dikkatinizi çeken parlak plastik ayakkabılar, sonra bir çift mavi göz. İçi boş ikircim. Davranıyorsunuz yine de. Üstünüzdeki tulumu çıkarmak üzere banyoya yönelirken sürücünün sessiz adımları belli belirsiz ardınızda, sonra mutfak bölmesinde ince çıngıl sesler, porselen, su.
Çayınız "Bıçaklanmış Zaman"ın önündeki sehpada. O hiç konuşmadan bekliyor. Sanki uzun bir tartışmadan önce kafası karışmış, sonra da düştüğü boşluğun derinliğini kavramış gibi suskun, lumbozun önünde, arkası dönük.
Elleriniz titriyor çayı yudumlarken, geleceği bir bıçakla deşmeğe başlıyorsunuz.
2 b İkinci uzman
"Yedi parçalı planın yedincisini yeniden, yeniden karşılaştırıyorum benimkiyle; yerine oturmayan birkaç sapak, üç beş geçit var yine de. Sanırım kenti derinlemesine -yani üç boyutlu- görememek büyük bir hata. Daha aşağıya giden geçeneklerin varlığını önemsememek saçmalık olur. Bundan böyle 'kapalı', 'çıkışsız' denilen yolların keşfedilmesi için harekete geçmeliyiz...
"Onların ölümü beni yıldırmadı. Korku özgüvenimi kamçılıyor. 120. sarı geçiş (yitişe bir belirti) çıkmaza vardı. Yarın büyük gün.
"Odama döndüğümde dehşetin şömineden çıkarken durdurulmuş olduğunu düşündüm. Mantıksız mı? Ama her şeyin anahtarı bu kara delik sanki: zaman burada asılı, devimsiz.
"Yarına kadar yazacak çok şey olacak; beni çağrıyorlar."

1 d
Aracın panelinde beliren üç boyutlu haritada gideceğiniz en uç noktayı gösteriyorsunuz sürücüye. Elinizdeki Rehber'in kesildiği sınır. Yüzünüze bakmıyor. Bundan özellikle kaçındığına inanıyorsunuz artık. Rehber'in (sürücünün göremeyeceği bir açıda) bu kente ilişkin son haritasını yayıyorsunuz kenara. Aracın ivmesi sizi koltuğa gömüyor birden. Işık çizgileri kıvrıla döne akıyor yanınızdan, bazan aşağıya, kimi zaman yukarı. O'nun yeni tıraşlanmış ensesinde giderek belirginleşen bir damarın saçların bittiği sıklığa doğru ilerlediğini, onun, sizin, bu aracın kabaran damarda ileri doğru fırladığınızı kuruyorsunuz. Midenizden belli belirsiz bir ağırlık yükseliyor göğüs kafesinize.
Sonra her şey duruyor. Gözleri görüyorsunuz yeniden: "Geldik sayın uzman."
2 c üçüncü uzman
" 'Beni çağrıyorlar.' İkinci nesil mavi notların böyle kesilmesi beni çok sarstı. O son araştırma gezisinden sonra onları bir daha gören olmamış. Elimde belki de sonsuza dek yittikleri bölgenin tamamlanmamış çizimlerinden başka bir ipucu yok.
"Görev yaptığım kentten apar topar buraya getirildim. Bizler, kopuş öncesinin mistik abdalları gibi, ya da ikinci katman çingene gezerleri örneği, bir kente bağlanmadan, bugün burada, yarın kim bilir... Sonra karşınıza bir ışık yolu çıkar ve girersiniz. Bir sonraki, yittiğiniz renkten sürer izinizi. Zamanın akışında gölgelerin sınırlarını belirlersiniz. Uygarlığın yazmanları, uzamın ölçüsüyüz. Bunun için seçildik.
.................
"Yorgunluğum ilk günün duygusallığını bütünüyle silmese de, şimdi kendimi daha farklı buluyorum. Karışıklık, belirsizlikten kaynaklanıyor. İkinci uzmanın ayrıntılarda çok titiz olduğu belli ama bağlantıları kurmada yetersiz kalmış olabileceğini düşünüyorum.
"Yedi renk bölgesinin biri birine tıpatıp benzeşmediği ortada: yaptığım karşılaştırmalarda
Mavi - Turuncu
Mor - Yeşil
Kırmızı - Sarı bölgelerinin eşbakışımlı, ama bir ayna izdüşümü gibi ters olduklarını gördüm. Bölge sayısının tek olması beni hep şüphelendirmiştir; Gri bölgenin de diğerleri gibi görülmesinin bizleri yanılttığı sonucuna varıyorum. Gibi görünüyor da, tıpkısı değil.
" Günlerdir çözücülerde çalışıyoruz. Teknisyenler uykusuzluktan yakınıp mızmızlanmağa başladılar.
"Gri bölgenin diğerlerine olan mantıksal aykırılıkları, artık belirginleşen bir başka dizgenin varlığını temellendiriyor. Sanırım! Ya da her şeye yeniden başlamalıyız.
3 b
* Metinde, "p"de oturan birinin yaşamında "q"nun etkisini belirtmeliyim; bu iki kenti biri birine ekli gibi düşünebiliriz. Diyelim ki birincisi ikincisine göre daha derinlerde kalıyor. Birinden diğerine yollar var. Bu yolları bilen biliyor ama tümünü değil. Bir kentten öbürüne geçmek için bazı kestirmeler, beklenmedik sapmalar var, öyle ki iki anabölge arasındaki uzaklık, birinden ötekine gitmek için geçilecek yol, o kişinin yolları bilme derecesine, bir de gideceği kenti az çok tanımasına göre değişecektir. Diyelim ki kentlerden birinin yerini tanımlamak için kullanılan sözler kişilere göre başka başka imgelere dayanacaktır. "q"nun kapladığı alan ile "p"nin kapladığı alan kişiden kişiye değişir. Bu da iki kişi arasındaki rastlantıyı ya kolaylaştıracak ya da bir yanılgı haline getirecektir.
* Bir noktadan ötekine, bir sürü ara durakları aşa aşa ilerlediğiniz sırada, dış yola koşut olarak içinizde oluşan devimi ve içinizde geçtiğiniz yolu anlatmalı, serüveninizin bu çarmıh devresini yansıtmalısınız.
* İstediği anda bir kentten öbürüne ulaşmak isteyen kimse için normal ulaşım yolu nedir... Hem rastlaşmalar da olmalı metinde, beklenmedik anlarda, ancak zamanla aydınlanacak bazı gizli yasaların düzenlediği anlık geçişler olmalı bir kentten ötekine.
* Böylece okur, başından sonuna değin biri ötekine çok uzak birimlerde yaşayan iki kişinin açısından az çok değişik bir anlam taşıyan 'kentler bağıntısı' yasalarına dayanmakla kalmayacak, aynı zamanda her birinin yaşadıkları kentleri tanıma derecesine göre de koşullanmış olacak.
1 e
Basınç koruganını geçip kapıyı açıyor, buzmavi bir aydınlığa adım atıyorsunuz. Uykunun kıyısında, uyanışın eşiğinde, düş gördüğünü düşlemek... Daha önce de gelmiş miydiniz. "Vurgun" diyor sürücü, "bu derinlikte kaçınılmaz oluyor." Kolunuzdan kavrayıp sizi yanında yolların ayrılır gibi göründüğü, eğik kirişlerle berkitilmiş dev bir sütunun önüne doğru yönlendiriyor. Dar bir dikeytaşıyıcıya giriyorsunuz. Kapının önünde, arkası size dönük, "Biraz daha ineceğiz sayın uzman, sizi uç yanaşlıkta bekliyorlar."
Düşüş. Göz kapaklarınız kapanıyor.
................
Ayral geçitler listesinin sonunda. Renksiz (!) olduğuna karar verdik. Pürüzsüz, kıvrıntısız, perspektivsiz de. İçinde daha öteye (nedense) ilerlenmemiş. Bunu anlamak zor değil; kaygı, yatay etkili bir yerçekimi gibi sürüyor geçidin içinde.
Biri "Öte evren", "Koşut evren" gibi birşey söylüyor. Öte evren? Nasıl yani? Kördüğümün ilk boğumunu gevşetmeli miyiz, yoksa buraya kadar deyip geriye
2 d dördüncü uzman
"ÖNEMLİDİR: KENTİMİZE GÖREV YAPMAK ÜZERE GÖNDERİLEN KIDEMLİ UZMAN M.R., ARAŞTIRMALARI SIRASINDA KULLANDIĞI BİR ULAŞIM ARACIN GRİ BÖLGEDE GEÇİRDİĞİ KAZA SONUCU ARAMIZDAN AYRILMIŞTIR. DEĞERLİ ÇALIŞMALARINI DA KENDİSİYLE BİRLİKTE YİTİRDİĞİMİZ UZMANIMIZA SAYGIMIZ VE MİNNETİMİZ SONSUZDUR.
KENT YÖNETİM BİRİMİ BAŞKANLIĞI"
2 e beşinci uzman
"Köstebeklerden sözedildiğini çok duymuştum ama ilk kez bu kentte serbestçe dolaşanlarına rastladım. Birimlerin seyreldiği kenar bölgelerde binlercesi kaynıyor. Zamana direniyor kent. Delik deşik. Sırlar, gizler süzülüp daha da derinlere akıyor. belki de köstebekleri besleyen kaynaklar böyle doğuyordur. Su, yaşamın, dirimin belirtisi değil mi? Bilinmezlik de öyle işte.
"Bugün Kent Tarih Arşivi'nde, mikrodisk dizinlerinin iç içe sıraları arasında kaybolduğumu farkettiğim anda buldum o'nu. Daha doğrusu o beni buldu. Yaşını kestirmek çok zor. Saçları yoktu. Standart dışı giyisileriyle, gözlerinin önündeki büyütücülerle garip bir kadın. Beni büyük kopuş öncesinden kaldığını söylediği belgelerin saklandığı kısma götürdü. Bildiği kadarıyla bu kısımdaki belgeler hiç araştırılmamış, hatta kopuştan beri el sürülmemişleri bile varmış.
"Nedense, önceleri pek önemsemedim. Paradigmaların çokbiçemli yapısında, taşı taşdan, camı camdan ayırmağa çabalayan bir kaçık gibi dönenip durmaktandır diyorum. Aslında kafamın bir köşesinde yer etmiş, de, hani ayrıntılarda boğulmaktan burnunuzun ucundaki beni görmez olursunuz ya, bunun gibi bir şey... Bir sabah uyandığımda yalnızca arşiv, arşivdeki kadın vardı gözümün önünde. Banyodaki aynada, ayakkabılarımın içinde, cebimde... Günlük akışı elimin tersiyle durdurup arşive gittim. Bu kez o'nu bulmak için önce (yine) kaybolmam gerektiğini bilerek.
"İki ayaklı bir köstebek. İzlemekte güçlük çekiyorum. Yerinde durmuyor. Sesini, konuşmasını yönlem olarak almasam yanıbaşımda yok olacak. Kendinden, yaptığı işden hiç bahsetmiyor. Hep bir masal anlatır gibi, geniş zaman kullanarak, tarihle alay ediyormuş izlenimi vererek, hiç durmaksızın konuşuyor. Bir avuç dolusu 'd' tipi kayıtla döndüm birimime. Bunları verirken herhangi bir bürokratik işlem yapmadı bile.
"Artık dışarı çıkmam için bir neden kalmadı. Yönetmenler çalışmaların durmasından endişeleniyorlarmış, alıklar! Her sabah kapıma gelenleri kovalamaktan usandım.
"Bu akşam gidiyorum; merkeze alınmışım. İçimden durmadan gülmek geliyor. Hepsinin canı
"Köstebekler karanlığı yeğler."
2 f altıncı uzman
"Dosya bütünüyle canımı sıktı. M.R. uzmanlarına olan saygının zedelenmesine göz yummayacağım. İşimizin şansla, gizemle hiçbir ilgisi yoktur. Kaldı ki, dosyanın eksik belgeleri bütün bu açıklanamaz gibi görünen olguların nedenidir. Bilerek ya da istemeden, mantık çarpıtılamaz. 'd' tipi kayıtlardan bir iz bile yok ortada.
Türümüz dışındaki canlıların üreme ivmelerinde bir artış olmadığını gösteren veriler, benden önceki uzmanın şizoid saplantılarla işini aksattığının bir başka göstergesi.
Sanırım (ne yazık ki) çalışmaları baştan alacağız."
1 f
Buraya kadar deyip geriye mi döneceğiz? Gerek yok: Merkeze gelmişiz.
Geçit, bu çok büyük birime açılıyor. Yedigen. Çok basit, yalın; yedigen... "Burası şeyi andırıyor..." diyor sürücü, "Arşivi." diye tamamlıyor biri.
Her şey tamam. Bütün ayrıntılar, sıralar, kayıtlar. Kent Arşivindeyiz! Ya da tıpkısı.
................
Herkese yetecek kadar var, en son baskı.
3 c
* En "tam" kitap ilk yazılandır.
(M.R., önsözden)


*** *** ***

(1999)