14 Kasım 2008

KÖRDÜŞÜM



Siyah-beyaz bir film için sinopsis

O hasta bir adam. Gözle görülür belirtiler taşımasa da, hasta. Oysa birçok yerde sık sık görülen (hayır, "bulunan" demeli)
sık sık bulunan biri. O'nlardan biri. Belki bu yüzdendir kimsenin ilgisini çekmemesi. Hani, filmin ortalarında bir sahnede, şöyle bir görünüp -bulunup- yitmesi perdeden, hiç de rastlantı değilmiş gibi.

Sinemaya gittiğimde, film başlamazdan önce koltuğuma -hep bir tarafı batar, rahat edemem- yerleşmeğe uğraşırken önümdeki beyaz dikdörtgen yüzeyin masum durgunluğunu düşünürüm hep; Canavar Oyuncağın yediği düşsel bir varlık gibi asılı durur orada. Kolay yutulmuş bir yaratık olmaklığını daha fazla sürdürmekten vazgeçince, yavaş yavaş kıpırdanmağa, ileri geri oynayıp, hınçla devinip, canavarın midesini yırtmağa, bu boğucu, sindirici karanlıktan kurtulmağa çabalayacaktır. Onunla aynı düşteyimdir. Bir bakıma ben de yutulmuşumdur gördüğünü anında iç eden azrailin doymak bilmeyen boğazınca. Bizi sindirmeğe, asitli özsularıyla eritip çözeltmeğe çalışacaktır. Bazan dizlerimin bağı çözülüverir de. Giderek kaykılır, iyice sinerim o zaman. Sonra ansızın biter bu savaşım. Düşlerin zamansız, kaypak mekânlarından dışarı kusulur, ışığa kavuşuruz. Dünyanın bildik sesleri yerine gelir. Koltuğumu kendisine katlanmağa bırakıp -o bana katlanamadıktan sonra- çıkar giderim salondan. Artık bakmam arkama. Asılı olduğu yerde öylece, ak, lekesiz beklediğini bilirim. Yine geleceğim, oyuncak yine yutacak bizi. İşleri yolunda giden bir düş tecimeniymişçesine gülerim gizli gizli.

Şu son günlerde en sık bulunduğu yer Devlet Resim Heykel Müzesi. Erkenden kalkıp müzenin açılışından hemen sonra, elinde çantası -aylardır tuttuğu notlar, fotokopiler- çıkar merdivenini mermer sütunlu yapının. Bakımsız bahçeye çin yelpazesi gibi yayılan basamakların bitiminde, ağır ahşap kapının hiç kapanmayan kanatları cırlak mavisiyle gözünü iğneler her sabah. Müze yetkililerine sert bir dilekçe yazar içinden;
"Devlet Resim Heykel Müzesi Yönetmenliğine,
(Zevksizlik, ilgisizlik, güzellik kıyımı, ...) Ötesini getiremeden unutur kapıyı. Yüksek tavanlı loş geçeneklerin o adlandıramadığı hoş kokusunu çeker içine, eskimiş yağlı boya, tahta cilası belki. Her gün başka bir bölümün büyüsüne girer, dönemin ustalarıyla söyleşir.
Doğrusu bu ya, severek yapabildiği biricik iş ansiklopedi yazmanlığı. Gerçi, şimdiye değin hazırlanmasına katkıda bulunduğu "Küçük Hayat Bilgisi Ansiklopedisi" dışında, bazı sanat dergilerinde rönesans ressamları üstüne yazdığı üç-beş güdük makaleden başka yayınlanmış bir çalışması olmadı ama, bu kez şeytanın bacağını kıracağını umuyor, şeytana olan saygısı bir yana... Hele bu işi bir bitirsin, yıllardır tasarladığı "Büyük Yaşam Ansiklopedisi"nin yazımına girişebilir; Karanlık yaşamın ışığı, 66 fasikül, bütün kitapçılarda!

Şarap tecimenlerinin alıp sattıkları şarap cinslerini şöyle bir tadıp, işlerinden haz almalarına diyecek sözümüz olmayacaksa -iş bu ya- ben de düşlerin esrikliğine kaptırıveriyorum kendimi.

Odasında. Gece geç saatlere kadar, o güne değin yazdıklarını toparlıyor adam. Kedi dortop olmuş döşeğin ucunda, iç geçiriyor uykusunda. Sarı beyaz tüyleri tarazlanır gibi. Perdenin aralığından gümüş bir hüzün süzülüyor masasının üstüne. Kalkıp geriniyor adam. Kedi söyleniyor. Pencereye gidip soğuk cama dayıyor kızgın alnını. Gözlerini kırpıştırıyor. Dolunay bu gece. Ölü denizlerin yengeçsi gölgeleri kıvıldanıyor çarşafında, yastığın altına kaçışıyorlar. Çapraz adımları döşeğin öte ucuna çekiyor, dortop oluyor adam. Gözlerini kırpıştırıyor kedi, kalkıp geriniyor kambur kambur. İçi geçiyor adamın, körlemesine düşüyor.

Bir kör
ne görür düşünde / sakın görmez demeyin.
Oyuncak Gözün gördüğü göz / gözün gördüğü -göremediği- oyuncak
ne görür düşünde.
Bir kör düşü değil mi
siyah
beyaz.



Masanın üstünü kaplayan renk renk dosyalara bir göz atmalı. Bir hastalığı tanımlamada -eğer gözle görülür belirtileri yoksa- gözardı edilemeyecek en iyi yöntemlerdendir. İşte büyük harflerle atılmış, "NAMIK İSMAİL" başlıklı biri (henüz tamamlanmadığı belli...)
"Osmanlılar'da 17. yy.da başlayan batılılaşma atılımları 18. yy.da hızlanarak devam etmiş, 19. yy.da tümüyle etkin olmuştur. Bu süreç içinde resim sanatının gelişimi de ilgi çekicidir. 18. yy.dan başlayarak İstanbul'a gelmeğe başlayan yabancı ressamların etkisiyle, yeni açılan okullardaki öğretmen gereksinimini karşılamak amacıyla (1835) Avrupa'ya eğitilmeleri için öğrenci gönderilmeğe başlanmıştır. Ferik İbrahim Paşa, Hüsnü Yusuf, Ferik Tevfik Paşa gibi sanatçılar ilk gönderilenler arasındadır. İlk kuşak ressamlarımız Harbiye ve Mühendishane çıkışlıdır. Ferik Tevfik Paşa, başka bir Ferik Tevfik Paşa -garip! ikisi de kaytan bıyıklı mıydı?- Hüsnü Yusuf, Servili Ahmet Emin Bey, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Seyit Bey, Osman Nuri, Hüseyin Zekâi Paşa, Osman Hamdi Bey ve daha birçokları... 1908 lerden 1928 lere kadar "Müstakiller Grubu"nun yer aldığı dönem, İzlenimci akıma koşut sayılabilecek bir anlayışı paylaşan Nazmi Ziya, İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Feyhaman Duran gibi ressamların çalışmalarıyla hareketlenir. Gruba sonradan Namık İsmail, Şevket Dağ, Hüseyin Avni Lifij, Ruhi, Mehmet Ali Laga gibi isimler de katılır. Namık İsmail'in gerek sanatçı, gerek yönetici kişiliğiyle bu grupta ayrı bir yeri vardır.
15 Mayis 1890'da İstanbul Fındıklı Perizat Çıkmazı'nda doğmuştur. Annesi Bakiye Hanım, babası Kafkasyalı Hattat İsmail Zühtü Bey'dir. İlk öğrenimini önce Kabataş Şemsülmekatip'de, sonra Beşiktaş Hamdiye Mektebi'nde yapmıştır. St. Benoit, St. Pulcharie ve Galatasaray liselerinde öğrenimini sürdürmüştür. M. André, Arslanyan ve Şevket Bey'den ilk derslerini almış, daha sonra Paris'de Çallı ile tanışarak Julien ve Cormon atölyelerinde çalışmıştır. Birinci dünya savaşının çıkmasıyla 1914'de yurda dönmüş, silah altına alınarak Kafkasya cephesine gönderilmiş... "
Yazısı giderek kötüleşiyor, okumakta zorluk çekiyoruz. Adamın bazı şeylerden çabucak sıkıldığını, bunaldığını hemen kavramayacak biri var mıdır bu karga/burgacık akışı izlemeğe çalışıp da... Neyse, hepimiz bir büyük ruhbilim çağının çocuklarıyız, öyle ya! Geçelim.
"30 Ağustos 1935'de Moda vapurunda geçirdiği bir kalp krizi sonucu 45 yaşında vefat etmiştir.
Dönemin en değişken sanatçısıydı. İzlenimcilik, Gerçekçilik, Dışavurumculuk arasında sürekli gidip gelmiştir. Kararsızlığının, çok yönlülüğünün nedeni olduğu söylenir. Fransız İzlenimciliğinin temel ilkelerini benimsemesine karşın, bütünüyle izlenimci olmamış, özellikle teknik açıdan Alman Ekolünün etkisinde kalmıştır. Resimlerini en önemli iki unsuru ışık ve devinimdir. Sanatçını bir mektubundan 250'den fazla ürünü olduğunu öğreniyoruz. Ancak, bugün saptanan sayıları 130'dur. 83'ü özel kolleksiyonlarda, 25'i müze ve galerilerdedir."
Süregidiyor sayfalar. Dosyanın içinden koyumavi bir karton düşüyor ansızın, gümüş alacası mürekkepli bir yazının dokusu ışıldıyor göz mekiğinin soldan sağa kayışıyla;
"MEHTAPTA CAMİ 1925, 80x98 cm.
Yüksekliğin ve düşüşün kaçılmaz, kaçınılmaz çekişi. Işık esriği dorukların saplandığı gölgeler. Giz. Yumuşak eğimi gizin. Sokakların durgunluğu yutmuş sanki az önce atılmış bir ölüm çığlığını. Sebilin suyu kurumuş. İşte buradan bakıyorum; baykuşun tünediği terasın korkuluğundan. Avım, elinde titrek feneri, kaderinin izine düşmüş kara çarşafının uzayan gölgesinde. Sabırla bekleşiyor selviler. Zamanın ve geçiciliğin tanıkları. Sinilik. Siliklik. Gece soğuk. Dumanlar yükseliyor bacalardan, ayin tütsüleri. Dolunayın çiğ ışığında zorlukla seçiyor kuşbakışı gözlerim üç yıldızın göksel üçgenini. Aşağılarda, iki pencerenin soluk dirimini tamamlıyor avımın taşıdığı fener; dünyasal üçgen.
Tanrı istencinin çile, ceza evi, soluk suların küflü yeşilinde yıkanıyor. Tanrı varsa, şeytan da burada.
Bizi seyrediyorlar."
*

Müzenin bahçesine vardığında yağmur yeniden çiselemeğe başladı. Şemsiyesini yine nerede, ne zaman unuttuğunu çıkaramıyor. Bir yenisini almamağa kararlı paltosunun yakasını kaldırırken. Ayakları bahçenin yüzyıllık ulu ağaçlarından dökülüp üst üste yığılmış, çürümeğe yüztutmuş yapraklarına, iri atkestanelerine dolanıyor. Günün ilk ziyaretçisi olduğu belli, kimseler görünmüyor ortalıkta. "Yağmurdandır, hem erken daha. Bugün Namık İsmail'in dosyasını kapatmalıyım, o resmi bir daha görmek istemiyorum." diye söyleniyor merdivenleri çıkarken. Kapının ağır kanatlarının cırtlak mavisi, yağmur bulutlarından nasılsa sızıp kente isteksizce ağan gün ışığının bozluğunda iyice çirkin. Arkasında bir martı çığlığı duyduğunu sanıp şaşalıyor. Bahçe, bir kez daha ölen doğanın örtüsü denli sessiz, ıssız oysa. Denizden kilometrelerce uzakta, martı mı? Boş bulunup düştüğü alıklığına mı yansın, yıllardır bu bozkır kentin karanlığına çakılıp kaldığına mı? Cam kapıya hışımla abandığında şaşkınlığı iyice artıyor; kilitli. Pantalonunun cebinden kayışsız kol saatini çıkarıp bakıyor, açılış vakti geçmiş bile, tatil ya da bayram günü de değil bildiği kadarıyla. Buğulu cama vuruyor saatinin altın suyuna batırılmış çeliğiyle. İçeride bir ışık yanıyor, gide gele tanış olduğu bekçi elinde çay bardağıyla açıyor kapıyı. "Boşa yorulmuşsunuz beyim, bugün kapalıyız. Öğleyin sinemacılar mı gelecekmiş ne, ziyaretçi almıyoruz."
Müzenin bahçesine vardığında yağmur yeniden çiselemeğe başladı. Şemsiyesini yine nerede, ne zaman unuttuğunu çıkaramıyor. Bir yenisini almamağa kararlı paltosunun yakasını kaldırırken. Ayakları bahçenin yüzyıllık ulu ağaçlarından dökülüp üst üste yığılmış, çürümeğe yüztutmuş yapraklarına, iri atkestanelerine dolanıyor. Günün ilk ziyaretçisi olmadığı belli; bahçenin ortasında, yapının ana giriş merdiveninde sarı muşamba yağmurluklar giymiş, eğilip kalkan, koşuşturan adamları görünce şaşalıyor. "Sabahın bu erken saatinde, yağmur altında ne işleri var." diyor duraksadığı yerde. Merdivenin hemen bitiminde, giriş kapısının tam ortasına doğru gelen açıklıkta çimenlere birşeyler çakıyorlar. Adamlardan ikisi tekerlekli üçayağı üzerinde şimdiye dek gördüklerinin en irisinden kara-metalik bir sihirli oyuncağı ellerindeki naylon tenteyle yağmurdan korumağa çalışıyor. "Her neyse, bugün Namik İsmail'in dosyasını kapatmalıyım, o resmi bir daha görmek istemiyorum." diye söyleniyor yanlarından dolaşırken. Çimlerin üstünde dev bir çocuğun oyun çemberleri gibi ışıldıyor raylar. Elinde kronometre benzeri bir ölçek tutan adam başını kaldırıp gülümsüyor o geçerken. "Işığı ölçüyor olsa gerek, o halde bu puslu havada niye bön bön sırıtıyor, her ne ise ne! Neyin filmini çekeceklermiş ki?" Basamakları çıkarken kalınlı inceli elektrik kablolarına takılmamak için önüne bakıyor, ayakkabılarının altı çamur toplamış. Kapının eşiğindeki paspasa hışımla vuruyor tabanlarını. Ahşap kanatların beyaz boyasını o an farkediyor. Tertemiz. Filmciler işe yaramış hiç olmazsa. Cam kapıyı itip, içeri, o sevdiği loş kokuya dalıyor. Gide gele tanış olduğu bekçi elinde çay bardağıyla Çıkıyor bir odadan. "Günaydın beyim, bugün sizden de erkenciler var, sinemacılar müzenin filmini çekeceklermiş, öğleden sonra ziyaretçi almıyoruz."
Bir başka çağın, insanların gelincik tarlalarını düşman kanıyla suladıkları, yani gelinciklerin küme küme tomurcuklanıp, bir günbatımı ardında koşan ilkay gümüşüyle yıkandıkta, sabahın kuşluk vaktine değin kankızıla kesiliverdikleri bir çağın dünya görüşüne -ister istemez- uyan- uysun diye kimbilir kaç kişinin kanının uğruna akıtıldığı, bir başka çağın mekânı bu, bir başka dünyanın geçenekleri bunlar. Zamanın ardına dolaşan, dallanıp budaklanan, kıvrılıp bükülen, kesilip kırılan geçenekler. Sayısız kapıya yataklık eden bir nehrin delta kanalları gibi. Adam hangi kapıyı açacağını biliyor. Hangi kapının ardından hangi kokuya dalacağını, hangi duvardaki hangi resme bir kez daha kanı donasıya bakacağını biliyor. Varsın, günümüzde gelincikler solgun küskün bitsin demiryolu çakıllarının kıyıcığında. Labirentlerin korkulu görkemi geride kalmış artık. Ya da, en azından kimse bunları umursar görünmüyor. Adamın ayrıklığı sayrıklığı burada; o hangi yaldız çerçevenin içinde yiteceğini bilir gibi,önemser gibi.
Oradaydı, asılı olduğu beyaz duvarda, hâlâ ışıldayan çerçevesinin içinde başdöndürücü bir dipsiz çukur, yerçekimi kurallarına aykırı, karanlık. "Mehtapta Cami, 1925, 80x98 cm. Namık İsmail"
Pek büyükçe olmayan odanın duvarlarında birkaç başka resim daha var. Onlarla hiç ilgilenmeden ortadaki deri koltuğa oturuyor. Yanındaki sehpanın üzerinde çantasını açıyor. Bir tomarın arasından çıkardığı kağıdın üzerinde başlanıp yarım bırakılmış bir metnin peşine yeniden düşüyor kalemi. Bir daha başını kaldırıp karşısındaki resme bakmadan. (Soldan sağa)

"MEHTAPTA SULUSEPKEN ÜSTÜNE
artmaz eksilmez kediboku
bakışlarımı gizleyebildiğimi sanmıyorum.
göz kaçağı!
her ne ise... beceriksizim. kimi zamanlar çok iyi bildiğim, e bildiğim bir şeydi kaçarken avlamak.
eeh, bu da bir saplantı sende: kimi-li geçmiş zaman kipi. sabrımı taşırıyorsun.
evet, taşırıyorum. saplantının biri bin para bende.
yine de
yine de, sabırsız kediler gibi kıpırdanan ayaklarına bakmadan, gerili kasların, boğumlu eklemlerin ışıkla, gölgeyle
delisin!
oynaşmasını, parmak aralarına değin sokulan halının ipeksi tüylerine kıskanıklığıma varasıya gözlerimle içmeden edememek, açlığımı dizginleyecek özdenetimden yoksun olduğumu bilmek.
bu istediğini kolaylaştırmıyor mu?
doğru çoktandır ayırdında.
ne de güzel sürdürüyorum O'nunla havadan sudan konuşmayı.
suya sabuna dokunmadan.
narçürüğü ojeli başparmağıyla diğerinin topuğundan incecik bileğinin kemiğine uzanan oval girintiyi teni pembeleşesiye ovup yunmasını önemsemezmişçesine.
gözlerin, boyalı tırnaklarında yanıp sönen yansılara takılmış da, sanki konuştuklarınızın derinliğine dalıp gitmiş numarası yapıyorsun. O da sürdürüyor hinliğine umursamaz okşa-n-malarını.
ansızın, 'muzbalıkları'nı anlatmağa başlıyorum sağ küçük parmağının diğerlerinden açıklığına şaşarak. nerede okuduğumu anımsamıyorum şimdi, kimindi, ne zamandı ya, kısacık bir öyküydü işte: çenesiyle omuzuna sıkıştırdığı almaca bağırarak annesiyle şehirler arası telefon konuşması yaparken, bir eliyle kendine çektiği ayağının tırnaklarını diğeriyle büyük bir özenle boyayan kadına boş gözlerle baktıktan sonra, kaldıkları yazlık motelin kumlasında güneşlenmeğe giden adamın, orada tanıdığı küçük bir kız çocuğuna denizde yüzerlerken yumurtladığı 'muz yeyip şişen balıkları saymaca' oynundan sonra yalnız kalır kalmaz beyninde 45'lik bir delik açmasıyla, havada asılmış gibi bitiveren -ya da, unuttum şimdi ayrıntıları- bir öyküydü.
durup dururken bunu anlatışının nedeni O'nun ayaklarının çığırtkanlığının yaptığı bir çağrışım mı yalnızca?
bilemiyorum. belki de, belki de sonundaki şeysizlik...
anlamsızlık mı?
yok canım, kimin kimi, kimin neyi kovaladığı bulanık bir sisin içinde.
intiharı mı, yoksa öykünün sonunu mu kastediyorsun?
yo, hayır, ne adamın şakağındaki deliği, ne de öykü sonunu. hem, öykünün sonu bu delikten akıp gidiyor gibi. soğuk, acımasız, yürek bunan bir şey var.
oh! iyice sabukluyorsun artık.
onları ellerimle tutup dudaklarımla ıslatmak, kirpiklerimle oylumların içrekliğini okşamak istiyorum.
susuyoruz.
mutfağa çay koymağa gidiyor. belleğim yüksek hızlı fotoğraflarını çekiyor durgun odanın loşluğunu dalgırlandıran, kısa bir an görünüp yiten topuklarının.
kısa yaylar çizerek basıyorlar yere, sessiz, iki tenis topu kadar çevik, uçucu.
buraya neden geldim geldin geldik geldiniz, sonra ilenip durursun. zayıflık.
zayıflık değil bu.
ah! yine mişli geçmiş lağımını akıtacaksın anadamarlarına. bu kokudan nefret ediyorum; çürük kokusu, bayat, çiçekbozuğu küf kokusu. seni gidi tekil şahis; SENin barsaklarında obur muzbalıkları yüzüyor henüz olgunlaşmamış bok balçıklarına ters. Schubert'in alabalıkçısı seni... gırtlağında titreşen ilksesler sözcüklere, tümcelere dökülesiye ağzından salyalar saçarak fırlıyor, o'nun biraz önce üstünde salındığı halı motiflerine dalıp derinlerde yitiyorlar.
mutfaktan bardak, kaşık sesleri geliyor. yüzüme değişik gülüm taslakları oturtmağa çalıştıkça (Marcel Marceau'nun maskçısı) belediye balolarında dağıtılan gevşek lastikli gülünç karton suretler gibi kaykılıp düşüyorlar. dudaklarımla yakalayabildiğim bir uyduruk sırıtışla yetinmek zorundayım.
yeniden göründüler mutfak kapısından, alay edercesine gülümsüyor parmaklar. öylesine uyumla, öylesi sakınımlı.

*

mum alevinin bakıra dönüştürdüğü tırnaklar açılıp kapandıkça, birbirlerinin arasından geçen denizanalarının bulanık dip kumlarına gömülesiye sürdürdükleri ritmik danslarını, sırtında bilekleri kenetlendiğinde, topuk kemiklerinin omurunu delercesine kasılıp katılaştığını gözlerin kararana değin seyrediyorsun."

*

Gözleri kararıyor, midesi kazınıyor. Ne kadardır orada oturduğunu kestiremiyor artık. Toparlanıyor. Kağıtları, kalemi, çantası. Zorlukla buluyor çıkışı. Işık göz kamaştırıcı. Bekçi basamaklara uzanmış gerine gerine peynirli ekmeğini yiyiyor. Yağmur çoktan durmuş, güneş tepede. Nemli toprak, azot kokusu. Sinemacılar? "Kimse kalmadı beyim sizden başka." Bahçeyi boylamasına geçip, otobüs durağında elinde filesiyle çömelmiş kendi kendine söylenen kadının yanında bekliyor bir süre. Vazgeçiyor. Yürümeğe başlıyor. Birşeyler yemeli, dinlenmeli. Ulaştığı dörtyol ağzında insan, araba kalabalığı başını döndürüyor, içini bayıyor iyice. İlk gördüğü otobüse atıyor kendini. Tuhaf, otobüs bomboş, ondan başka küçük bir çocuk oturuyor arka sıralardan birinde. Oracıkta çöküp başını cama dayıyor. Hiç durmuyor gibi otobüs. Kimse binmiyor başka. Bilmediği, tanıyamadığı caddeler, ara sokaklar, kentin bu kesimi ona bütünüyle yabancı. Gözleri kapanıyor.
Omuzunu sarsan adamın gözlüğünde kendi yüzünün şaşkınlığı sorar gibi. "Son durak beyefendi, uyuya kalmışsınız." Kucağından düşüp sıranın altına kaymış çantasını çekip çıkarıyor aceleyle çıkarken. Dikiz aynasında saçlarını elleriyle düzelten otobüs şoförüne teşekkür etmek için ağzını açtığında, yalnızca kuru bir ses dökülüyor boğazından. Sol dizinden kesip almışlar bacağını. Önce karıncalar yeyip bitirmiş; et, kas, bud, lif lif. Kemiklerinde kan kurumuş, kil kızılı alacalı bir kestane kabuğu bağlamış dizini. Ürkü yere çömdürüyor onu, ayağını tutuyor. Yere atıverdiği çantasını fermuarı bozuk gözünden kağıtlar fırlamış uçuşuyorlar. Bezginlikle tıslayıp, yaralı bir çekirge gibi havalanan fotografa -hayır, renkleri birbirine binmiş "Simena, batık şehir, denizde Likya mezarı" görünümlü bir posta kartı bu- doğru umutsuzca atılasıya
bir el
fırtınalı gecelerde çakıp, göğe çatlayan şimşekleri, yıldırımları andıran sütçalığı damarlı bileğin kıvrımında salınan ayanın sedef uçlu, ince uzun, köşe boğumlu parmakları
tutup uzatıyor kartı, el değmemiş Likya mezarı mı kaldı? Yüzüne bakmıyor; her elin bir yüzü vardır. "İyi misiniz?" İyi o. Güzellik ideasını anımsayacak denli iyi, pay çıkaracak kadar değil ama. Pay almıyor artık. Yeniden unutacak olduktan sonra. Nostalji, taşlarına kar düşen, çatısı yıkık bir bizans kilisesidir, içinde mum yakacak bir Tarkovski hep bulunur.
Toparlanıp kalkıyor, bacağı yeniden hisseder olmuş, karnıcalar etlerini geri getirmiş. Kağıtları, kalemi, silgisi, silinikleri. Topalayak-Oedipus durağın bankına çöküyor. Karınca karınca canım atlıkarınca. Çantasına tıkıştırıyor elindekileri. Sonra kafasını kaldırıp ilk kez bakınıyor çevresine. Son durak! Yolun bittiği
durduğu yerde oturuyor. Arkası ağaçlık. Karşıda, küçük çimli göbeğin berisinde yeni olduğunu belli eden görkemli yapının girişindeki kalabalık çekiyor ilgisini. Dizini sıvazlıyor bir yandan. Son karıncaları da silkip döküyor. Oraya gidip bir bakacak. Çantasını koluna sıkıştırıyor. Kaldırımdan inerken dönüp durağın bir adının olup olmadığını 63 HAYVANAT BAHÇESİ Gerisinde kalan yeşil alan olmalı. Daha önce hiç gelmemişti. Hatta bu kentte bir hayvanat bahçesinin varlığından haberi bile yoktu. Ola ki, bu yapı da zooloji müzesi, ya da akuarium gibi... Belki de nikâh salonu falandır! Kalabalık, bir kuyruk düzeninde kıpır kıpır ilerleyip kapıda yitiyor. Şimdi o da, önündeki kel kafalı adam gibi kuyruğun bir uzantısı; ucu, sonu, son eklemi. Son durağa bir kez daha dönüp göz atıyor, kendisini getiren otobüs gitmiş bile. Kel kafalı adamın kolunda son yitirdiğine tıpatıp benzeyen bir şemsiye var. Yırtığına varana kadar. Belki adam... Yok canım, daha neler! İlerliyorlar. Eşiğine geldiği kapıdan içeri baktığında, burasının büyücek bir sinema olduğunu anlıyor. Ortalarda afiş, ya da film ismine benzer bir yazı, fotograf görünmemesine karşın, bilet gişesine seanslarla giriş ücretini bildiren bir kağıt yapıştırılmış. Cam koruganlı gişenin aralığından biletini uzatıyor kadın, pantolonunun arka cebinden cüzdanını çıkarıp ödüyor istenilen ücreti. Biletçi kadın işini bitirmek için onu beklemişçesine toparlanırken "Acele edin" gibisinden sallıyor fosfor yeşili tırnaklı elini. Her elin bir de dili vardır.
Yoksa bir tiyatroda mı? Salona açılan kapının kadife perdesini aralayıp kör karanlığa daldığında bir ışık demeti, gece savaşlarının bombardıman uçağı tarayan ışıldakları gibi çarpıyor ayaklarına. Işık yaklaşıyor, bileti alınıyor elinden. Yerde kayarken kırılıp bükülen ışığın görünür kıldığı basamakları iniyor. Perde büyük, çok büyük. salonun boyutlarına orantılı olduğu düşünülürse yüzlerce izleyicinin -hınca hınç dolu olduğundan kuşkusu yok; insan kokusu, tütün sinmiş nemli kumaş kokusu soluğuna yapışıp diline kekriyor- arasında yerine, koltuğuna doğru götürülen (çekilen mi demeli) bir o kalmış. Kuyrukta gördüğü şemsiyeli kel adamı andıran biri, kalabalığın alkışlarıyla kırmızı bir kurdeleyi kesiyor. Perdeye yaklaşıyorlar. Karanlık giderek seyreliyor gibi. Şöyle bir dönüp boş koltukta karar kılıyor ışık. Oturağı açarken yanındakinin dizine çarpıyor. Kalın bir öksürük. Paltosunu çıkarmadan kaykılıyor yerine. Perde olduğundan da büyük görünüyor içbükey eğimiyle. Kel kafalı önemli zat, el sıkışma faslına geçmiş bile.
Akıl almaz bir akuariumun saydam duvarlarından içeri açılıyor görüş alanı.
Akıl almaz bir dünyayı görüş alanı.
Akıl almaz bir dünyanın görünüşü.
Akıl almaz bir dünya görüşü.

*
Bir banka için hazırlanmış güncel haberleri sıkıntıyla izliyorum. Belediye başkanının köprüyü açış töreninden sonra, iki devlet başkanının "tarihi" karşılaşması, imzalanan ekonomik anlaşma; Resim heykel müzesindeki yangın; Yurdumuzun en büyük hayvanat bahçesinde yırtıcı kuşlar için yapılan özel kafeslerinde özgürce uçuşan atmacalar, perdeli ayaklarıyla asılı uyuyan yarasalar, Kör baykuş; Birinci futbol liginden liderlik karşılaşması, berabere biten karşılaşmanın sonunda atılan penaltılar, kalecinin penaltı anındaki endişesi...
Neyse ki, yüz bilmem kaçıncı yılını kıvançla kutlayan bankanın güvenciyle izlediğimiz program sona eriyor. Perde bir an kararıp sessizleşiyor. Salonda bir yerleşme dalgası, öksürükler, mırıltılar. Yanımdaki kadın dondurmasını bitirmiş.
Perde aydınlanırken siyah bir yazı beliriyor.

"bir Y filmi"

(1994)

Hiç yorum yok: