12 Kasım 2008

EKSİK BİRŞEY Mİ VAR ?

Onat Kutlar için



Bugün günlerden ne fark eder? Ocak ayında olabiliriz, ya da yazdır. Eğer yazsa, dışarıda ay doğuyordur. Sofanın hışırtılı gölgeleri karanlık denizlere dalmıştır. Küçük kız uzun uzun yeni bir oyun düşünüyordur. Vişneçürüğü taraz, ayna, sonra kedi; şu gülünç kaplan...

Öğle.
Sıcak.
Şehir sokakları tozlu. Bozuk kaldırımlarda bir deli gördüm; iki eliyle alnına doğru tuttuğu öküz boynuzlarıyla bana doğru gülüyordu. Yanımdan tırıs tırıs geçip gitti. Saatin çarkları dönüp dönüp
İkindi.
Daha sıcak.
Külrengi, bozarık bir gökyüzü. İnsanlar iki büklüm. Sırtlarında çuval çuval yükleri, yanımdan geçip gidiyorlar. “Sıkıntı”’ diyor şair, düşlerini nereye koyacağını bilemeyenlerin şehri; sırtlarında taşıyorlar. Şehir ise onları hiç taşıyamamış gibi. Saatin yayları dönüp dönüp
Akşam.
Hâlâ sıcak.
Kuyruğu yoluk bir tekir yokuşaşağı topallıyor. Bezgin. Umutsuz. Acılı. O.K. yokuşun başındaki pastaneye giriyor. Havalandırması iyi buranın; içerisi serin. Köşede, kalabalıktan uzak bir cam kenarı masası tam ona göre. Koyu bir kahveyle limonlu soda söylüyor. Sık sık gelir buraya O.K. Şehrin göbeğinde, gürültüden yalıtılmış, rahat edilebilecek bir yer. İster gelip geçeni seyredersiniz, ister bir kitabın yarım kalmış kısmını okur bitirirsiniz, hem kahvesi de fena değildir. Sonra beklediğiniz dostunuz gelir, bir de pasta istersiniz... Geleniniz yoksa, varmış gibi yaparsınız. Sık sık saatinize bakar, yolları gözlersiniz. Sonunda beklemekten sıkılmış, garsona bir işaretle gideceğinizi, artık oynamak istemediğinizi anlatıverirsiniz. Saatin pimleri dönüp dönüp
O akşam kitabını çıkarmadı O.K. İçinde bir sıkıntı... Dostları gelecek gelmesine ama... Beklemek güç geliyor. Kimi zaman beklemek de bir amaç olur çıkar oysa. Sanki yaşamının azrak anlarını kristalleştirmişti de, şimdi onları sokak çocuklarının misketleriyle değiş tokuş etmenin sorumluluğunu taşır gibiydi. O çocuklar ki çoğu tiner içerler. Ceplerinde misket yerine plastik şişeler saklıdır. Belki de şehrin tüm sıkıntısı onun sırtında bugün. İsa gibi. Bütün yükü taşımaya gönül erdirmiş biri, bir adak, bir kurban.
Şehrin ana meydanı her akşam olduğu gibi kalabalık. iş çıkışı, trafiği ipleri karışmış bir kukla tiyatrosuna döndürüyor. İnsanlar aceleci, yorgun, bir an önce evlerine ulaşmağa çalışıyorlar. Süreğen tekdüzelik nefes almayı bile güçleştirir gibi. bir camın ardından baktığınızda bu akışı anlamsız bulmamak güçtür. Bakar düşünürsünüz; niye? Kutu kutu dünyalar birbirlerini görmeden, anlamadan geçerler. Kesişmeler mekaniktir. Uyur gezerler kentinde sessiz bir film çeviren yönetmen olduğunuzu kurabilirsiniz. Elleriniz kenetlenmiş, bu sahneyi yeniden, yeniden gözden geçirmektesiniz. Sonra seslerin nesneleşmiş bir uğultu meteoru gibi kafanıza çarpışını duyar, kendinizi oracıkta bir yere yerleştirirsiniz; onlardan biri, sadece biri.

* * *

Öğle.
Soğuk.
Şehir sokakları, çiğnene çiğnene çamurlaşmış karlarla kaplı. Bozuk kaldırımlar takır takır buz. Bir kömür çuvalına oturmuş kaymağa çalışan bir deli gördüm; çıplak ayakları mosmor kesmiş, elinde bir çift boynuz, bana doğru gülüyor. Saatin milleri dönüp dönüp
İkindi.
Daha soğuk.
Kurşun rengi, bozarık bir gökyüzü. İnsanlar iki büklüm. Paltoları ıslanıp ağırlaşmış. Şehir kaygan, şehir yıvışık çamur. “Sıkıntı Çiçekleri” diyor şair! Kötülük açacağı yeri bilirmiş; saatin bucurlarında dönüp dönüp
Akşam.
Çok soğuk.
Kuyruğunu bacaklarına kısmış bir uyuz köpek yokuş aşağı topallıyor. Bezgin, üşümüş, acılı. Yokuşun başındaki pastaneye giriyor O.K. İyi ısınan, temiz bir yer. Köşede, meydanı olduğu gibi gören masayı seçiyor. Buğulanmış camlardan dışarısını seyretmek O.K.’nın hoşuna gider. Hem bir kaç çeşit kahve yaparlar burada. Bu akşam şu sert italyan kahvesinden söylüyor cıgarasını yakıp... “Dünyanın en güzel kokusu” diye okumuştu bir kitapta, kahve hem içilir hem duyulur. Birazdan felsefeci dostu gelecek. Karşı yakadan bu saatte buraya gelmek hiç de kolay değildir. Saatin taşlarında pullar dönüp dönüp
Çantasından kitabını çıkarıp, kaldığı sayfayı zorlukla buluyor O.K. Elleri şişmiş gibi soğuktan. Sıcak kahve iyi geldi, içi ısındı ya, ya parmakları? Yok, olmuyor, içinde bir sıkıntı, okuyamıyor. Gözleri çirkin meydanda koşuşturan gri kalabalığa dalıyor. Simitçiler, memurlar, sekreterler, işsizler, cıgara satan çocuklar, kimsesiz çocuklar, acındırılan çocuklar, dilendirilen çocuklar, dövülen, itilen, harcanan dünyalar. Duyusuzlar evreninde, renksiz, donuk bir filmin ham çekimlerini birleştirmeğe çalışan gözler onunkiler. “Birşey ister misiniz efendim?” Film duruyor. Başını kaldırıp ona gülümseyen kıza bakıyor. Zorlukla yanıtlayabiliyor bu sevimliliği; “Evet, bir konyak lütfen.” Belki havası değişir, bu denli olumsuz görmez yaşamı. Olumsuz mu? Ne saçma! Kim demiş olumsuz. Hem olum da nereden çıktı? Kötü çevirilerden mi, bilisiz köşe yazarlarından mı, abuk sabuk bir söyleyişi yücelten berbat televiziyon kanallarından mı? Hadi! Hadi saat! Dön, Dön.

* * *

Diyelim ki saat, akşam sefalarının kahvaltı saatidir. Gerine gerine ekmek dilimlerine tereyağı, sonra da bal sürmektedirler. Koyu “pure arabica”larından kocaman bir yudum aldıklarında geriye dinelmiş bir mahmurluktan başka, geceye dair kaygı kırıntıları kalacaktır. Bunları da kahvaltının kırıntılarıyla birlikte masa örtüsünün içinde toparlayıp silkince “akşam”a başlanmış olur.
Ya da saat durmuştur. Çünkü gözün zor seçeceği çarklar yorgunluktan şişmiş, yayların, zembereklerin gücü tükenmiştir. Miller, pimler uzaya uzaya yerlerine sığamaz olmuş, işlevlerinin tekdüzeliğinden sıyrılıp çıkmışlardır.
Bir noktanın diğerine ardaşıklığına zaman diyorlar! Siz kalkın şimdi, bu iki noktayı plastik bir bombayla uçurun. Zemberekler boşalsın, akrepler, engerekler, en gereksiz vidalar, incikler, cıncıklar havaya karışsın... Şöyle bir silkinip dalgalanır zaman. İşte o zaman anlarsınız ki noktayla noktanın arasını açmak kolay iş değildir. Yine gece biter, yine martılar çığlık atar, yine fırınlar ekmek pişirir.
Bunları geçelim. Bu gece gecelerden ne fark eder. İnce bir aseton kokusu karanlığı seyreltmektedir. Mor bir kalem bulup kağıdı üç boyutlu bir uzam gibi terbiye etmekten kaçamıyorsanız bırakın kendinizi elinize, kaleminizin izine...

Öyle ya da böyle ne fark eder. Her değişim içinde bir eksiklik taşır.

Hadi, hadi, vişneçürüğü taraz, ayna; atla!

atla zaman...

(1995)

Hiç yorum yok: