2 Kasım 2008

BULUTLAR NEREYE GİDER

Öyle kapılar vardır ki, kimi tanıdık yüzler geçip kaybolur ardında. Biraz beklerseniz, hiç görmediğiniz, alışmadığınız yenileri eşikte şöyle bir duraksayıp size, kente bakar, sonra aranıza katılır.
Eski dünyanın değerleri, günümüzden bakan bir çift gözü, önce mimari ölçüleriyle çarpıyor. Biraz önce önünde bayatsarı bir taksinin durduğu kapı işte böyle bir kapı. Han, saray, kale kapısı değil: kadının belli belirsiz bir gururla içinden geçtiği, büyük garın büyük kapısı.
Tavana yakın kirişlerin arasında güvercin kanatları çırpılıyor. Koyu kahve derisi yıpranmış valizini elinden kapıyor bir hamal. Kadın çenesiyle birinci yolda bekleyen treni işaret ediyor. Omuzlarında kendi elleriyle ördüğü siyah şalı, dantelli uzun eteği, sivri topuklu ruganlarıyla bu kadın da sanki eski bir dünyadan.
Saat on bire yedi var. İyi, tam zamanında. Hamal soruyor; üç numaralı kompartman, İlmiye Hanım parasını ödüyor adamın, pencere kenarına yerleşiyor, gidiş yönünde tabi. Neyse ki bakımlı, temiz bir tren. Yolu uzunca. Sekiz saatini geçirecek burada. Akşama doğru varırlar, kızı torunuyla karşılar onu.
Hareket memurun bir kısa bir uzun düdüğüyle dalgalanır gibi oluyor ortalık. İnenler, binenler. İlmiye Hanım çantasından ziciri koptuğu için boynuna asamadığı kapaklı saatini çıkarıyor boşuna, garın büyük saati dindonlarına başlamış bile. Ne merasim; yine düdükler, şu çiftin vedalaşması bitmeden kalkacak tren. Bir sarsıntı, evet gidiyoruz. Kapılar kapatılmış. A a, el sallayanların arasında...
Kalabalığın arasında durmuş öpüşüyorlar mı, konuşuyorlar mı, umurlarında değil tren, sanki evlerinin mutfağında önemli bir sorunu günlük yaşamlarına sindirmeğe çalışır gibi... Canım demek ki yolcu değillerdi, belki uğurladıkları da... Kadının saçları kızıla çalıyordu, yüzünü iyice görememişti ama çocuk sırım gibiydi, doğrusu hoş bir çift.
Oldum olası sevmişimdir tren yolculuğunu. Pencereden dünyalar kayar geçer, gözünüz elektrik tellerinin kavislerine, bu bitmek bilmez süreğenliğe saplanan direklere takılır, uzak tepeleri, yarısı yakılmış tarlaları, kımıltısız koyun sürülerini, bulutları seyredersiniz.
Tek tük yayla evleri, bitişiksıra işlikler, anlaşılan yol üstündeki ufak şehirlerden birine yaklaşıyoruz. Makinist hız kestiğine göre kısa bir mola vereceğiz. "Pencereden dışarı sarkmayınız." İlmiye Hanım yalnız. Kompartman kapısı açılıyor, kontrolör biletini soruyor.
Aralık pencereden yayılarak giriyor trenin "biz geldik" düdüğü. Makaslar değişirken, kırmızı ışıklar yeşile dönüyor. "Akyalı İstasyonu" Deniz özlemi çeken bir yayla kasabası! Bu isimleri kim bulup uyduruyor diye düşünüyor İlmiye Hanım. Kireç badanalı ağaç gövdeleri, ufak tefek yapılar geride kalırken, ana istasyon binasında karar kılıyor pencerenin karesi.
Fazla değil, bir kaç dakika... Bu gündüz trenleri böyle. Köyüne, köyünden büyük şehire gidenler... Sahne aynı; ama daha hızlı oynanıyormuş gibi. Çantaları, sepetleriyle inenleri yakınları karşılıyor, mutlaka bir çocuk ağlaması da bulunmalıdır. Bir iki genç trene atlıyor, çok yolcu olmaması doğal. A a, aynı çift! Kızıl saçlı kadınla o delikanlı. Hayret doğrusu, benzetiyor olamaz. Yine peronun ortasındalar. Ne zaman... Ne zaman? Demek ki onlar da binmiş de farketmemişim diye mırıldanıyor İlmiye Hanım, iki elini cama yapıştırmış, gözlerine inanmağa çalışıyor; henüz bunamadı.
Ama olacak şey değil; sanki yolcular için pandomim yapıyorlar. Benzetme kötü; bu kadın, bu adam trenden çok uzaktalar, yani herhangi bir yerde de olabilirlerdi (ilk izlenimi de böyleydi İlmiye Hanımın.) Yolcu değiller, yola uğurladıkları ya da karşıladıkları da yok. Kafa karıştırıcı! Olabilir! Olabilir! Asıl çözemediği tren kalkarken (kilometrelerce önce) en son onları dışarıda konuşurlarken gördüğüne emin olması.
Demek ki (bunu kendine açıklayamazsa rahat edemez) son anda arka vagonlardan birine atlayıverdiler. Zaten bütün yol boyu yerinden kıpırdamamıştı, nasıl olsun da onları görmüş olsun.
Sessizce kaymağa başlıyar tren. Kısa bir düdük. Kimseler kalmadı ortalıkta; onlardan başka. Güçlü pistonlar homurdanıyor, tren hız alıp da fırlayacakmış gibi istasyonu terkederken kadının kızıl saçları savruluyor; tokat adamın sol yanağında patlamıştı. İlmiye Hanımın açık kalan dudaklarından çıkan ıslığa benzer bir ses oyunun ikinci perdesini tamamlıyor.
Hiçbir şey olmamış gibi yapacak; çantasından tuzlu bisküisini çıkarıp çayını içecek İlmiye Hanım. Biraz önce yiyecek içecek servisi yapılmıştı. Trenlerin en sevdiği tarafı da bu; tıngır mıngır giderken çayınızı yudumlar keyfinize bakarsınınz. Hele yataklı vagonlar... Ah yataklı vagonlar, genç kızlığında sık sık yaptıkları gece yolculuklarını anımsadı. Üç kızkardeştiler. Anacığıyla Bey babası yan tarafta kalırken onlar aynı kompartımanı paylaşırlardı. İki üstte, iki altta, dört yatak olurdu. O üst tarafı seçer başucunu pencereye verirdi. Şöyle bir etrafına bakıyor İlmiye Hanım, sanki herşey küçülmüş gibi. Eskiden daha mı ferah olurdu trenler?
Bulutlar nereye gider? Nereye gider bulutlar? Kuyruklu yıldızlar, bir de ay... O ortancaydı; ablasından üç yaş küçük, kardeşinden beş yaş büyük. Şimdilerde pek görüşemiyorlar; yılda bir, bilemedin iki kez. Çok erken yaşta, ablasından da önce evlenip, subay kocasının iki yılda bir tayin olduğu sınır kasabalarında tüketmişti gençliğini. Biraz yavaşladılar, tepeleri geçene kadar nefesi kesilir gibi oluyor lokomotifin. Uzak sınır kasabaları. Issız tarlalar. Gözlerini kapıyor İlmiye Hanım. Eski, çizik, sararık bir filmde küçük bir kız yüzü gamzelerle açılıyor, omuzundan tutan yakışıklı zabit sert bir bakışla selamlıyor onu. İçi geçiyor.
Aynı düşte açıyor gözlerini; bir istasyonda duruyorlar. Kızıl saçlı kadın kahkahalarla gülüyor, yo hayır ağlıyor galiba. Adam kımıltısız, eğik yüzü aşağıya akar gibi. İlmiye Hanım pencereyi indirmek, seslenmek istiyor, sıkışmış, ne kadar zorlasa da kımıldatamıyor yerinden. Birden kadın midesine sancı girmiş gibi iki büklüm oluyor. Tren hareket etti galiba. Fırlıyor İlmiye Hanım koridora çıkıyor. Birini bulsa... Yardım mı isteyecek? Ne için? Hızlanıyorlar. Koridoru dönünce vagonun kapısını buluyor, pencereden gördüğü istasyonun uç yanaşlığı, direkler; çok geç!
Hâlâ elleri titriyordu yerine döndüğünde. Düş müş değil bu. Kötü bir şeyler oluyor diye söyleniyor İlmiye Hanım. Yok, olacak gibi değil; burada oturup bekleyemez, çıkıp arka vagonlara bir göz atmazsa içi rahat etmeyecek. Belki başkaları da görmüştür olan biteni. Nereye gider ki bulutlar? Yerinden kayan valizini köşeye itiyor, çantasını burada bırakamaz. Nereye, nereye...
Hızla giderken vagondan vagona geçmek hiç de kolay değilmiş. Kapıların kimi sıkışık, kimi kolayca kayıp açılıyor da, kapaması güç. Eskimiş demir yolları pek sarsıntılı. İki vagonun arasında bocalarken ince bıyıklı, abanoz tenli bir adam koluna yapışıp içeri çekiyor bir hamlede. Bağırırcasına konuşmağa alışık biri, bir elinde kalın naylon torba, tıka basa dolu:
- Düşecek idin Hanım Teyze...
- Sağ ol yavrum.
- Nereye böyle, restorantlı vagon öbür tarafta.
- Biliyorum, ben, şeye bakacaktım...
- Ha! Tuvalet mi aramıştın?
- Yok, yok...
- Pişmaniye var, saray helvası, hepsi taze abla!
- Yok sağ ol, ben, bir tanıdık vardı da...
- Al bir tane abla çocuklarına verirsin, hepsi sevinsin.
- Dur bir dakika evladım, genç bir çift vardı, hani kız kızıl saçlı, çocuk da temiz yüzlü, esmer, uzun boylu... Gördün mü bu tarafta?
- Yok Teyzanım, sen al yine de bak şu en iyisi, fıstıklı, tereyağlı...
Yok! Olacak gibi değil; adamın yardımı şöyle dursun, cıvımış sakız gibi yapıştı, kurtulmak için bir paket pişmaniye almanın da hiç sırası değil. Geri dönmekten başka çıkar yol yok.! Nereye kadar?
Koltuğuna oturduğunda soluk soluğaydı. Gösterdiği çabadan, yorgunluktan değil de bilemediği, çıkaramadığı şeylerin heyecanından.
Uzun süre düşünmeğe çalışıyor İlmiye Hanım, bir türlü birleşterimediği olay kırıkları, bilmecenin yerine oturmayan parçaları gibi, can sıkıcı... Zaman sarsılarak ilerliyor. Çift pencere camında bir opaklaşıp bir saydamlaşan yansısına dalıyor gözleri; "Gözleriniz hiç değişmedi İlmiye Hanım. Sizi ilk gördüğümde de bana bu gözlerle bakmıştınız..." Zabit, üniformasının üstünü henüz giymemiş. Aynada, köpüren yanağını sol elinin iki parmağıyla çenesine doğru çekerken usturası yukarıdan aşağıya iniyor. Oysa gözleri, onun hep o olan gözleri aynadakine izdüşüp sabitlenmiş. Eski, çizik, sararık filmin ortasından kızıl bir çizgi yavaş yavaş geçip kadrın alt köşesinden dışarı, pencereden, tarlalardan, telefon tellerinden aşıyor ötelere...
Niye böyle şeyler kurar hep? Yarı anı, yarı uydurulmuş sahneler, hoşuna gidiyor herhalde... Evde, oturma odasının ana caddeye bakan penceresinde elleri yün yumaklarını kendiliğinden dokuya dönüştürürken, o, camdan geçip insanların arasına girer, onları bir araya toplayıp, bakışları sahnenin ortasında birer birer canlanan fotograflara çevirtir, kimi yerde de anlatıcı rolünü üstlenir. Kendine ait fotograflar bunlar, örneğin şu; Akdenizin en güneyine rastlayan bir kıyı kasabasına yukarılardan bakan deniz fenerinin dibinde... Saçları yelden savrulmuş üç kadın, iki adam, bir çocuk. Kadınlar kahkahadan kırılmışlar, adamlardan biri eğilmiş, yerden birşey almak üzere, diğeri, resmi elbiseli olanın elleri cebinde, gözleri kısık, dudakları ıslık çalar gibi büzülmüş. Aralarında bir o oğlan çocuğu baka kalmış fotoğrafa bakanlara. Kendisi en gevrek kahkahacılardan İlmiye Hanımın. Zamanın sepya örtüsü bile gülüşlerin canlılığını puslandıramıyor. Akdenizde bir gün batımı, mutluluk gibi bir şey...
Sahi hava mı karardı? Epey oldu hareket edeli, neredeyse varacaklar hatta!
En uç banliyölerden birinde duruyor tren, artık geldik demektir. Akşam olmak üzere ama peronun ışıklarını henüz yakmamışlar. Kadın bankın ucunda oturmuş, elindeki kitabın dizlerinin arasından kayıp düşüşüne aldırmadan adama bakıyor. Arkasına dönüp istasyonun gerisine göz atıyor adam. Sonra birden karar vermiş gibi kadının yanına gidip, bankın arkasına dolanıyor, kadının uzun kızıl saçlarını parmaklarıyla tarayıp okşamaya başlıyor. Kadın kapıyor gözlerini. Kitap, tekerlekli sandalyesinden düşmüş bir sakat çocuk gibi kala kalmış kadının ayakları dibinde.
Yorgun bir homurtuyla sarsılıp hareketleniyor tren. Adamın elleri saçların altındaki beyaz narinliğe kenetlenmiş, sıkıyor çelikten bir pres duyarsızlığıyla.
Gözlerini pencereden alıp önüne, ellerine dikiyor İlmiye Hanım. Tanrım ne zaman bitecek bu yolculuk, artık sevmiyorum trenleri diye mırıldanıyor.
Nereye gider bulutlar...

(1996)

Hiç yorum yok: