6 Kasım 2008

BEN

Benim!
Merhaba. Uyuyamadım da...
Bir süre yatakta debelenip kalktım, terasa çıktım.
“Çok kahve içiyorsun, ondandır.” demeyin. Etkisi olmuyor değil tabi. Yaşlılar giderek daha az uyuyorlarmış, belki de yaşlanmışımdır bu gece. Yoksa iki şeyi, birbirinden ayıran bir nokta, bir boşluk falan yok mu? Olmaz mı öyle şey? Aman; uyuyamadım işte.
“I can’t get no sleep.”
İnadına mutfağa gidip bir kahve mi yapsam? I Ih! Canım istemiyor. Bir İçki?
“I can’t get no sleep” Uyumak isteyip istemediğimi bilmiyorum ki.
Eylül, serinlik getirmiş geceye. Cam masa nemli. Çıplağım, üşür gibi oldum, içim ürperdi. Yatağa gidip pikeyi aldım üstüme. Sigara, çakmak.
“No sleep”
Dilime takıldı; kemikli, abanoz parmaklarını yüzüne kapayan, çukur gözlü zencinin söylediği şarkı. “I can’t get...”
Hiç ışık yok. Pikenin içinde, geceyi yenmiş gibi hissediyorum kendimi. Karanlığa koyu mor bir sıvı karışmış, kokusu belirsiz.
“No sleep”
İşte kendimi en çok “ötede” bulduğum an bu; ne öncesi var, ne sonrası.
Ne ki “Dünya, sözün süzgecinden geçirilir.”miş. Dil, çok bulaşıcı bir virüs; her anı kemirip çözebiliyor. En “öte”de olduğumda bile.
Dişimi fırçalarken, aynadaki ile gözgöze geldiğimde de, kendimin zaman içindeki dipnotudur diyorum şu herif. Ters ters bakıp, ağzından kuduz köpekler gibi köpük akıtıyor; duygusal biri!
Her neyse, sizi ilgilendirmez biliyorum.
Bütün bunlar düzmece.
Bütün 1. tekil şahısları düzmece olan, hakiki masallar da öyle.
Merhaba.
Benim.
Uyuyamadım.
Size bir masal okuyayım, belki uykum gelir.
En çok sevdiklerimden biri, kendini prenses sanan kurbağanın masalı.
Yoksa biliyor musunuz?
“A La Lune de Miel Kurbağanın Dansı”
Gecenin yeğin kütlesinden sıyrılıp, floresan ışığının daha da çiğleştirdiği gara girdi otobüs, gitti köşede durdu. Kapılar tısladı, uyku sersemi ayaklar çakıl meydana birer birer indiler.
Otobüsün homurtusu kesilince şehirdekilerin nasıl uyuduğu duyulacaktı neredeyse; şu çamurlu kediden başka. Tuvaletçi bile yatmaya gitmişti herhalde. Kedi, bakışlarındaki çok görmüş ifadesini değiştirmediği için olsa gerek, yerinden kımıldamadı.
Şimdi bir kaya parçası gibi duran otobüsün pencerelerinde uyuyan gölgeler vardı, bir kaç çirkin yeşil ışığın çiziktirdiği gövdeler. Biri siyah, diğeri beyazlar giyinmiş iki adam çakılların üzerinde çok ses çıkarmaktan çekinirmiş gibi yavaş yavaş meydanın uzak köşesine doğru yürüdüler.
“Yolu ancak yarıladık.” dedi beyaz.”Her yaz aynı şey, yarım saat bekleriz şimdi.” dedi siyah.
Ay yoktu. Yıldız yoktu. Karanlığı floresanlar kesiyordu. Serinceydi, uyku gibi. Köşedeki beton çıkmaya gelince beyaz durdu, siyah çöktü. Kaslarını gevşetmek için bir yay gibi gerindi beyaz. Siyah, betonun bir parçası olmuştu. Bir kuyruklu yıldız bile yoktu.
Jean Gaul Potier yeni bir ceza verircesine “Bir ay!”dedi. Kurbağa gırladı. Jean Gaul Potier kendinden emin “İki ay daha!”dedi. Kurbağa bırladı. Uzun bir sessizlik oldu. “Altı ay!” dedi Jean Gaul. Gözünün birini sağa ötekini sola çevirdi kurbağa, gerdanını şişirip uzun bir vırak çıkardı. Ayın denizdeki yansısında ancak ÖLÜLER DANS EDEBİLİR. “Dans etmek istiyorum.” dedi kurbağa. “İki yıl!” diye cezayı artırdı Jean Gaul.
“Sonsuza dek dans etmek istiyorum.”
*
Afyon garajında biri beyaz biri siyah adam.
“Yüzüğümün taşı düşmüş.” dedi siyah, “Bu kaçıncı ametist.”
“Boş ver!” dedi beyaz.
Omuzlarını silkti siyah, “Boş ver.”
Önündeki çakılları işaret parmağıyla karıştırıken siyah, “Taşlar...”
Dayanamadı beyaz, yanına çöktü siyahın.
“Otobüste bir ara içim geçti, düş gördüm.” dedi siyah.
Onun düşünü bildiği için sustu beyaz, siyahın çakıllarla oynayan parmağına gözünü dikip dinledi.
“Geceymiş, bir ahşap balkonda, sedirde uzanmışım. Aşağılardan geçen bir motor denizi biçiyormuş. Ay ışığı gözüme giriyormuş, gözümü kapayıp bir cıgara yakıyormuşum. Yanıbaşımda annemin ölüsü yatıyormuş. Ona da beyazlar giydirilmiş, sabun kokuyormuş. İçim boşalmış, sivrisineklerin ayağımı emişlerine kayıtsızmışım. Ben buradaki ‘yabancı’ymışım. Gün adanın tepelerinden ağınca yoluma gidecekmişim. Balkonun yanındaki odanın açık penceresinden bir öksürük sesi dışarı atılmışmış. Doğrulup pencereye bakmışım, sanki karanlıkta bir kadının kırmızı ojeli ince parmakalarını görür gibi olmuşum. Cıgaramı kayan bir yıldız gibi balkondan aşağı atmışım.
Sonra mırıltılar, sonra hırıltılar duymuşum. Kayalıklarda gel git başlamış. Sokrates’in sivrisinekleri gövdeme etik serumları aşılıyormuş. Aldırmamışım, gözlerimi yummuşum. Sabun kekikliymiş, annem tertemizmiş. Ayın ayini esrik, gece kösnülmüş.
Sonra hırıltılar inlemelere dönüşmüş. Deniz kabarmış. Adanın tepesinde bir volkanın sonunda püskürdüğünü duymuşum. Kızgın lav akıtları suya ulaşıp ay ışığının yansılarını kavurmuş. kafamı yastığın altına sokmuşum, yine de patlamalar duyuluyormuş. Sivrisinekler şimdi de Neron’un lirini çalmağa başlamışlar.
Gürültü korkunçmuş. sonunda sağır olmuşum, ya da
belki de
düşümde uykuya dalmışım.”
*
Afyon garajında iki adam.
Biri siyah, öteki beyaz. Artık konuşmuyorlar. Otobüsleri birazdan gecenin içinde yitecek. İkisi de binlerce kilometreden niçin geldiklerini, çakılların arasında sırıtan şu izmaritin önünde neden oturduklarını biliyorlar.

(1998)

Hiç yorum yok: