Yakında ayın katledileceğini imleyen bir gecenin gölgelerinde ürpererek yürüyorlar. Sessizce yürümeği severler. Okul yıllarından, kızgın yaz güneşinin batışından sonra bir kahve, bir cıgara içmek bahanesiyle gelen bir alışkanlık. Odalarda pek konuşmazlar. Satranç tahtasına gözleri, müziğe kulakları diker, sanki bir çivit denizinin dibini görmeğe çalışırlar.
Zaman, suyu durulaştıracağına bulandırıyor. Gözler kısıklaşır, kırışık alınlar ilerler. Oysa yürümeler bitmezmiş gibi.
Asmalı köşeyi dönünce yokuş yukarı kıvrılır. Birbirlerinin ayak seslerine uyumlanan solukları sıklaşıyor. Duvar diplerinden, bahçe çitlerine kıpır kıpır fosforlu gözlerin kerteriziyle buluyorlar kapıyı:
• 13 A •
Işığı ancak sızdıran perdeler, kedinin girip çıkması için aralanmış pencere, bakımsız, ne olduğu anlaşılmaz bitkilerle dolu bahçe, ziller... Göz göze gelip en alttakine basıyorlar, kısa bir bekleyişten sonra aşağıdan açılıyor anakapı. Loş sahanlıkta bir kat inip, kapı eşiğinden bakan siluete gülümsüyorlar
Kutsal tapınağın eşiğinden geçmek kolay değil. (Yağmur çiseleyip güneş açarsa, hele bir de coğrafya bilgisinden teneffüse çıkmışsanız, beyaz, fasulye biçimli yakanızın tek düğmesini açar var gücünüzle koşarsınız; gök kuşağının altından geçen oğlansa kız, kızsa oğlan olur diye...) Yedi rengin altından geçmek ne denli çocukça bir tansıksa, bu bodrum katının dairesine açılan kapının sövesi de o denli aşılmazmış gibi.
Siluet içeri çekiliyor, kapıdan geçiyorlar. Girişte ilk gördükleri elbise askılığına bağlanmış pembe bir uçan balon. Salon başındaki masanın bir yarısında üst üste konmuş kitaplardan oluşan bir Babil Kulesi var. Onlar diğer uca, ahşap koltuklara ilişiyorlar. B K’nın bir konuğu daha gelmiş, masada önceden hazır edilmiş bardaklara çay koyuyor. T’nin hiç eksik olmayan gülümseyişi soruyor; açık-koyu, şekerli-şekersiz? Koyu ve şekersiz tabi. Y aslında kahveyi çaya yeğlediğini geveliyor. B K ne çeşit kahve diye söze karışıp kokuları, tadları farklı üç ayrı kahveden birini seçmesini istiyor Y’den. Y, utanıp sıkılmakla birlikte, üçünü de deneyebileceğini söylüyor. S kendini tutamayıp gülmeğe başlıyor.
Böyle bir gecenin fırsatını yakalamışken kameranız boş durmamalı. Masa başındaki çay kahve sekansını bırakıp, salonun diğer ucuna doğru devinerek duvarlardaki tabloları, misafir koltuklarını, sehpanın üstündeki küllükleri çekmeli.
Özellikle şu çini kaplamalı, sehpaya oldukça aykırı düşen, melaminden yapılmış serigraf baskılı küllüğü makro görebilmelisiniz. Siyah beyaz resim dört adamı bir duvara yüzleri dönük, bacakların ayırmış olarak gösteriyor. Dördü de komik şapkalı ve uzun ceketli. Şapkalar farklı tarzlarda olmakla birlikte yüzyılın ilk yarısına uygun giysiler bunlar. Ne yaptıkları bir bakışta anlaşılıyor kuşkusuz. Eğer bir el kadra girip küllüğün arkasını çevirirse “Milano 1957” damgasını rahatça okursunuz.
Ha, bir de diğerlerinin yanında ufacık kalan T E’nin yağlı boya özportresi var. Sehpadan yükselip duvara pan yapın, ahşap çerçevesini ortalayıp zumlayın. Belki o zaman, yüzüne bir gülün gölgesinin düştüğünü görebilirsiniz
Görüntüyü, büyük koltuğun ortasında kuyruğunu gözlerine kapamış kedinin uykusu kapladığında, gırıltılara, salonun öbür ucundaki gülüşlerin çoğalarak karıştığını duyacaksınız. Çünkü biri, masanın etrafında oturanlardan biri, çaylar içilirken bir gece oyunu oynamayı önermiştir diğerlerine.
B K gözlüğünün üstünden mavi mavi bakıp ‘Nasıl bir oyunmuş bu?’ diye sormuştur. T, bir yudum aldıktan sonra açıklar; ‘Oyunun adı “Binbirgece”. Oyunculardan biri, bir film anlatır gibi, o an düşündüğü bir öyküye başlayacak,. sonra kaldığı yerden bir sonraki devam edecek. Herkesin üçer dakikalık süresi var. Sıra dönecek, ama öykünün dönüşü olmayacak. Eğer bitirebilirsek, üç turda öyküyü bağlamamız gerek.’
S ‘Zor iş, tutarlı bir anlatının çıktığı olmuş mu?’ diye sorunca, Y, ‘Anlatıcılar birbirlerini iyi takip ederlerse niye olmasın?’ diye açıklıyor görüşünü. B K kaşların çatıp ‘Bir yazarın, kağıdı kalemiyle yazdıkları bile bin bir güçlük taşırken, dört ayrı kişinin, dört ayrı kafanın, üstelik aralarında anlaşıp konuşmadan aynı anlatıyı sürdürüp, tutarlılıkla sonuçlandırmaları kolay mı yani?’ diye çıkışıyor. ‘İyi de,’ diyor T, ‘zaten oyun bu; Binbirgece.’
Y ‘Tamam hadi başlayalım.’ heyecanla bir gelincik yakıyor. Masanın etrafındaki dört kişi, salonda kendi kendine gezinen kamerayı unutup ışıkları karartıyorlar. ‘Peki, kim başlayacak?’ diye soruyor S ‘Ben ilk olmak istemem.’ Gözler Usta’ya dönüyor, sorunun canlı yanıtı tartışılmazmış gibi...
‘Bana niye bakıyorsunuz?’ diyor B K ‘Oyunu çıkaran başlasın.’
‘Olmaz.’ Diyor T, ‘ben başlarsam kurallara aykırı olur.’
‘Neden?’ diye soruyor.
T kesin bir tavırla ellerini masaya koyuyor; ‘Çünkü oyunu önceden oynamamış birinin başlaması gerekir.’
S ‘Öyle olsun ama senden başka deneyli yok aramızda.’ Y’nin omzunu çekiştirirken ‘Hadi, sen başlarsın’ diye savuşturuyor. Y’nin gözleri Usta’nınkileri arar gibi. Hadi! Hadi!
B K Maltepe paketinin üstüne taktığı metal kapakçığı çıt diye açıp, bir cıgara çekiyor incecik kemikli parmaklarıyla.
Kamera, kediyi uykusuyla başbaşa bırakmış, kendisine uzak görevler, zor çekimler düşeceğini anlamış gibi, geniş açıya geçip, masaya yönelmiştir. Sanki 60’ların uzun dalga Ankara Radyosundan, tok, pürüzsüz, güven veren bir ses, yeni bir “Arkası Yarın”a giriş yapmaktadır;
‘Milano’da bir terasdayız. Davetliler yemekten henüz kalkmış, akşam sefalarının açtığı köşeden şehir ışıkların seyrediyor, içkilerini yudumluyorlar.’
Konuşurken bile “ve” kullanmıyor diye düşünüyor Y, mantık dersi dışında...
‘Üç adam, terasın diğer ucunda, değirmi sehpanın etrafında, deri koltuklara gömülmüş, konyak içiyorlar. Ortadaki iri gövdeli (ne irisi, şişman azmanı) purosundan çektiği dumanı gıdığını çekerek üflerken, solundaki adama ‘Evet, evet, olabilir.’ diyor. Yüzünde sayısız tikle, çabuk çabuk konuşmaya devam ediyor beriki ‘Olmazsa olmaz! İstemediğim şeyi istemiyorum; buna cinayet karışmasın!’
Asık suratlı, altın çerçeveli gözlük takan üçüncü adam yerinden kalkıp, siyah gabardin ceketini iliklerken, sert bir devimle topuklarında dönüp ‘Siz bilirsiniz beyler’ diye tıslıyor, ‘buna zorunluyuz.’ konyakları tazelemek üzere gelen garson tartışmayı bıçakla kesiyor sanki... Evet ben de burada kesiyorum, kim devam ediyor?’
Kala kalıyoruz; usta oyunda cinayet mi istiyor? Üstelik Milano’da! Y mızıklanıyor ‘Ama olmaz ki, daha üç dakika dolmadı, ben buna nasıl devam ederim...’
* * *
Ben buna nasıl devam ederim.
Oysa kamera almış başını dolunayın altında süzülmekte. Şehir ışıkları yalazlanıyor aşağılarda. Ansızın pikeye geçip, bir parkın dev çınarlarına sürtercesine alçalıyor. Islak çim kokusu, turunç kokusu.
Erimiş gümüşte kayan kuğular. Bir tüy, bir telek.
Gece yosunlarıyla cilveleşen kızoğlankızın çıplak sırtı görünür gibi oluyor ara ara, sonra,
sonrası süt karanlık.
Ay, masal gibi, on dört parçaya bölünüp acuna dağılıyor.
Artık yengecin yürüme zamanıdır.
(1997)
Zaman, suyu durulaştıracağına bulandırıyor. Gözler kısıklaşır, kırışık alınlar ilerler. Oysa yürümeler bitmezmiş gibi.
Asmalı köşeyi dönünce yokuş yukarı kıvrılır. Birbirlerinin ayak seslerine uyumlanan solukları sıklaşıyor. Duvar diplerinden, bahçe çitlerine kıpır kıpır fosforlu gözlerin kerteriziyle buluyorlar kapıyı:
• 13 A •
Işığı ancak sızdıran perdeler, kedinin girip çıkması için aralanmış pencere, bakımsız, ne olduğu anlaşılmaz bitkilerle dolu bahçe, ziller... Göz göze gelip en alttakine basıyorlar, kısa bir bekleyişten sonra aşağıdan açılıyor anakapı. Loş sahanlıkta bir kat inip, kapı eşiğinden bakan siluete gülümsüyorlar
Kutsal tapınağın eşiğinden geçmek kolay değil. (Yağmur çiseleyip güneş açarsa, hele bir de coğrafya bilgisinden teneffüse çıkmışsanız, beyaz, fasulye biçimli yakanızın tek düğmesini açar var gücünüzle koşarsınız; gök kuşağının altından geçen oğlansa kız, kızsa oğlan olur diye...) Yedi rengin altından geçmek ne denli çocukça bir tansıksa, bu bodrum katının dairesine açılan kapının sövesi de o denli aşılmazmış gibi.
Siluet içeri çekiliyor, kapıdan geçiyorlar. Girişte ilk gördükleri elbise askılığına bağlanmış pembe bir uçan balon. Salon başındaki masanın bir yarısında üst üste konmuş kitaplardan oluşan bir Babil Kulesi var. Onlar diğer uca, ahşap koltuklara ilişiyorlar. B K’nın bir konuğu daha gelmiş, masada önceden hazır edilmiş bardaklara çay koyuyor. T’nin hiç eksik olmayan gülümseyişi soruyor; açık-koyu, şekerli-şekersiz? Koyu ve şekersiz tabi. Y aslında kahveyi çaya yeğlediğini geveliyor. B K ne çeşit kahve diye söze karışıp kokuları, tadları farklı üç ayrı kahveden birini seçmesini istiyor Y’den. Y, utanıp sıkılmakla birlikte, üçünü de deneyebileceğini söylüyor. S kendini tutamayıp gülmeğe başlıyor.
Böyle bir gecenin fırsatını yakalamışken kameranız boş durmamalı. Masa başındaki çay kahve sekansını bırakıp, salonun diğer ucuna doğru devinerek duvarlardaki tabloları, misafir koltuklarını, sehpanın üstündeki küllükleri çekmeli.
Özellikle şu çini kaplamalı, sehpaya oldukça aykırı düşen, melaminden yapılmış serigraf baskılı küllüğü makro görebilmelisiniz. Siyah beyaz resim dört adamı bir duvara yüzleri dönük, bacakların ayırmış olarak gösteriyor. Dördü de komik şapkalı ve uzun ceketli. Şapkalar farklı tarzlarda olmakla birlikte yüzyılın ilk yarısına uygun giysiler bunlar. Ne yaptıkları bir bakışta anlaşılıyor kuşkusuz. Eğer bir el kadra girip küllüğün arkasını çevirirse “Milano 1957” damgasını rahatça okursunuz.
Ha, bir de diğerlerinin yanında ufacık kalan T E’nin yağlı boya özportresi var. Sehpadan yükselip duvara pan yapın, ahşap çerçevesini ortalayıp zumlayın. Belki o zaman, yüzüne bir gülün gölgesinin düştüğünü görebilirsiniz
Görüntüyü, büyük koltuğun ortasında kuyruğunu gözlerine kapamış kedinin uykusu kapladığında, gırıltılara, salonun öbür ucundaki gülüşlerin çoğalarak karıştığını duyacaksınız. Çünkü biri, masanın etrafında oturanlardan biri, çaylar içilirken bir gece oyunu oynamayı önermiştir diğerlerine.
B K gözlüğünün üstünden mavi mavi bakıp ‘Nasıl bir oyunmuş bu?’ diye sormuştur. T, bir yudum aldıktan sonra açıklar; ‘Oyunun adı “Binbirgece”. Oyunculardan biri, bir film anlatır gibi, o an düşündüğü bir öyküye başlayacak,. sonra kaldığı yerden bir sonraki devam edecek. Herkesin üçer dakikalık süresi var. Sıra dönecek, ama öykünün dönüşü olmayacak. Eğer bitirebilirsek, üç turda öyküyü bağlamamız gerek.’
S ‘Zor iş, tutarlı bir anlatının çıktığı olmuş mu?’ diye sorunca, Y, ‘Anlatıcılar birbirlerini iyi takip ederlerse niye olmasın?’ diye açıklıyor görüşünü. B K kaşların çatıp ‘Bir yazarın, kağıdı kalemiyle yazdıkları bile bin bir güçlük taşırken, dört ayrı kişinin, dört ayrı kafanın, üstelik aralarında anlaşıp konuşmadan aynı anlatıyı sürdürüp, tutarlılıkla sonuçlandırmaları kolay mı yani?’ diye çıkışıyor. ‘İyi de,’ diyor T, ‘zaten oyun bu; Binbirgece.’
Y ‘Tamam hadi başlayalım.’ heyecanla bir gelincik yakıyor. Masanın etrafındaki dört kişi, salonda kendi kendine gezinen kamerayı unutup ışıkları karartıyorlar. ‘Peki, kim başlayacak?’ diye soruyor S ‘Ben ilk olmak istemem.’ Gözler Usta’ya dönüyor, sorunun canlı yanıtı tartışılmazmış gibi...
‘Bana niye bakıyorsunuz?’ diyor B K ‘Oyunu çıkaran başlasın.’
‘Olmaz.’ Diyor T, ‘ben başlarsam kurallara aykırı olur.’
‘Neden?’ diye soruyor.
T kesin bir tavırla ellerini masaya koyuyor; ‘Çünkü oyunu önceden oynamamış birinin başlaması gerekir.’
S ‘Öyle olsun ama senden başka deneyli yok aramızda.’ Y’nin omzunu çekiştirirken ‘Hadi, sen başlarsın’ diye savuşturuyor. Y’nin gözleri Usta’nınkileri arar gibi. Hadi! Hadi!
B K Maltepe paketinin üstüne taktığı metal kapakçığı çıt diye açıp, bir cıgara çekiyor incecik kemikli parmaklarıyla.
Kamera, kediyi uykusuyla başbaşa bırakmış, kendisine uzak görevler, zor çekimler düşeceğini anlamış gibi, geniş açıya geçip, masaya yönelmiştir. Sanki 60’ların uzun dalga Ankara Radyosundan, tok, pürüzsüz, güven veren bir ses, yeni bir “Arkası Yarın”a giriş yapmaktadır;
‘Milano’da bir terasdayız. Davetliler yemekten henüz kalkmış, akşam sefalarının açtığı köşeden şehir ışıkların seyrediyor, içkilerini yudumluyorlar.’
Konuşurken bile “ve” kullanmıyor diye düşünüyor Y, mantık dersi dışında...
‘Üç adam, terasın diğer ucunda, değirmi sehpanın etrafında, deri koltuklara gömülmüş, konyak içiyorlar. Ortadaki iri gövdeli (ne irisi, şişman azmanı) purosundan çektiği dumanı gıdığını çekerek üflerken, solundaki adama ‘Evet, evet, olabilir.’ diyor. Yüzünde sayısız tikle, çabuk çabuk konuşmaya devam ediyor beriki ‘Olmazsa olmaz! İstemediğim şeyi istemiyorum; buna cinayet karışmasın!’
Asık suratlı, altın çerçeveli gözlük takan üçüncü adam yerinden kalkıp, siyah gabardin ceketini iliklerken, sert bir devimle topuklarında dönüp ‘Siz bilirsiniz beyler’ diye tıslıyor, ‘buna zorunluyuz.’ konyakları tazelemek üzere gelen garson tartışmayı bıçakla kesiyor sanki... Evet ben de burada kesiyorum, kim devam ediyor?’
Kala kalıyoruz; usta oyunda cinayet mi istiyor? Üstelik Milano’da! Y mızıklanıyor ‘Ama olmaz ki, daha üç dakika dolmadı, ben buna nasıl devam ederim...’
* * *
Ben buna nasıl devam ederim.
Oysa kamera almış başını dolunayın altında süzülmekte. Şehir ışıkları yalazlanıyor aşağılarda. Ansızın pikeye geçip, bir parkın dev çınarlarına sürtercesine alçalıyor. Islak çim kokusu, turunç kokusu.
Erimiş gümüşte kayan kuğular. Bir tüy, bir telek.
Gece yosunlarıyla cilveleşen kızoğlankızın çıplak sırtı görünür gibi oluyor ara ara, sonra,
sonrası süt karanlık.
Ay, masal gibi, on dört parçaya bölünüp acuna dağılıyor.
Artık yengecin yürüme zamanıdır.
(1997)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder