5 Kasım 2008

FLUX + MUTABILITY

Kuzey treni ikinci peronda şöyle bir kasılıp sessizce karanlığa doğru kaydığında, ışıklı göstergeler mekanik bukalemunlar gibi renk değiştirip, anlamsız, çılgın sözcükler taradılar, uzak kent adları sıralamaca yarışına yeniden giriştiler.

Dalai Lama’nın yüzüne ilk gün ışığı vurduğunda, bin yıllık dökme çanlar güneşi kutsuyordu.
Beyaz duvarlarına yasemin kokusu sinmiş odasının penceresine
karları hiç erimeyen Himalaya dorukları asılmış kalmıştı.
Sınırsız Güç’ün,göz kapaklarını ısıtıp, yanaklarını okşadığını hissetti.
“Yağan karın musikisi” diye mırıldandı.
“Yüce İstenç’e direnişin, eriyip soğuk su damlacıklarına dönüşümün şarkısı bu.”

Gözlüklerinin buğusunu yağmurluğuna silerken kahvesini getirdi garson. Büyük saate bir kez daha göz attı. Yaklaşık yirmi beş dakikası vardı. Bir bardak da su istedi kahvenin parasını öderken. Adını iyice duyamadığı biri danışmaya çağrılıyordu yankılarla. Bir çingene kadın ona kırmızı güller uzatıyor, yan masadaki denizci çavuş ateşini istiyordu. Uğultu, çelik sütunlu garın renkli cam tavanına yükselip, geri dönüyordu kulaklarına. İçtiği su tebeşir kokuyordu.

Yavaşça kalktı sert döşeğinden.
Penceresinden, tapınağın bahçesinde iki yalınayak rahibin yaktığı ateşi seyretti.
“Alevlerin musikisi, buharlaşıp göğe uçan suyun şarkısı bu.”
Uzaklarda sis vardı; birikmiş, elmalıkların üstüne çökelmiş ipek bir şal.


Hemen önünde, on, on iki kişilik bir izci takımı, yönetmenleri pos bıyıklı bir adamın umarsız uyarılarına aldırışsız, sırtlıklarını çarpıştırıyor, sağa sola koşuşup temizlik işçilerine dil çıkartan, yaşlı bir bayanın köpeğiyle dalaşan arkadaşlarını yüreklendirici çığlıklar atıyordu şimdi de. Oldum olası sevmezdi bu tür yerleri. Asıl onu sıkan beklemekti: Bunca yıldır edinmesi gereken, bir türlü üstüne sindiremediği bir alışkanlık. Kalabalık, geniş mekânlarda dikkatini toparlayamaz, duyuları çevresine saplanır, düşünme yönlemi darmadağın olurdu hep. Yine de, büyük çantasının yan gözünden özenle koruduğu kitabını çıkardı.

İçini çekti, dinledi. Gözlerin yumdu yine.
Işığın çiğliği, bütün bir gece sürmüş iç uyumunun ağır başlı durağanlığıyla eğlenir gibiydi.
Gece uzundur, ama sabah, bir çocuğun çevirdiği çember gibi atlaya zıplaya döner,
kayar gider değneğin altında.
Onun çocukluğu, kutsal yazıtları hatmetmekle,
karmaşık tanrıbilimsel sorunları kavramak için çabaladığı derslerle,
okumakla, yalnızlık kuyularında susmakla geçmişti.
Toprak testiden dökünerek yüzünü yıkadı. Duru suyun tadını kavradı dili.

Bu kente, bir hafta boyunca süren yıllık uluslararası antropolojik araştırma kurulu seminerlerine katılmak için gelmişti. Yedi gündür dinmemişti yağmur. Günleri, kurumun toplantı salonunda, geceleri kaldığı eski otelin naftalin kokulu odasında çalışmak ya da uyumakla geçmişti. Akşam yemeklerini bile odasından çıkmadan sandviçle geçiştirmişti. Uzak doğu kültürleri uzmanı meslektaş dostunun seminerde tanıttığı eski metinlerden birinin - belki de en ilgincinin - “1816, LONDON, HILL & DEEP EDITION” İngilizce ilk baskısını ona incelemek üzere ödünç olarak vermesi dışında yeni bir şey kazanmadığını, zamanını boşa harcadığını, çalışmalarından ayrılıp, bu yabancı, gürültülü kentin yoğun neminde hastalanmak üzere olduğunu düşünürken kitabın kızıl geyik derisi cildini yeniden gözden geçirdi. Birinci sayfadaki “FLUX + MUTABILITY, Sir David Sylvian” yazısı neredeyse okunamayacak kadar silikti. İkinci sayfa boştu. Boş muydu? Daha dün dostu kitabı ona ilk gösterdiğinde, yayınevinin adıyla basım tarihine ikinci sayfada baktığından emindi. Üçüncü, dördüncü ve sonrakiler de... Hayır, ışıkta iyice dikkat edince, baskı mürekkebinin handiyse uçup gittiğini, metnin kağıt üzerinden silinmek üzere olduğunu

Uyku ellerine döküldü. Geriye belirsiz bir ağrı kaldı gözlerinden kulaklarına doğru. Çan sesleri kesildiğinde turuncu giysisini geçirdi üstüne. Üç bin yıllık kutsal yüzüğü taktı işaret parmağına. Sandallarını bağladı. Gözlük camlarını eteğiyle silerken çömezi çayını getiriyordu.

Panik! Ansızın fırladı oturduğu yerden. Bardak parça parça oldu önünde. Umarsızca bakındı. İlk aklına gelen, dostunu bulmak, kitabı geri vermek gibi bir şeydi. Ama ne yapsındı meslektaşı, boş sayfalara, özü, canı uçmuş bir ölü kitaba bakıp da... Biri kolundan çekiştiriyor “ Bayım çantanızı unuttunuz, iyi misiniz?” diyordu. En yeni oyuncağı kırılmış bir çocuk hıncıyla dönüp yüzüne baktı; bir eliyle kitabı gösterirken “Bir şeyler yapın, koşun!” demek için açılan dudaklarından ses çıkmadı, çıkamadı. Anlamayan gözlerle bakan adamın elinden çantasını kaptığı gibi kalabalığa atıldı.
Çıkışı bulacağını sandığı yerde, yiyecek, içecek, hediyelik eşya, gazete, dergi satan büfeler vardı. Geriye dönüp de öte uca

Sıcak yeşil çay içini ısıttı, hoş kokusu alıp götürüverdi uzun gecenin son tortularını. Işık, barışın simgesiydi, sevgiydi. Bin yıllarca süren karanlık silinmeliydi bu ışıkla.
El yordamıyla didişen insanlar birbirlerinin yüzlerini görebilmeliydi artık.
Asıl musiki buydu.

Öte uca ulaşıncaya değin, insanlar, taşıyıcı arabaları üstüne üstüne gelip önüne durdular, arkasından işittiği kızgın sözcüklere aldırmadan çıkıştaki yürüyen merdivene ulaştığında bir an durup geriye baktı.
Doğu treni, sonuncu peronda şöyle bir kasılıp sessizce karanlığa doğru kayarken ışıklı göstergelerden uzak bir kent adı daha siliniyordu.

(1986)

Hiç yorum yok: